-->

28 Ocak 2024

Psikolojiye Giriş Ödevim

Geçen ay, daha ilk dönemden itibaren tembel öğrencilerin sınıfta kalmaması için hocalar ödevlerle işi kotarmaya çalıştılar ve bunu yaparken hepimiz, o kotaya dahil olduğumuz için ödev yaptık. 
Oysa çoğu gencin üst üste 4-5 yıl sınıfta kalması gerekir ama kim beni dinliyor ki? pehhhh
Neyse bu salaklar yüzünden hocalar ödev verince, ödevlerimden biri de Psikolojiye  Giriş dersindendi ve konu; Kılllanma, Sıraya Girme idi ve bunları hem normal insan olarak hemde bir uzaylı olarak değerlendirecektik. İnsan olarak değerlendirirken yaklaşımların tümünü kullanacaktık ve en sonunda ise bunlar bide kendi fikrimizle yorumlayacaktık. Ben ödevimi aşağıdaki şekilde yaptım. Buyrunuz okumaya; 
Merhaba Hocam, ödev için 2 şekilde ilerledim. Birincisinde, yaklaşımların tümünü (Davranışçılık, Sosyokültürel Yaklaşım, Biyolojik Yaklaşım, Bilişsel Yaklaşım, İnsancıl Yaklaşım) bi uzaylı olarak ele almaya çalışarak harmanlayıp sorularınızı cevaplayacak şekilde hikayeleştirdim. İkincisinde ise yaklaşımlara göre kendimce ele alacak şekilde ilerlemeye çalıştım. İlginize sunuyorum. 

Uzaylı olarak; 
Dünya denilen bu gezegene geldiğimde karşılaştığım 2 farklı türdeki canlıdan biri kendine KADIN, diğeri ERKEK diyor. 

1-Kendisine ERKEK diyen canlının yüzü, onu KADIN adlı canlıdan tamamen farklı kılacak yoğunlukta ve iyice bileylenmiş bıçaklarla sürekli kesile kesile dahada sertleştiği anlaşılan tüylerle kaplı. Bedeninde bu sert tüylerin sürekli büyümesini sağlayan bir kaç vucut kimyası tespit edebildim. Belirli bi yaşa gelince, bu kimyasallar daha da yoğunlaşıyor ve ERKEK, kadından tamamen ayırt edilebilecek hale geliyor. KADIN canlının ise yüzünde hiçbir şey yok ve olmamasına da özen gösteriyor. Erkekte gözlemlediğim kimyasal salgı kadında bulunmamakta. Kadındaki bu farklılık ve farklılığın devamını sağlayan davranışı, Erkek’in yer yer onu daha çekici bulmasına ve birbirlerine kur yapmalarını da tetikliyor. Aynı zamanda ERKEK’te sakal denilen bölgede daha da belirginleşen bu tüyler, onu KADIN’ınına karşı daha güçlü ve çekici gösteriyor. KADIN’lar tarafından da buna uygun olarak “sakal erkeğin makyajıdır” adlı bi iltifat türetilmiş. Erkekler bu iltifatlara layık olmak için sakallarını birbirlerinden farklı kesmeye ve daha güçlü göstermeye özen gösteriyorlar. 
ERKEK’in kafatasındaki tüyler ise çoğunlukla kısa ve yüzündekine nazaran biraz daha yumuşakça. KADIN’ın kafatasıysa ERKEK adlı canlınınkinden onlarca kat fazla uzunlukta ve daha yumuşak tüylerle kaplı. Tüylerin uzunluğu, Kadın’ın onlara şekil verilebilmesine olanak sağlıyor ve bu yüzden, gezegendeki farklı renkli objelerle süslüyor. KADIN canlı, ERKEK canlının yanındayken veya yanına giderken buna özellikle dikkat ediyor. Buradaki tüm canlılar, tanrılarının yüzünü komşu gezegenlerden birine döndüğü zaman dilimini, GECE olarak adlandırıyorlar ve dün gece, ERKEK canlının KADIN canlının şekillendirilmiş saçlarına yavaşça dokunup onu yanına çektiğini gözlemledim. KADIN, ERKEK’inin bu hareketinden sonra ona doğru dönüp büyümüş parıltılı bakışlarla gözlerinin içine odaklandıktan saliseler sonra, tüylerle kaplı yüzünü avuçları arasına alıp tüylerin arasında zor seçilen ağzına, iğrenmeden ve vucudu negatif bir reaksiyon göstermeden doğal bir şekilde yaklaşabildi. O anda ERKEK, ellerini KADIN’ın kafatasından aşağı sarkan şekillendirilmiş yumuşak tüyler arasında büyük bir huşu ile gezindirmeye devam ediyordu. Dünya gezegeninin farklı bölgelerinde yaratılan bu iki türün vucutları, yaratıldıkları bölgelerdeki çevre koşullarında hayatta kalmaya odaklanmak amacıyla gösterdikleri doğal tepki, zamanla tekrara dönüşmüş ve nesilden nesile aktarılan tekrarlar sonrası şekillenen bu tüylenme durumu, KADIN ve ERKEK için olmazsa olmaza evrilerek, onları birbirinden ayırt eden bir özelliğe ve ön kabule dönüşürken, aynı zamanda onların artık birbirlerinden etkilenmelerine ve arzulanılır kılmaya yol açmış. Sonuç olarak; KADIN ve ERKEK, vucutlarının ilk yaratıldıkları bölgeye gösterdiği tepkiyi şimdi kendilerinin ayırt edici özelliklerine dönüştürmüşcesine sessiz bir anlaşmaya varmışlar gibi ve bu sessiz unutulmuş anlaşma onları, birbirine daha çekici kılarken, üremelerini tetikleyici aktiviteyi gerçekleştirmeye yönlendiren bir kalıcı davranışa da dönüşmüş durumda. Aynı zamanda bedenlerinin farklı bölgelerinde de tüylenmeler bulunmakta. Fakat her iki canlının da tüm bu tüylenmeleri belli dönemler, yaşadıkları topluluktaki kabulleri, diğer topluluklarla olan iletişim biçimleri ve iletişim önceleri veya çevre koşulları gibi doğal durumlara göre kesip durdukları gözlemlendi


2- Buradaki canlılar, Tanrı’nın yüzünü komşu gezegenden tekrar kendilerine döndüğü zaman dilimini GÜNDÜZ olarak adlandırıyorlar ve KADIN ile ERKEK adlı bu canlıların yarattığı ÇOCUK adlı daha küçük canlılar GÜNDÜZ’ün ilk anlarında, yaşadıkları topluluklarının, onların bundan sonraki yaşamlarında da nasıl olmaları gerektiğine dair ilk adım sayılan SIRAYA GİRMEK adlı bir eyleme tabii tutuluyorlar. Sıraya girmek, topluluklarının onlara her gün yaptırdığı ilk eylem. Böylece bu küçük canlılar, kendilerinden daha büyük bedenlere sahip KADIN ve ERKEK canlıların, onlar üzerindeki ortak yönlendirme güçleri ve kabullerine açık, ileriki yetişkin yaşamlarında da onlara belirli sınırlar içinde olmaları ve topluluğa aitlik hissiyle bağlı kalmalarını zihinlerine işlemiş oluyorlar. SIRAYA GİRME ritüeli, ÇOCUK’lar için önemli bir yetişkinlik göstergesi olarak kabul edilmiş durumda.  
Bu küçük canlılar, bazen yüksek sesle bağırıp, göz çukurlarından yağmur yağdırmıyor değiller fakat ebeveynlerinin bunu farklı şekillerde görmezlikten geldiklerini veya geçiştirdiklerini gözlemledim. Küçük yağmur damlalarının bedenlerinden aşağı süzülüşü esnasında bazı KADIN ve ERKEKLER, ÇOCUK’larının bu görüntüsüne dayanamayıp o anki sert davranışları esnetebiliyorlar. 

3-Henüz bizler gibi uzay araçları yok, fakat yerde olmasına rağmen hızla mesafe kat ettikleri ARABA adlı bir şeye biniyorlar. Bu şeylerin biçim ve ebatlarıyla birbirlerine üstünlük gösterisi yapıyorlar. Bu ve benzeri üstünlük gösterilerinin geçerliliğini kaybettiği anlarda ise, ÇOCUK’larının yaptığı gibi birbirilerine bağırıp aynı zamanda da yüzlerine ağızlarından yağmur yağdırıyorlar. ÇOCUK’larını taklit ettikleri bu üstünlük gösterileri hiç bitmiyor.

GECE ve GÜNDÜZ fark etmeksizin, her an her yerde gerçekleştirebildikleri bu üstünlük gösterilerini en çok ERKEK’ler yapmakta ve bu onların ideal KADIN’ı bulmalarında büyük rol oynuyor. En büyük gösteriyi gerçekleştiren, en büyük üstünlüğü sağlayan ERKEK, çevresindeki KADIN’ı almaya hak kazanıyor. Böylece hayatta kalma olasılıkları da devam yükselmiş oluyor.
KADIN, tüm toplulukta güçlü ve üstün kabul edilen ERKEK’ine layık olmak için, topluluğundaki diğer KADIN’lardan daha kibar ve daha uzlaşmacı tavrını hiç bırakmıyor ve bunu sürekli devam ettiriyor. Ondaki bu uzlaşmacı yan, toplulukta adeta onu gizli bir lidere dönüştürüyor. Erkek çoğunlukla KADIN’ın bu uzlaşmacı tarafından yararlanmak ve üstünlük gösterisine girmeden hayatını devam ettirmek için destek alıyor. ERKEK’in yersiz ve ani gerçekleşen bu gösterilerinden, gezegende henüz evrimini tamamlamamış canlılar sınıfında olduğu sonucuna vardım.


Kendim Olarak:
İnsanların vucutlarındaki kılları kesmelerinin nedeni, yaş, cinsiyet gibi başta BİYOLOJİK nedenlerden kaynaklı olmakla beraber, farklı zamanlarda farklı şekillerde traş olduklarından yola çıkarak yaşadıkları bölgenin davranışlarının etkisinin de olduğunu görmekteyiz. Aynı zamanda bir çok KÜLTÜR’deyse, yas sürecinde, kadın-erkek farketmeksizin traş olmanın yasak olduğu veya hoş karşılanmadığı bilinmektedir. Kişi o yas sürecinde kendisinden beklenildiği gibi davranmadığı zaman yaşadığı toplum tarafından dışlanarak veya duygusal anlamda şiddete (yalnız bırakılmak gibi) maruz bırakılarak cezalandırılmaktadır.
Bunlar dışında, inançlar gibi kişinin iç dinamiklerinden kaynaklı ruhsal durumların etkisinin olduğu başka nedenlerde bulunmaktadır. Örneğin münzevi bir yaşam sürdüren veya belirli bir dönem için bu yaşamı seçmiş olan keşiş-hacı gibi insanlarında, hiç traş olmamaları veya belirli zaman aralıklarında yalnız traş oldukları durumlar da bulunmakta. Bunun nedeni ise, inandığı dinin veya kendi içindeki arayışın bir yansıması olarak, kişi dünyanın ona dayattığı davranışları terk ederek-red ederek (traş olmamak veya tamamen traş olmak gibi), kendi inanç sistemindeki Tanrı’ya daha fazla yakınlaşacağı sanrısına kapılmış bunu mutlak doğru olarak kabul etmiştir. Böylece kişi, cinsiyeti fark etmeksizin ya hiç traş olmayarak veya vucudunun tüm kıllarını keserek, tanrısına daha fazla yakınlaşacağını umuyordur ve o halde daha inançlı birine dönüşüyordur. Bunun BİLİŞSEL YAKLAŞIM’a uygun olduğunu ve kişinin ruhsal doygunluğu çerçevesinde yanlış bi davranışta bulunmadığını düşünüyorum. Aynı zamanda yaşadığı kültürün ondan beklentileri doğrultusundaki (yas süreci gibi zaman araalıklarında) “belli bir süre için hiç kesmemesi veya tamamen kesmesi durumlarınında, kültürü gereği olduğu için KÜLTÜREL YAKLAŞIM’a yordamaktayım.
Bununla beraber insanlar yaşadıkları toplumda dışlanmamak, kabul görmek, belli bir gruba ait olduklarını göstermek, ne tür bir inanışları olduğunu yansıtmak, çalıştıkları işlerdeki sorumlulukları gereği veya tamamen biyolojik etmenlerden dolayı farklı davranmak zorunda kalarak saçlarını, sakallarını şekillendirdikleri, traş olmak veya olmamak yöntemlerine başvuruyorlar. Aynı zamanda günün moda olan davranışına göre davrandıkları da bilinmektedir. Bunu da DAVRANIŞÇILIK ve BİLİŞSEL Yaklaşımlar’a bağlamaktayım.



Yaklaşımları teker teker ayıracak şekilde özetlemek gerekirse;

(Kıl kesmek veya traş olmak)
-Erkekte daha fazla kıl-sakal olmasının nedeni testosteron tarafından salgılanan hormon(biyolojik farklılık)’tır. Bu hormonların erkekte daha çok olması onun sakallı olmasını ve kadından görünüş olarak hemen ayrışmasını sağlıyor. Günümüzde tıp çok ilerlediği ve bu ilerleme hâlâ devam ettiği için bu hormonların tamamen durdurulması, artması veya azaltılması gibi farklı tıbbi süreçler bulunmakta, kişiler kendilerini daha iyi hissetmek adına, kendilerine uygun olan bu yöntemlerden birine başvurarak tıbbi destek alıp (kişisel anlamda)bedensel olarak daha iyi görünmeye çabalamaktadırlar. Buradaki durumu BİYOLOJİK ve HUMANİSTİK YAKLAŞIM’la değerlendirmek gerektiğine inanıyor ve bu yüzden kişinin gerçekte nasıl iyi hissediyorsa, bu anlamda desteklenerek doğru tedaviyi alması gerektiğini düşünüyorum.
Bu durumu kabul edilen toplumun aksine daha uç noktalardan bakarak örneklemek gerekirse; kadın veya erkek her iki cinsde (cinsiyet değiştirme gibi dış görünüşün daha fazla önemsenildiği ve görünüşün, biyolojik cinsiyeti mutlak desteklediği düşüncesinin hakim olduğu bireylerde sakalın tıbbi müdahalelerle çıkmasının sağlandığı veya tamamen çıkmasının önlendiği durumların gerçekleşerek, görünüşün tamamen değiştirilmek istendiği durumlarda)bazen bu davranışlardan birine başvurup kendilerini daha iyi hissediyorlar. Bunu ise Psikanalistik Yaklaşım’la doğru buluyor ve kişinin bastırdığı kişiliğinin, bir yerden sonraki dış yansıması olarak bu tedavileri almaya ittiğini düşünüyorum. Buradaki durumun belirli testler sonrasında, kişinin durumu netleştikten sonra ele alınarak gerekli tıbbi desteği almasının doğru olduğunu düşünmekteyim.
Öte yandan yaklaşımlara göre tek tek detaylandırmak gerekirse

-Biyolojik Yaklaşım’la ele aldığımda; erkek ve kadın bedeninin kendilerine özel farklılıkları olduğu ve bu farklılıklara bağlı olarak, biyolojik yapıları yaşamları boyunca onları belirli davranışları tekrarlamak veya tekrarlamamak zorunda bırakıyor. Örneğin testesteron hormonunun erkeklerde çok olması ama kadınlarda az olmasından dolayı kadınların sakalı yokken, erkeklerin sakalı çıkmakta ve bu da erkeklerin sakallı olmasını, fazla uzadığında ise kesmelerini açıklıyor veya istediği şekli vermeleri gibi nedenleri açıklıyor.
(wikipedia makalesi https://tr.wikipedia.org/wiki/V%C3%BCcut_k%C4%B1llar%C4%B1 makalede de şöyle özetlenmiş;
Vücut kılları, veya androjenik saçlar bir kıl türüdür. Ergenlik sırasında ve sonrasında insan vücudunda gelişir. İnsan gelişiminde önemli faktördür. Androjenik saçların büyümesi, androjenlerin seviyesi (genellikle erkek hormonları olarak adlandırılır) ve dermal papilladaki androjen reseptörlerinin yoğunluğu ile ilgilidir. Her ikisi de saç folikülü hücrelerinin çoğalması için bir eşiğe ulaşmalıdır. Çocukluktan itibaren, biyolojik cinsiyete bağlı olarak, vellus saçları insan vücudunun neredeyse tüm alanını kaplar. Şu an kıllarla ilgili saç çıkarma ve cilt beyazlatma işlemleri yaygın olarak popülerdir.)

-Hümanistik Yaklaşım’la konuyu ele aldığımızda ise, yine biyolojimizden kaynaklı çıkan veya çıkmayan sakal-vucut kılları, o kişinin kendisini nasıl daha iyi hissettiği gibi duygu durumlarını etkiliyor ve kişi bu duygu durumlarını kontrol etmek adına vucut kıllarını kesiyor ve kesmiyor. 
-Kadınlar özelinde ise saç uzatmak, kısa kesmek, kapatmak veya açmak gibi etkenler ağırlık basmakta. 

-Sakal özelinde konuyu ele almaya devam ederken, Davranışçılık Yaklaşımı’nda ise; kişi yine biyolojisinin getirisi olan sakalını veya saçını, dış uyaranlardan aldığı etkiler sonrası bunlara bir tepki olarak kesiyor veya şekil verebiliyor. Bu uyaranlar; kişinin dini, yaşadığı bölgenin hava durumu, cinsiyeti, yaşı gibi birbirinden farklı bir çok neden bulunmakta. 
Son yıllarda ise kılları, bendenlerinin doğal bir parçası olarak gördükleri için bu kılları almayan ve toplumun dayattığı görsel kadın imajının dışına çıkıp kendini bu şekilde daha iyi hissettiğini ve bunun doğallığını savunduğu için sorun etmeden yaşayan bir çok KADIN bulunmakta.
Bu anlamda, kişinin kendi görüntüsünden-bedeninden memnuniyet derecesine göre davranışını normal görüyor ve bunu destekliyorum.
Görsel ve Haber Kaynak linki: https://onedio.com/haber/bedenlerinden-utanmiyorlar-vucut-tuylerinin-tamamen-normal-oldugunu-gosteren-16-unlu-711142 Haberde vucut kıllarını almayan ünlüler arasında; Madonna, Drew Barrymore, sophia Loren, Miley Cyrus, Penelope Cruz, Julia Roberts, Beyonce, Britney Spears’a yer verilmiş. 


-Psikanalitik Yaklaşım’la derinlemesine açıklayamıyorum. Çünkü zaten sakal durumu sadece biyolojik bi nedenden kaynaklı. Ama psikanalitik yaklaşım çerçevesinde zorlayarak bakmam gerekirse, belki burada, kişinin sakalına, saçına verdiği şekil veya uzunluk kısalık gibi nedenlerle onun bilinçaltını yorumlayabilirim. Örneğin bazı erkeklerin dişil enerjisini saklamaktan yorulup bunu SAÇ UZATARAK dışarı yansıttığını biliyorum. 
Tüm uzun saçlıların dişil enerjiye sahip olduğunu söyleyemem fakat bu davranışın günümüzdeki nedeni-dışa yansımasının nedeninin bu olduğu biliyorum. Bir çok eril enerjiye sahip kadının da kısa saçlı takılarak “panç” denilen erkeksi yaklaşımı sadece yakın çevreleriyle paylaştıklarını da söyleyebilirim.


-Sosyokültürel Yaklaşım’da ise kişiler yaşadığı toplumun kültürüne uygun şekilde davranarak kabul alırlar ve bu kabullerle topluma uyum sağlayıp, dışlanmadıkları için yaşamlarını kolaylaştırmış olarak devam ettirirler. Ait oldukları toplumun onlardan beklentilerinde vucut kıllarının nasıl kesilmesine dair kurallar varsa, birey toplumun bu beklentisini cevaplayacak şekilde davranarak, davranışı zihinsel bir kod gibi işleyerek öyle devam ederek yaşamını sürdürür. bu topluluktan topluluğa değişebilir, çünkü çevre şartları, inanışları veya liderlik vasıflarına göre farklı şekillerde sürdürülen bir alışkanlığa dönüşmüştür.
(Şöyle bir makale de bulunmakta: Eski medeniyetlerde saç ve sakal nasıldı: https://gq.com.tr/bakim/eski-medeniyetlerde-sac-ve-sakal-nasildi )


-Davranışçı Yaklaşım ile ele aldığımızda, kişinin bir dini lider olduğunu ele aldığımızda, belkide o toplumda sakal bırakma sadece liderlere özgüdür ve lider bu sakalı kesmemek yasağına uyarak bu davranışı devam ettirir. Liderin davranışını da halk takip eder. 
Bunu düşünürken aklıma Firavunlar Dönemi’nde yaşayan Tanrıça’nında sakalı olmamasına rağmen takma sakal takarak halkın karşısına çıktığı konusu geldi. 
Ya da diğer bir konu olarak; keşişlerin veya hacıların belli dönemlerde tüm vucut kıllarından arındıkları ve o dönem sonuna kadar vucutlarına bir daha bıçak vurmadıkları veyahut sürekli kazıttıkları inanışlarda bulunmakta. Tüm bunları çok insancıl buluyorum.

Ortaçağ Rahiplerinin ilginç saç traşı TONSURE: 
https://foicey.com/ortacag-rahiplerinin-ilginc-sac-tirasi-tonsure-nedir/ 



2-Sıraya Girmek; KÜLTÜR haline dönüştürülmüş klasik bir tek tipleştirme DAVRANIŞI. Kişi sıraya girerek daha ilk yaşlarında, toplumun onu nasıl görmek istediğine, onu nasıl gördüğüne ve toplumun beklentisine göre şekillendirilmeye başlamıştır. Bu DAVRANIŞın sürekli tekrarlanışıyla, özü itibariyle iyi olan-doğan İNSAN’ın (çocuğun) BİLİNÇ’i onu topluma ayak uydurma ve yaşadığı toplumla iyi geçinmeye dair bir algıya yönlendirir. Böylece çocuk-insan, o toplumda yaşadığı süre boyunca her zaman adeta bir SIRAYA GİRMEK eylemi göstererek, aslında farkında olmadan topluma adapte olmuş olarak yaşayarak hayatına daha az sorunsuz devam edebilir hale getirilmiş olur.
İlk yaşlarda bu alışkanlığı edinmesi, onun sonraki yaşamındave hatta yetişkinliğinde de hayatını kolaylaştırır. Çünkü yapmamız gerek işlerde bizden önce gelmiş olana saygı duymak ve sıramızı beklemek gibi eylemlerde bulunarak kişinin önceliğinin olduğunu kabullenmişizdir ve bu bizi o gün daha sakin ve rahat tutmaya yaramaktadır.
Sıraya girmek sadece sosyal hayat içerisinde kahve almak, market alışverişi sonrası ödeme yapmek gibi amaçlarla değil; politik, askeri, dini veya başka nedenlerde de kendini göstermektedir. 
Askerde boy ve rütbe sırası, dini liderlerde imam-papaz-haham’ın en önde olması, politik arenada ise sözcü olarak liderin en önde yer alması gibi farklı farklı nedenler bulunmakta.


3-Erkeklerin kadınlardan daha saldırgan olmalarının nedenin
de başlıca sebep biyolojik (testesteron hormonu) olsada, bunun günümüzde hala geçerli olmasının erkeklerin saldırganlığının haklı görülmesi demek olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda daha erken yaşlarından itibaren oyunlarının farklı olması, onu daha sert ve saldırganlaştırdığını düşünüyorum. Oyunlarından, konuşmasına, yemek yiyişinden giyinişine kadar sürekli ne yapması, yapmaması nasıl davranması gerektiği söylenen bir çocuğun, büyüdüğünde hormonlarının da etkisiyle kadınlara göre daha çok saldırgan olması olağanlaşmış oluyor. Fakat bu olağanlığı, kişinin kendisi olabildiği, kararlarını kendisinin verdiği ve davranışlarının kendisinin yönetebileceğini anladığı ve buna göre davranmaya başladığı zaman bunların değişiminin mümkün olduğunu kendimden biliyorum. 
Bu yüzden her erkek saldırganlığının gerçekleştiği olay için “saldırı sonrası bireysel olarak testler yapılması ve saldırganlığının sadece hormonlarından mı, yoksa kişiliğine zorla oturtulmuş çevresel nedenlerden mi kaynaklandığının  araştırılması” gerektiğini düşünüyorum. Çünkü hormonlarım bana “döv diyor, beni sert yetiştirdiler” diye birine saldırmak ve saldırgan olmama rağmen hoşgörüyle  karşılanmak pek akıl kârı gelmiyor. Saldırganlığı salt hormonlara ve yetişme tarzımıza bağlamak biraz fazla kolaycılığa kaçıyormuşuz gibi geliyor bana.
“o zaman, yetişkin kadınlarda testesteron alsınlar ve saldırganlaşsınlar. Böylece gerçekleştirdikleri her saldırı sonrası kendilerini “hormonlarımdan kaynaklanıyor” diye savunabilirler. (Bu önerim bana komik geldi ve  kendi kendime de güldüm.)


Tüm bunlara dönüp baktığımda, biyolojiyi dışlamadan ama tamamen Hümanist Yaklaşım’ı kendime daha yakın buluyorum ve bu davranışları Hümanistik Yaklaşım’la değerlendirmemin daha doğru olduğunu düşünüyorum. Çünkü insanın bedensel olarak kendisiyle barışık yaşamasını ve bu sayede daha mutlu ve huzurlu hissetmesinin mümkün olduğuna inanıyorum.
Davranışlarımızı değiştirme gücümüzün olduğu, bilişsel veya biyolojik vs nedenlerin tamamen yok sayılmadığı fakat bunlarında harmanlanarak saldırganlığın, davranışlarımızın, hayatı algılayışlarımızın yeniden tanımlanabilirliliği fikrine yakınım.

25 Ocak 2024

birbirinin etini yemeyi seven erkekler arasında kaybolmak

yazı şurda başlamıştı, ama uyarayım çok uzun ve yinede canıma canına okumak istersen buyur TIKLA: https://hayaterkegi.blogspot.com/2024/01/kitapsz.html

…Tüm bunları geç de, yukarıda okuduklarından sonraki şimdi ve tam şu anda, bana acımaya başlayıp merhamet duygularına yenik düştüğün için nasıl biri olursam olayım beni anlamak için okumaya ve tüm haksızlıklarıma hak vermeye ikna olduysan, aşk diye adlandırılarak temize çekilen sikiş hayatımı anlatmaya geçiyorum. Hazır mısın balım?

————

    Karım tarafından kaçıncı terk edilişim olduğunu sayamadığım tekrar terk edildiğim 28. yaşımda, onu ikna etmek için peşinden gitmeye son vererek, kendimi gerçek ibnelerin arasına DAN diye atıverdim. Bu seferki DAN atılımım ilk olsada, bu yaşıma kadar kıstırıldığım her köşede taciz edilmek veya dayak atılmak için söylenen “top, ibne, yumuşak, oğlan, kız gibisin lan” cümlelerinden dolayı ibneliğimi çoktaaaaan kabul etmiş, zaman içerisinde de bazı çok çok çok yakınlaşmaları da kendim deneyimleyerek yarrağın tadına ucundan azcık bakmıştım. Fakat bu DAN atılımım şimdiye kadarkilerden çok çok çok çok farklıydı ve bundan sonra daha da farklı olmasına kesin karar vermiştim. Yani; artık gerçekte ibne olan ve ibne olarak da ayan şekilde yaşayan ibnelerle olacak ve onlardan daha gerçek bi ibne olarak yaşayacaktım. Hatta işleyeceğim o büsbüyük günahların bile artık sevap haneme yazılacağını düşünecek kadar kendimden de emindim! Çünkü yaşasın, karım beni terk etmişti ve ben artık tamamen özgür, gerçek bi ibneydim!

Karım beni terk etmişti ve işte bende ibne olarak yaşamaya karar vermiştim diye, kafamdaki yargılarla beraber gerçek ibne olduğunu sandığım topların arasında girdim ama çok geçmeden de Gerçek İbne’nin de sadece kendim olduğumu anlamakta gecikmedim. Çünkü ibneliği saf aşktan ibaret sanan o uzaylı ben, şimdi aralarına girdiğim bu yüzlerce top’un birbiriyle çoktaaaaan yatmış olduklarının farkında değildim ve tüm utangaçlığıma rağmen neden kapışılmak istendiğim hakkında da bir fikrim yoktu. Şimdi dönüp bakınca o günkü benin ilk aylarındaki o ben, onlar için; tanrının bir lütfu olarak çok acilen tadına bakılması gereken leziz bi et parçası dışında hiçbir şey değildim.
Tüm çirkin ilgilerine rağmen kendimi koyvermedim ve üstümde karımın korkusu olmadan aşık olup, uğruna ölüp biteceğim o adamla karşılaşmak için aralarında gezinircesine yaşamaya başladım.
Önümde hiçbir engelin kalmadığı, vaat edilmiş toprakların artık sahibi olduğum ve üzerinde çevreyi tanımak isteyen bir yabancı ürkekliğinde tüm ibne ortamlarını gezinmeye başladığım o ilk günler biraz tırsıyordum ama sonra yavaş yavaş alıştım ve bedenimi müziğin ritmine bıraktığımda, tüm eller götümde veya bacak aramda bitmeye başladı. İlk küçük şoklardan sonrada devam etmeye başlayan bu tacizlerden zarar görecek kadar hiç ürkmedim çünkü zaten çocukluğumu da içine alan şu beş para etmez hayatım boyunca, yer yer sırf TOP olarak görüldüğü için yakınlaşılan biri olarak, ilk erken yetişkinliğimin bu yıllarına çoktan antremanlı olarak girmiştim. Fakat buna rağmen bu ilgi karşısında yine de biraz şaşkındım. Çünkü burda bireyselliklerinden kurtulup yığın haline gelmiş olan bu eşcinseller, eşcinsel olmanın kendilerine sağladığı hakla, davetsiz olarak bir başkasının bedenine uzanıp orda istediği şeyle oyalanmayı haklı doğal hayatlarının bir parçası olarak görüyor ve öyle davranıyorlardı. Burdaki ibneler ibneyse, ben ibne değildim ama ibne değilsemse ben neydim allahım?
Kimseden izin almadan, rıza nedir bilmeden, sırf ibne oldukları için birini taciz etmenin kendilerine doğuştan verilen bi hak olduğunu sanarak herkesi güzel veya çirkin bi et parçası olarak sınıflandırdıktan hemen sonra dokunmak, ellemek, kendini ona ellettirmeye zorlamak ve biraz azdırıp köşeye çekmek falan tek amaçlarıydı.
Birinin bedenine izinsiz dokunmak, ilk dokunuştan sonraki sessizlikten cesaret alarak onu öpmeye kalkışmak, sıkıştırdığı ilk köşedeyse davetsiz ve rızasız olarak karşısındakini bi kere sikmek veya kendini siktirmek için her şeyi yapmaya hazır olduğu belli şuh bakışlarla üzerine üzerine yürümek eşcinsel olmanın şartlarından biri gibiydi ve açıkçası orda öylece durup ne yapacaklarını ve bu haksızlıklarının kendilerinde bir hak olduğunu sanarak ne kadar ileri gidebileceklerini iğrenerekte olsa net olarak öğrenmek istiyordum. Bu yüzden kendimi, tanışma süreci olduğunu düşündüğüm o ilk bi kaç günün hızla geçip gitmesi için tacizcilerimin arasına bırakıverdim.

Gerçekten de bi kaç gün sonra içinde açık saldırganlığında olduğu tüm taciz çeşitlerine tamamen alışmıştım ve zaten artık taciz edilmeyi bile taciz olarak görmüyordum. İşte o zaman, çocukluğumun da içinde olduğu geçip giden yıllar boyunca biriyle iletişime geçtiğim anda, insanların tiz sesimden ve farkında olmadan yukarı kalkıp oraya buraya sallanan el kol hareketlerimden dolayı beni ibne-top olarak gördükleri o ilk andan sonra neden hemen sikmeye çalıştıklarını veya kendilerini bana siktirmeye çalıştıklarını anladım. Çünkü tanışmaya başladığım ver artık tamamen yığına dönüşmüş yüzlerce götveren, içine doğmak istedikleri bedeni başkasının ruhuna giyiliyken gören bu leş yiyicilerin tümü, göreni kendilerini sikmeye davet mektubunu bizzat kendileri vermişcesine davranıyorlardı ve toplumda bunu böyle kabul etmişti. Yani taraflardan birinde olan dişilliğe dair en ufak bir iz taşıyan her cins ve şeyle, kıstırıldığı ilk köşede cinsel münasebet kurulabilirdi ve şimdi net olarak anlıyordumki; aslında ben henüz tüysüz bi oğlan çocuğuyken bile sikilmekten hep kıl payıyla kurtulmuştum ve o günlerdeki gözlemlerimden edindiğim bu ilkel bilgi benim için gerçek bi şoktu.

Üzerimdeki şoku atlatarak oraya ait olmaya çalıştığım için normalleşmeye doğru yol alan tüm o çarpık davranışlar, yani; bedenimde izinsiz gezinen eller, avuçlanan taşşaklarım ya da biraz utangaç olanların mekânın sıkışıklığından yararlanarak yanlışlıkla olmuş gibi sürekli bacak arama sürtüp durdukları götleri şehvete dair hiçbir şey uyandırmıyordu. Bu davranışlarının yanlışlığını açıkça söylemekte bir şey fark ettirmiyordu. Çünkü tüm bu davranışların gerçekleştirenlerin bi çoğu, sosyal hayatlarında gün boyunca kendini ve içsel dünyasını kendisini yansıtacak şekilde yaşamaktan geri kalan korkak götverenlerdi ve şimdi burda herkes eşcinsel olduğu için, gün boyu bastırdıkları o homoluklarını, barın kapısında belirdikleri daha o ilk anda koyveriyor ve önüne çıkan ilk cinsiyetdaşını taciz ederek, sanki karşısındakinin bedeninde mutlak tartışmasız bi şekilde kendisine ait olanı almaya hakları varmış gibi davranmaktan geri kalmayarak, geceyi en azından ayak üstü bi sikişlede olsa bitirmek istiyorlardı.

O zamanlar, şimdiki bilincimden çok çok çok uzaklarda olmama rağmen, karşılaştığım tüm o insanların davranışlarında nedenini bilmediğim veya anlamadığım şekilde bir şeyleri eksik veya yanlış buluyordum ve bu yüzden biri bana ilk olarak dışarıda bi yerde kahve içme teklifinde bulunmak yerine seks yapalım dediğinde hemen ortadan kayboluyordum.
Bazen tüm o ilk tanışılan anda yapılan birlikte olma tekliflerinin, şehvet kokan ortamların alkol, uyuşturucu, hap türü diğer kimyasallar ve seks bağımlılığıyla beraber kirli yapışkan ilişkilerin içinde kendim olarak kalmaya çalışıp tüm tekliflere inatla hayır derken çok yorulurdum ama en azından aradığım aşkı ayaküstü sikişirken veya alkolik bi uyuşturucu bağımlısı olarak bulamayacağımdan da emindim. Eğer bulacağımı bilseydim, sanırım anında alkole veya uyuşturucuya teslim de olurdum.
Tüm bunlara rağmen, yani ordaki herkes benim aksime davranıp yaşarken sanki bir şeyleri yanlış yapan benmişim gibi gelirdi bana ama yine de içime sinmediği için kendimi olabildiğince sadece müzik ve bir kaç ayak üstü öpücükle yetindirmeyi de başarırdım.
Gecenin sonunda eve tek tabanca olarak dönüp yatağa girdiğimde; hayatıma girmesini istediğim, hayatına bir anlığına da olsa girdiklerim veya hayatıma bir kaç boşalmalık girip çıkmış o çok seçilmiş erkeklerimi düşünüp osbir çekip göğüs kafesime doğru patlayıp uyuya kalmaktan geri kalmıyordum ama ertesi sabah pişmanlığı denilen o ezikliği yaşamadan da kendimin doğru yolda olduğuna emin olarak güne içim rahat bi şekilde başlayabiliyordum.

....devamı; KAFAM KADAR GÜZELDİM https://hayaterkegi.blogspot.com/2024/02/kafam-kadar-guzelim.html

24 Ocak 2024

Sosyoloji Ödevim'den 100 aldım-Starbucks Çay Bahçesi

Geçen ay sosyoloji dersi vize sınavım vardı ve aşağıdaki satırları yazarak 100 aldım. Nasılsa hocanın benimle ve notumla işi bitti, en azından çöp olmasından da buralarda yayınlamaya devam edeyim.
Aşağıdaki yaklaşımım hakkında siz ne düşünüyorsunuz?

Vize Konusu
1. Bir Starbucks şubesini ziyaret edin ve mekan tasarımından ürün sunumuna, müşteri ilişkilerine varıncaya dek pek çok yönüne dair gözlemler yapın.
2. Geleneksel bir kahvehanede de benzer alanlara ilişkin gözlemlerde bulunun.
3. İki toplumsal mekanı, bütün özellikleri itibariyle karşılaştırın.
4. İki toplumsal mekan arasında ne türden benzerlikler ya da farklılıklar söz konusudur? Tartışınız.


Starbucks şubeleri izlenimlerim
Bir bölgenin sürekli canlı olan ve insan trafiğinin yoğun olduğu merkezinde, günün modern mimarisine uygun şekilde inşa edilmiş yapılarda açılan Starbucks, daha ilk bakışta “israf” diye tanımlayabileceğim kadar abartılı olan ışıklandırması, sadece mekanı ışıklandırmak için değil, aynı zamanda mekânın farklı köşelerinde-alanlarında farklı renklerde ışık kullanımıyla markanın renklerini öne çıkararak, kendi atmosferini yaratmak üzerine kurgulanmış şekilde yerleştirilmiş.
Mekana girildiği anda, insanın içinde sıcaklık hissi yaratan bu ışıklandırmalar, aynı zamanda belli dönemlerde daha fazla tüketilmesi istenen ürünlerin hangileri olduğunu da belirleyecek-işaret edecek şekilde yerleştirilmeye özen gösterilmiş ve olası müşteriler “ay’ın” veya “haftanın kahvesi” olarak isimlendirilmiş ürünü sipariş etmeye yönlendirilmiş oluyorlar.

Duvarlardaki kahve renkleriyle harmanlanarak yakalanan ve dönem dönem değiştirilen görsel çalışmalar sayesinde burası bazen bir yeme içme mekanı olması yanında, içeri giren kişide bulutlu bir sanat galerisi çağrışımı yaptırmaya varacak kadar özen gösterilmiş. Müşterilerin burada tükettiği şeyin sadece kahve olmadığı-olamayacağı mesajı, daha en başından zihinlere gönderilmiş oluyor.


Girişe fazla uzak olmayan konumuyla, geleni onlarca çeşit kahveden birini sipariş verdirmeye yönelten alandaki kasiyer dahil olmak üzere, çalışanların hepsinin isimleri yakalarındaki kartlarda yazılı. Bu durum, müşteriyi, kasiyer dahil tüm çalışanları daha önce hiç tanımıyor olmasına rağmen sanki tanıdık birine sesleniyormuşcasına ismiyle hitap ettirerek, bu aşamadan sonraki iletişimi daha yumuşak tutturup, olası iletişim kazalarını önleyecek veya görmezlikten gelecek zorunlulukta bırakıyor. Aynı zamanda ilk temasın bu şekilde olması, müşteriye; mekana ait olma hissi veya sahiplik durumu yaşatıyor.

Kasiyere (Ayşe, Ali) adıyla hitap edilerek, zor isimlere sahip onlarca ürün içinde kişiselleştirilebilerek verilen sipariş sonrası yapılan ödeme aşamasında, kasiyer Ayşe’de müşteriye adını sorup öğreniyor ve müşterinin adını, markanın verilen siparişin hazırlanma aşamasında kişiselleştirilmesini sağlayacak şekilde hazırlattığı kahve bardağına yazıyor ve bardağı, yanındaki çalışma arkadaşlarına iletip, siparişin hazırlanmasını tetiklemiş oluyor.

Bardak, ürünü ve hangi boyda ürün verildiğini belirliyorken, üzerindeki kutucuklara atılan TİK işaretleri de verilen ürünün tat yoğunluğu, içerikleri gibi diğer bileşenleri belirliyor ve bardağı alan resmi iş elbiseli Barista Ali veya Fatma, bir kaç dakika içinde farklı aşamalardan geçirilerek son halini alan siparişi tamamlamış halde tüketime hazır bi şekilde “tüketici” değil artık bir “misafir” olarak tanımlanan kişiye, bardağın üzerindeki adıyla yüksek sesle hitap ederek siparişinin hazır olduğunu söyleyip, elindeki tek kullanımlık dolu karton bardağı siparişlerin bırakıldığı alana bırakıyor.
Adı seslendirilen Gamze-Mehmet siparişi hazırlanma aşamasına geçerken oturacağı yeri seçmiş, mekanın sunduğu ücretsiz internete bağlanmış, eşyalarını bırakmış ve mekanın duvarlarında yankılanan adını duyup gelerek adının yazılı olduğu bardağı büyük bir gururla alıp yerine dönmüştür.
(Henry Ford, ürün montaj hattından farkı olmayan bu aşamaları görseydi ne derdi acaba veya gözleri yaşarır mıydı?)

Mekanda sadece gündelik geçici misafirler değil, her gün aynı saatte ve aynı arkadaşlarıyla gelip aynı içeceği alanlarda bulunmakta. Çünkü onlar, markanın yeni tanımlamasıyla müşteri deği, artık birer gerçek misafir.
Misafirleştirilmelerine rağmen burada herkes birbirinden kopuk ve fazlasıyla bireysel, zihinler farklı sorunlar ve konularda yoğunlaşmıştır. Ortak bir kültürden çok, sürekli değişken olan bir dünyaya ayak uydurma ve ona yetişmeye çalışan bu kalabalıkların tükettiği şey sadece bir kahve değil, bir imaj veya imajlar dünyasıdır. Önemli veya önemsiz hayatlarında tüketicilikten, adlarıyla hitap edilerek misafirliğe terfi edilen bu kalabalıklar, akıp geçmekte olan değersiz yaşamlarında kendilerini sipariş verme ve siparişin hazırlanma aşamalarında hissettirilen önemli kişi olma duygusu karşılığında, markanın daimi birer tüketicisine dönüştürülmüş olarak, markanın başka ülkelerden getirdiği ürünü tüketirken, hem kendilerini, hemde markanın ürünü servis aşamasına kadar getirirken yarattığı devasa  sömürüyü devam ettirirler.
Ve evet artık savaş, birbirini tanımayan, birbirleriyle hiçbir zaman husumeti olmayacak insanların karşılıklı cephelerde saklanarak birbirlerine ateş etmeleriyle değil, birbirlerini bir anlığına tanıyıp bir kaç kurşun parası tutan kahveleri yudumlarken gerçekleşiyor.
Burda herkes birbirinden habersiz birer savaşçı olmasına rağmen yanlarında hiçkimse ölmüyor. Fakat kahve zincirinin ürün tedariğini sağladığı gözlerden uzak bölgelerdeki ilkel yaşam koşulları altında ölümler gerçekeleşmeye devam ediyor. Sömürü, askerlerin misafirleştirilerek alıcı-verici’ye dönüştürülmesiyle devam ediyor.


Geleneksel kahvehane izlenimlerim
Şehirden çok, bulundukları mahalle veya semtin canlı bölgesinde konuşlanan ve bulunduğu 3-5 km karelik alanı canlandıran kahvehaneler; mahalle veya semt sakinlerinin müşteri olmasıyla öne çıkıyor. Burada herkes birbirini gerçek anlamda tanır. Birbirlerinin işini, yaşını, özel hayatına varacak kadar detaylı konularda tüm bilgiye sahiptirler. Bunun nedeni, gerçek tanışıklıktandır.
Burada çoğunlukla kişisel gündelik sıkıntılar veya gündemdeki ana konular konuşulur ve tamda bu yüzden burada kültür uzun zaman boyunca sabit kalır. Aynı üzüntüler, aynı düşünceler, aynı konular. Kısaca aynılıklar etrafında dönen bir habitat var olmuştur.

Ürün çeşitleri çay, türk kahvesi veya gazlı içecek gibi 3-5 çeşit olurken, çalışan veya kahveyi işleten de hep aynı kişidir ve gündelik giyimiyle çalışmaya devam eder. Uzun zaman boyunca el değiştirmeyen mekân, belki işletmecinin ölümü veya önemli bi hastalığı nedeniyle el değiştirebilir. Bunun dışında sabittir.
Mekan, bulunduğu semt-mahallenin politik veya popüler düzenine göre şekillenmiştir, şekillenmeye devam eder ve bu çerçeveyi tamamlayıcı renklere, posterlere, süs objelerine sahiptir. Oturaklar genelde sandalye veya küçük tabureler halindeyken, bakışların ona yönelik veya yönelebilecek şekilde olduğu merkezde daima bir televizyon bulunur ve televizyonda, kahvehanenin bulunduğu semt-mahalle’nin siyasi görüşüne yakın bir kanal açıktır. Belki futbol gibi daha enerjik ağırlıklı etkinliklerin olduğu günler, maçın yayınlandığı-yayınlanacağı kanal açık olabilir.
Değişen şartlar içinde televizyon yine açık olsada, artık internetsiz bir kahvehane de bulmak imkânsızdır. İnternet sayesinde, şimdi her ne kadar farklı cephelerde birbirimizi gözleyip başımızı kaldırdığımız anda alnımızın çatısına bir kurşun yiyecek durumda değilsek bile, okyanusun ötesinde olan birbirimizin başına gelenleri izlemek, okumak imkânına sahibizdir.
Kahvehanede sunulan ürünlerin çok çeşitli olmaması, işletmeci ve müşteri arasında hesabın kolay yapılmasını sağlarken, hesap ise masadan kalkıldığında topluca ödenir. Parası olmayan bir sonraki gelişinde ödeme yapabilir, yapmasa bile bazen ay sonunda topluca ödeme yapılması durumu da vardır.
Çalışan sayısının en fazla 2 kişi(kazancı denilen çay yapan kişi ve çay servisi yapan) olması ve gelenlerin eşraftan olması tanıdık sabitliği sağlar. Bu aynı zamanda kimin ne olduğu, ne yaptığı, ne yapacağı gibi bilgilerin de hızlı yayılması demektir.

Mekânın ışıklandırması estetik veya konumlandırma gibi faktörlerden değil, ihtiyaçlardan kaynaklıdır ve bu doğrultuda şekillenmiş, yer verilmiştir.


İki Mekânın Benzerlikleri
-Dinlenme, sosyalleşme odaklı mekanlar olmakla beraber, ilk amaçları tüketim-para kazanmadır.
-İçecek odaklı açılmalarına rağmen, dönüşüm geçirmişlerdir ve yaşamın süreğenliğinde doğal bir değişim yaşanmış, yaşanmaya devam etmektedir.
-Bazen işlevlerinden tamamen bağımsız olarak sadece bir lokasyon görevi görürler.
-Ücretsiz internet, tuvalet vb imkânlar
-Çalışan ve müşteri isimleri bilinir ve karşılıklı isimlerle hitap edinilir.

İki Mekânın Farklılıkları
-Kahvehanede isimler samimiyet ve gerçek tanışıklıktan dolayı bilinirken, Starbucks’da ise isimler bir görev-iş yapış şekli olarak biliniyor.
-Mekan seçimi ve konumu Starbucks’lar için şehrin can attığı noktalar olurken, kahvehaneler için bazen başka bir seçim şansı olmadığı için açılan herhangi bir yer olabilir.
-Mekan ışıklandırması gibi durumlar birinde tasarım-estetik öncelikliyken, diğerinde ihtiyaç durumuna göre şekillenmiştir. Bazen kahvehanedeki dış lamba haftalarca yanmıyor olsa bile önemsenmez.
-Starbucks, sınırsız ürün çeşitleriyle kafa karıştıran ve “misafir” denilmesine rağmen “tüketici” olduğu gerçeğinin, bu sınırsız ürün çeşidiyle saklanamadığı ve böylece her defasında farklı bir ürün satışının hedeflerken, Kahvehane çay-türk kahvesi gibi basit ürünleriyle varlığını devam ettiriyor.
-Çalışan sayısı farklıdır.
-Çalışanların isimleri farklıdır; kazancı, çaycı, barista gibi.
-Starbucks iş elbiseleri-üniforması varken, Kahvehane’de gündelik elbiselerle çalışılır.
-Starbucks’da çalışan ve müşteri birbirine isimleriyle hitap etmesine rağmen gerçek anlamda birbirini tanımaz ama Kahvehane’de gerçek tanışıklık söz konusudur. Üstelik kimin hangi masaya, hangi gün ve saate geleceği gibi detaylarda herkesçe bilinir ve kabuldür.
-Biri zincir mağazalardan oluşurken, diğeri bireysel olarak açılmaktadır.
-Ürün tedarikleri birbirinden tamamen farklıdır.
-Açılan kahvehanelerin işletmecileri genelde elinde bir mesleği olmayan, meslek edinememişlerden oluşmaktadır.
-Birinde adeta FORDİZM koklanabilirken ve hatta tamamen aşikârken, diğerinde sadece temel-basit bir VER-AL vardır.

22 Ocak 2024

insan ALLAH ve genc ergen ibne BEN

Yazının BAŞI için şuna TIKLA https://hayaterkegi.blogspot.com/2024/01/kitapsz.html

 ...Şimdi “YAZ” emri verilmiş bi daktilo gibi rahat rahat yazıyorum ama açıkçası böyle şeyler diyemediğimi de zamanla anladım. Oysa diyebilmeliydim ya neyse, şimdi zaten iş işten çoktaaan geçti gitti. Fakat şunu bilsinlerki o piçlere de çok kızgın değilim çünkü abimin boyunun 193cm, kilosunun 112 ve bu ölçülerden anlaşıldığı kadarıyla elleri de fırıncı küreğinden hallice olduğundan haberleri yoktu ve bu yüzden tekrar etmeliyimki; ben o zamanlar gerçekten günü dayaksız geçirmek dışında başka bi derdim olmadan yaşardım.
Hem zaten küçücük fıçıcık içi dolu turşucuk olan ergen beni, abim ve yengem besledikleri için onlara karşı gelebileceğim bi şey de yapamazdım. Bana ekmek veren onlardı ve bunu her fırsatta yüzüme ŞAK diye vurarak, kenarlarına oturduğumuz sofra bezinden daha değersizleştirilmiş kişiliğimle “yat deyince yatan, kalk denilince kalkan bi şey”e dönüştürülüp kalmıştım. Oysa sadece yaşı küçük bi insandım ve bunun da hiç farkında değildim amınakoyim yaa.

Abim beni olmadık anlarda kılıfına uydurarak kendine göre uygun ve güzelce uydurduğu basit bahanelerden yola çıkarak azarlayarak iyice ezdiğinde, yetmediği zaman ise dövdüğünde, onca insanın uğradığım bu haksızlığın körünü oynadığını bilmeden allah'tan başka kimsem olmadığını kabullenmiş ve allah'ın insan olmadığı için yapabileceği bir şeyin olmadığını fark edip susmaya karar vermiştim. Dövdüğü zamanki ağlamalarımın nedeni yanağıma nakşettiği fırıncı küreğinden ibaret kızgın ellerinden çıkan tokatların yarattığı acı değil, her an tokat yemeye hazır ve nazır olan o küçücük yanaklarımın sahibi olan kendimin çaresizliğineydi. Ben “dayak yemeye, her an hazır olmam gerektiği” kabul ettirilmiş halde yıllarca yaşarken, çevremizdeki herkes de bunu biliyordu.
Yaşadığım kötülüğün doğallaşmış olması bana hiç tuhaf gelmedi. Ama büyüdükçe anladımki; kötülüğe maruz kalıyor olduğumun herkes farkındaydı. Bundan dolayı da sanırım o çocuk zamanlardaki bana bunun gizli olmadan yaşatılıyor olması bu kötülüğün ayan beyan olması, o çocuk zamanlardaki bana da bunun kötülük olarak algılayamıyor olmama neden olmuştu ve ben yediğim her dayakta, oturduğum sofrada söylenen her “çok yedin” cümlesinden hiç kırılmadım.
Sadece yanlış yaptığım için dayak ve sofradaki tabaklardan çok atıştırdığım için azar yemeyi hak ettim diye düşündüm, bu yüzden de azarlanmayı ve dayak yemeyi hep normal gördüm.
Bana özel olarak şekillendirilerek normalleştirilmiş bu kötülüğün, kötülük olduğunun farkına varıncaya kadar da ben ailem için; nefes alıp veren, aldığı komutlar doğrultusunda hareket edebilen basit bi eşya gibi muamele görmekten geri kalmadım, geri bırakmadılar beni. 18’ime kadar dayak yemekten geri kalmayacak şekilde yaşarken ve artık bi gün kendi kendimi gaza getirmemin sonucunda ortaya çıkan cahil cesaretimden aldığım güçle uzaklarına kaçıp gitmemden sonraki o uzun yalnız yıllar boyunca da kendimi herkes için nefes alabilen bi eşya olmanın ötesinde göremedim.
Evet ben; sokaklarda gezip tozarken, aç kalmamak için hırsızlık yapmamak uğruna herhangi bir işe çoktan razı olmuş halde yaşarken bi eşya olmanın bi tık üstüne çıkmıştım ama içime, kemiklerime, ruhuma işlenen koddan tam olarak kurtulamadım. O kod öyle serttiki, onu kırmak için çok çekmem ve kendimi çok ezdirmem gerekecekti ve bende hiç kimsenin bana acımaması gibi kendime hiç acımadan çektirmeye başladım. Benden istenen buydu ve bende onların bana acımaması gibi, kendime hiç acımadan öyle davrandım.
O zamanlar çocukluğumdan bu yana aşılanan Aptal Allah inancınında henüz yeni yeni farkına varmış ve Aptal Allah inancını kendimce yıkmam gerektiği düşünceleri filizlenmeye başlamıştı ve bende gizli gizli bu duvarın oyuğunu bulmaya çalışıyordum. Allah, ailem ve tüm o yaşayıp doğduğum coğrafyanın geneli için kandırılması kolay bir şeyden başkası değildi. Allah, hemen dolandırılabilir ve koyduğu kuralların etrafında dört dönerek kandırılması için ne kadar zeki olduğumuzu kendisine ispat edeceğimiz bir şeydi. allah insan değildi ve bu yüzden kandırılması kolay bir olguydu. ideaydı.

Tabii o yeni ergenlik yaşlarımda, aslında öğretilenin dışında bi Allah olduğunu da yeni yeni anlamaya başlamıştım. Çünkü öncesinde çok detaylandırmadan ve alelacele geçiştirilerek üstünkörü bi şekilde hiç bilmediğim bi dilde varlığından bahsetmişlerdi falan. Sonrada bitmez bi şekilde Allah’ın gönderdiğini söyledikleri din olan İslam’dan bahsedip durdular ama bedenimle beraber sikimde büyüdükçe, anlattıklarının aslında İslamiyetle uzaktan yakından hiç alakası olmayan bir sürü saçma sapan şeyi daima tekrar edip durarak beni de kendileri gibi gem vurulmuş bi eşşeğe dönüştürme çabasının ürünleri olduğunu anladım. Anlayıncaya kadarsa,  Allah’ın gönderdiğini söyledikleri o saçmalıkların çoğuna inanarak acı çekmekten geri kalmadım. Yani allah belamı verecekti veya işte her an vermek üzereydi falan gibi.

Bana öğretilen korkunç Allah dışındaki arayışım nasıl başladı, nasıl buldum hatırlamıyorum. Ama o ilk dönemlerimde tanıştırıldığım Allah’ın, durmadan herkese nefret kusan bir insan düşmanı olduğunu çok iyi anımsıyorum. Resmen allah bize, tüm insanlığa düşmandı ve biz ona barış imzalatmak uğruna öğrene geldiğimizi tüm numaralarımızı göstermekten, onu kandırmak için her oyunu oynamaktan geri kalmıyor gibiydik.
bu yüzden olsa gerek, bende herkes gibi Allah’la sürekli pazarlığa oturan ve onu kızdırmadan anlamaya çalışan fakat herkesin aksine küçük bi ibneydim. Kim bilir, belki de Allah beni, etraftaki yavşakların ağızlarını yayarak bana sarkmaları esnasında söyledikleri top olduğum için böyle çaresiz bırakmıştı. Zaten o yaşlarda osbir çekmeyi bile yeni öğrenmiştim ve bir şeyin doğru nedenini ben kendi başıma nerden bilebilirdimki? Çünkü herkesin ağlatıncaya kadar tekrar tekrar dediğine göre ben, yeni yetme değişik bi topun tekiydim.

devamını okumak için tıkla: https://hayaterkegi.blogspot.com/2024/01/birbirinin-etini-yemeyi-seven-erkekler.html


19 Ocak 2024

anamın amı ve mülkiyet tartışmaları

saçmalamaya şurda başladımi tıkla:  KİTAPSIZ https://hayaterkegi.blogspot.com/2024/01/kitapsz.html

 …ve bu satırları okuyunca şaşırmış gibi yapan çok sığ sığır okuyucu sana dönecek olursak; tüm bu mantık yürütmelerim sana uymuyorsa boş ver gitsin. Aklım fikrim seni ikna edip cebindeki üç kuruşta ve bu yüzden hayatın bana öğrettiği tüm numaraları başvurmaya çalışıyorum. Çünkü çok kandırıldım ve iyi tarafı şu ki; kandırırken canımı hiç yakmadılar. Kandırıldıktan sonra anladım ve canım o sıra yandı biraz ama hemen beni kandıracak birini bulup unutmayı seçtim. Bu seçimlerimde de yine çok vicdanlı, merhametli orospu ve çocuklarına denk geldim ve açıkçası şimdi sen tüm bunları boş ver. Boş vermesen de sikimde değil aslında. Çünkü benim her şeye şöyle hafif ağlak bi bahanem var;

Bana okul okutmadılar abila, liseye kayıtların biteceği o son gün “ne okulu lan, okul mokul okumayacaksın ki” dedi abim bana ve o an donduğumdan dolayı içimde kaldı tüm ama ama, ama ama’lar.
İnanır mısın o “ne okulu lan, okul mokul okumayacaksın ki” denildiği gün dilim tutuldu, bi hafta konuşamadım fakat kimsede “bu niye konuşmuyor lan” demedi. O kadar önemsizdim ve önemsizlik derecemi öğrendiğim o günlerde kendime o kadar üzülmüştümki, hâlâ aklıma geldikçe, o günkü kendime üzülürüm fakat elimden bir şey gelmiyor. Geçmişte bıraktım onu. Sadece ara ara dönüp bakıyorum ve gördüğüm şey ise; kuş uçmaz kervan geçmez o dağ başındaki taşların arasında kendi kendine bitip yağmurdan yağmura yeşeren bi ağaçtan düşüp taşların arasına sıkışıp kalmış çaresiz bi yapraktan başkası değil. Üstelik esen rüzgâr’ında onu alıp götüreceği yok. Öylece kaldı orda. Bi fotoğraf gibi donuk ve aralarına sıkışıp kaldığı taşlardan biri kadar ağır.

Şimdi dönüp baktığım tüm bu çaresiz haline rağmen de “belki bu küçük orospuçocuğunu o son gün liseye kayıt etselerdi ve o da okula, açıldığı ilk gününden itibaren tüm hevesiyle gitmeye başlasaydı, şimdi küfürleri albenili veya dolaylı olduğu, bu satırları okuyanları aşağılamaları ise böyle ayan beyan olmadığı için daha az şoke edici olabilirdi ama işte göndermediler ve bundan dolayı da o’da insanları dolaylı yolda aşağılayamıyor,  yapamıyor. Ve işte tamda şimdi onu savunmam gerekirse;
Açıkçası “ananı sikeyim”in dolambaçlısı yoktur canım Okur’cum. Cümleleri istediğin kadar süsle püsle, ANANIN AMMINI SİKEYİM’in kibarcası yoktur. Ama olduki bir gün biri sana benim gibi yazarak değil de şöyle ağzı dolu dolu tükürükle iştahlı bi şekilde yüzüne karşı ANANIN AMMINI SİKEYİM diyerek, seni doğuran kadını sikmek istediğini söylerse, ona “annemi sikmek istiyorsan gidip bunu ona söylemelisin. Çünkü annemin amı kendisine ait, bana değil.” diyebilmelisin. Asla tartışma. Çünkü annen senin malın değil, bunu kabullen ve amıyla ne yapacağı sadece anne’ni ilgilendirir. Bunu unutma.

Evet ben bu konuşmayı yıllar önce henüz 23 yaşımdayken bi kalabalıkta yaptım ve bi daha, ordaki hiç kimse bana annemi sikmek istediğini söylemedi. Çünkü annemin amı üzerinde söz söyleme hakkım yok ve farkındaysan Allah o amı anneme verdiği için amı’yla ne yapacağı da sadece onu yaratan güzel Allah’ım ve Annem’i ilgilendirir. Üçüncü olan beni ilgilendiren kısmı, ben ondan çıktığım an bitti.
Senin de öyle.
Konudan konuya atlayarak geldiğim buraya kadar olan kısma kadar anlattıklarım mantıklı geliyor mu? mantıklı buldun mu? Şimdi mesela sana “ananı sikeyim” dersem kızar mısın yoksa, artık ananın ammı üzerinde sadece ananın hakkı olduğunu biliyor olduğun için bu isteğimi boş verip alttaki cümleye devam mı edersin?

Okul konusuna dönecek olursak;
Okuyarak eğitim almadığımı öğrenen hemen hemen herkes, allah’a bile kafa tutabilecek kadar büyük gizli kibirlerini “okul okutmadılar abila” cümlesiyle uyandırdığım için beni ezmeye dair haklı bi neden bulmuş olmanın verdiği büyük bi zevkle, ağızlarından saçılmaya başlayan salyalarını adeta yüzüme püskürtmeye de özen gösterircesine “okul okutmadılar demek, kendin okusaydın ya! niye okumadın??” cümlelerinin aynılarını, bazense farklı kelimelerle aynı anlama gelenlerini beni azarlayarak ve küçümseyebilecekleri kadar küçümseyebildikleri şekilde kulaklarıma tıka basa doldurdular. O anlarda, bu kadar empati yoksunu olabileceklerini daha öncesinde düşünemediğim için içten içe kendime kızsamda, zamanla “içinde, üç harflı erkek cinsel organı olan” iki kelimelik cümlerle cevap verebilecek seviyeye çıktım ve ordan aşağıya ayaklarımı sallandırarak hepsini, o uyandırmış olduğum kibirleriyle beraber boş vermeye başladım.
Zaten böyle insanlarla tartışamazsın. Çünkü, tüm geçip gitmiş o çocuksu çaresizliğine üzülerek “ya okutmadılar işte” dediğinde bile, hemen büyük bi zevkle “onlar okutmadıysa sen okusaydın” diye hunharca gardlanmış halde karşılık veriyorlar ve sen “Orospuçocuğu, okutmadılar işte. Ben nasıl okuyayım. Hem o zamanlar boyum senin taşşaklarına bile varmıyordu, nah işte şu kadarcık bi şeydim ve günü dayaksız geçirme derdimden başka derdim yoktu! Onların beni okutmayışına karşılık benim kendi kendime okuyabileceğime de kafam henüz basmıyordu!” diyemiyorsun. De’sen bile siklemezler ya neyse..


DEVA MI için TIKLA: https://hayaterkegi.blogspot.com/2024/01/insan-allah-ve-ibne-ben.html

17 Ocak 2024

kitaplı veya kitapsız insanlar

ilk olarak şurda başlamıştım saçmalamaya: KİTAPSIZ https://hayaterkegi.blogspot.com/2024/01/kitapsz.html

 ….ama eğer kitapçılarda falan değil de Telegram, Facebook, WhatsApp, web siteleri gibi dijital dünyada bir araya gelen çok kültürlü, en ahlaklı, her şeyin doğrusunu bilen siyah kalın çerçeveye sahip gözlükleriyle herkesi yargılayabileceğini sanan hırsızların, zerre kadar bile alınterine değer vermeyen zihinsel bilinç olarak annem gibi kadınların doğurduğu orospuçocuklarının toplandıkları gruplardakilerden biriysen ve bu kitabı da orda birbirinize attığınız Pdf’lerden okumaya başladıysan da iban numaramı veriyorum, bana hemen açıklama kısmına “kitap ücreti” yazarak bi kaç kuruş ateşle amınevladı;

iban numaram: 123456789 :)
imanıma para gönderdiysen veya kitabı, ücretini verip aldıysan okumaya devam et. Vermediysen-göndermediysen ve hâlâ okumaya devam ediyorsan da sıradaki küfür sana geliyor;
ANANI GÖZLERİNİN ÖNÜNDE SİKEYİM ve sende, bizi izlerken su yürüyen kamışının baskısına dayanamayıp, ananınammının sikilişini izleyerek 33 çek OROSPUÇOCUĞU!
BABANIN SURATINI, SIRTINDA DÖLLEYEYİM KALTAK ve sende altımızdayken duyduğun boşalma iniltilerimle yerinde sarsıl, beraber boşalalım!

Ohhhşş biraz da olsa rahatladım. Ama dediğim gibi; eğer bu satırların yazılı olduğu kağıt tomarının bi araya toparlandığı kitap adlı şeyin içine sıkıştırılan alın terimin hakkını vererek aldıysan, sorun yok aşkım. Ben böyle rahatım, sende keyfine bak tatlım.

Ve şimdi her şeyi boşver, yeni sikik bir cümleye girişiyorum. Çünkü şu an bi tekrara saplanıp kalmış gibi hissediyorum; Buraya okuduğun küfürlerimden anladıysan; hayatın nasıl yaşanılması gerektiği gibi bilgilerin netliğinden yoksun biriyim. Neyi, nerede, ne zaman, ne kadar ve nasıl yapacağım bilgisi kafamda oturmadı bi türlü ve bu yüzden olsa gerek çok yanlış ve hiç çekilmemesi gereken zamanlarda büyük harflerle SİKTİR çektim insanlara.
Hiç olmadık ve en susulması gereken anlarda DAN diye “ananın ammına kadar yolun var” dedim ve arkamı dönüp uzaklarındaki bi yere gittim.
Oysa siktir çeken bensem niye gidiyordum ki?
Yani hem siktir çekip, hem giden bensem nooluyo lan, ne bu mantıksızlık ammınoğlu! Ama işte bazı şeyleri geç öğrendim ve zaten erken öğrenmek istediğimde de önümde ÇİN SEDDİ olarak dikilip durdular. Bu yüzden de yıllarca elimdeki iğneyle kuyu kazan biri olarak oyalandığımı bilmeden yaşayageldim budüne.

Elimdeki iğneyi atıp kazma almam gerektiğini ise geç anladım ve belki bi ihtimal ergen zamanlarımda lise’yi okuyup en azından temel matematik-mantık ve diğer sikik başlangıç derslerini osbirci hocalardan görseydim, yolun yarısı olan 33’ümden sonra, insanlara siktir çekmenin de bi matematiği olduğunu öğrenmek zorunda kalmazdım ama naapaalım.
Hayatım böyle geçti gitti işte amınakoyim ve açıkçası şunu da şimdi söylemem gerekki; bence bu amınakoduğumun hayatı herkese eşit davranıyor ama eşitliği ilk doğan insan bozdu ve bunu yoluna koymak imkânsız artık.

Belki bi ihtimal her şey yoluna girebilir diye Allah, sürekli eline kitap tutuşturduğu peygamberler gönderiyor fakat kimsenin de onları siklediği yok. Hatta çok inat edenlerden bazılarını çarmıha gerdik ve hatta gererken çividen tasarruf etmek için iki ayağını birleştirip tek çiviyle ayaklarını mıhladık. Bazı kitap getiren veya kitapsız gelenlerini ise taşlayarak leşini çıkardık, bi kaçını ateşte cızbız ettik ve işte bi kaçını da deli ilan ederek toplum dışına kustuk. Daha inatçı olanlarını veya bunların yolunu izleyen gerçek hakikatçıları ise türlü oyunlarımızla çamura buladık, bağlı kaldıkları kitaplarına kendi doğrularımız ve uygun gördüğümüz kurallarımızı koyup bunları tartışılmaz olarak kabullendirip hayatımızı cehenneme çevirdik.
İşin komik veya garip yanı şu ki; tüm bu yaptığımız ve yapacaklarımıza rağmen Allah bizden umut kesmiyor, kesmedi. İşte ben bunu seviyorum. Yani Allah’ın egosunun olmaması, sıfır kibirli oluşu ve daima pozitif duruşu.
Ben şahsen Allah’a, böyle olduğu için inanıyorum. Tanrılar içinde en sevdiğim olan bu allah benim favorim ve sanırım ölünceye kadar bir tek bu Allah’a inanıp ona asla ortak koşmayacağım.
Böyle olduğun için teşekkür ederim Allah’ım. Sadece sana şükreder ve sadece sana taparım. Secdelerimi kabul et Allah’ım. Sadece sana secde ederim ve elbetteki secde edilmeye layık olan da bir tek sensin. 

dev amı: https://hayaterkegi.blogspot.com/2024/01/anamn-am-ve-mulkiyet-tartsmalar.html


16 Ocak 2024

Akademik Okuryazarlık vize sınav cevaplarım

Önceki ay vize sınavlarım vardı ve bu sınavladan biri de Akademik Okuryazarlık dersine aitti. Derste işlediğimiz konulardan biri Yaşadığımız Yüzyıl olunca, hoca sınav sorusu olarak bize, "derste izlediğimiz 'Yaşadığımız Yüzyıl On The Line' belgeselini dikkate alarak 2 adet akademik araştırma / çalışma konusu belirleyiniz. Minimum beklenti iki adet basliktir. Daha çok başlık yazmak isteyen yazabilir. Daha ayrıntılı çalışma konusunu tartışmak isteyen tartışabilir." diye sordu. Bende videoyu izlediğim için oturdum şu araştırma konularını cevap olarak yazdım:

    a) 5-10-13 Tanrı kaç dolar eder?
    b) Vasıfsız İnsanlarda Tanrı Algısı ve İnancı
    c) Üretim hattında insanın değeri
    d) Yeni düzen Yeni Tanrı Edindirir mi?
    e)Üretim Hattındaki İnsanın Ruh-Beden Hali ve Değişimleri
    f)Fordizm Dünyayı Nasıl Değiştirdi
    g)Bir din olarak FORDİZM ve 19. yy Firavunu Henry Ford

bunlar dışında bir kaç taneyi daha cevap kağıdına yazdım ama şu an aklıma gelmiyorlar. Sınavdan ise 95 aldım. Belgeseli izlediğimde aklıma gelen diğer çalışma konuları ise şöyle oldu;

1-Üretim Hattının Hayata Geçirildiği Bölgelerde Refah Artışı

2-
Üretim Hattı ve hızlı tüketim arasındaki bağlantı.


3-Ondokuzuncu yy. Hızlı Toplumsal Değişimi Tetikleyen Faktör; Üretim Hattı


4- Hızlı Üretim=Hızlı Tüketim mi?


5-Seri Üretim YENİ bir DÜNYA
 mı Yarattı?

6-Fordizm ve Taylorizm’in Yarattığı YENİ DÜNYA

7-
İşçilerin Çalışma Şekli Dünyayı Şekillendirebilir mi?


8-FORDİZM'in Vasıflı Çalışan üzerindeki etkisi

9-Vasıflı Çalışan “ölünceye kadar tek bir iş yapmak mı?”


10-Az Üretim Daha Çok Gurur Verici Midir?

11-
Üretim Hattı Çalışanlarının İş Değişikliği Nedenleri


12-İş Değişikliği ve Sabit İş Arasındaki Bağlantı


13-Üretim Hattı Çalışanlarında Ortaya Çıkan Hastalıklar

14-
Seri Üretim Sonrası Toplumda Çıkan Psikolojik Hastalıklar


15-Üretim Hattı, Kitleleri Birleştirebildi mi?

video ise şu;



Video: https://youtu.be/WQqAfYH11GQ?si=VjZ_PdBnUxBufRno 


13 Ocak 2024

kitapsız kitapçı rafları arasında sürtmek

bu yazıya şurda başlamıştık, TIKLA =>  https://hayaterkegi.blogspot.com/2024/01/kitapsz.html

…Eğer durum pozitifse ve sen bu kitabı, benim parasız dönemlerim olan eski zamanlarımdaki gibi bir kitapçıya girip farklı kitaplara göz atar gibi yaparak raflar arasındaki kedi sessizliğinde gezinirken okuyup bitirmeyi düşünüyorsan yapma bunu göt! Yapma!
Benim erken zamanlarımdaki zorundalığımdan dolayı yaptığımı, şimdi sen yapma orospuçocuğu! Çünkü ben böyle yaptığım zamanlarımdayken dayak yemekten bıkıp evden kaçmıştım ve gittiğim şehirlerde  kaçak olduğumu anlayan herkes beni sikmek istediği için, göz önünde saklanılacak güvenilir yerler arıyordum ve kitapçılar beni hemen sikmeye kalkışabilecek kimsenin olmadığı yerlerin başında geldiği için mecburen; sanki gidecek onca yerim varmış ama yinede kitapları sevdiğimden dolayı dükkânlarını tercih etmişim gibi davranarak oncalarını okumak zorunda kalmıştım.
Tabii rızam olmadan veya inşa edilmiş rızamla olsa bile sikilmemek için kaçıp bu kitapçılara gelmiş olmama rağmen bazen rafların arasında gözlüklü, çok okumuş ve her şeyi bilirmiş görünümlü adamlar ve evden kaçmaya cesareti olmadığı için mecburen üniversiteye kapak atarak içlerindeki orospuyu özgür bırakan genç kadınlar, çirkin oldukları için kimse tarafından sikilecek değerde görülmeyen orta yaşlılar ve ne olduğuna karar verememiş kafası karışık erkekler ve kadınlar, her gün gittiğim için dikkatlerini çekmeye başladığım kitapçı çalışanları tarafından da bazen tacize uğrardım ama bunlar önemsiz şeyler. Ayrıca amı olan biri tarafından taciz edilmek, tüm çocukluğu boyunca “top” denilen erkeklerin çok ama çok hoşuna gider. Çünkü onların amı vardır ve seninde bacak aranda, onunla ne yapacağını her şeyin serbestçe yayınladığı dönemin olduğu tv’den ve parasızlıktan yarım bırakılmış ev adayı inşaatların bok ve sidikli harçları arasında rüzgârla oraya buraya savrulup duran yırtık porno dergilerinden az çok söktüğün bi sikin vardır.

Şimdi şikayet ediyor gibi görünsemde, aslında o dönemki kafa karışıklığım ve ne olduğuma karar verme baskısının yarattığı bilinmezlikten kaynaklı olsa gerek, bazen benim de hoşuma giderdi o tacizler ve bilgiç adamların yengeç gibi yavaşça yan yan yaklaşmaları da fena hissettirmezdi. Hatta, eğer onların beni tavlamalarına izin verip en sonunda da beraber evlerine gidip onları öpe koklaya sikersem, edindikleri tüm hayat deneyimleri ve gözlüklerinin arkasına özenle sakladıkları saf bilginin penetrasyonumuz esnasında bana geçeceğini sandığımdan dolayı, bu yüzden bazen bana yaklaşmalarına izin verir, iyice yaklaştıklarındaysa seri nefes alışverişlerinden cümleye nasıl başlayacaklarını bilemeyişlerini anlayıp buğulu aptal gözlerimi gözlerine dikerek en salak ses tonumla “bu kitap güzel miii” diye sorup onları sakinleştirirdim.

Yanisi canım, o enteldantellerin beni sikmek veya kendilerini bana siktirmek istediklerini daha ilk andan itibaren bilirdim-anlardım ve zaten herkes karşısındakiyle, kendine göre farklı ama kesinlikle haklı nedenlerle penetre olmak ister. (Bu cümleyi sokak argosuyla kurmak gerekirse; herkes farklı nedenlerle ama kesinlikle kendine göre haklı olarak birini sikmek ister.) Benim penetre olmak isteme nedenimse; hemen alelacele bi şekilde olduğumdan da akıllı, çok görgülü, olabileceğimden daha bilgili falan olmaktı ve bunun yolunun içgüdüselliğimden gelen “entelektüelleri sikerek onlardaki bilginin bana aktarılacağı”nı sanmamdandı. Entelektüel derinliğe sahip insanların sahip oldukları bilgilerinin, onları sikersem bana da geçeceğine olan saf inancımı uzun yıllar boyunca hiç sorgulamadım ve hep böyle yaşadım ama onca sikişe rağmen hiç akıllanmadım. Sikerek akıllanılmıyor çok geç anladım :(
Gördün mü, konu nerden nereye geldi, ne alaka değil mi? Fakat şimdi tüm bu dağınıklığı bi güzel toparlayacağım ve umarım sen bu cümleyi okuduktan sonra devamını getirmeyi bırakıp kasada ödeme yaptıktan sonra seninle ben, iki azgın köpek gibi tekrar kitleneceğiz birbirimize. Bizi ayırmak için üstümüze sıcak su dökmek zorunda kalacaklar balım ve tüm sokak, kudurmuş köpek sikişi görmüş haklı abaza erkek kahkahaları, sahip olduğu amı bile yok sayıp dünyaya bir fanusta geldiğini söylemekten korkmayacak kadar cesur cahil sahte utangaç kadın ayıplamalarıyla inleyecek.
Neyse, hadi canım hadi, eğer ödemeni yaptıysan iki elinle bi anlığına sımsıkı sarıl bana. çünkü artık tamamen seninim ve tamda bu yüzden al sok beni kalbine yakın olan kolunun altına, beraber gidelim varoluş sancılarını bastırmak için sahiplendiğin ucuz eşyalarla dolu o zavallı evine ve sen içeriye girinceye kadar da çıkarma beni sakın yerimden hep kalayım oranda.
Fakat henüz parasını vermediğin halde hâla kitapçıda okumaya devam ediyorsan beni, seni; bana acıyıp para vermeye ikna etmek için beleş kitap okumaya çalıştığım zamanlarımı anlatıp duygularını istismar ederek rıza inşasına devam edip ikna etmeye tekrar dönmek zorundayım….

Dediğim gibi; beleş kitap okuduğum zamanlarımda dayak yemekten kurtulmak için evden kaçmıştım ve parasızdım. Yani o ünlü yazarın dediği gibi “tüm güzel maceralarda olduğu gibi; yola çıkmış ve bu şehre ise yeni biri olarak gelmiştim. hiç param da yoktu.”
Ya peki şu anki sen? Kayıtsız işçiler, kaçak göçmenler, köle çocuklar, zorla çalıştırılan köylü kadınlar tarafından yetiştirilip toplanarak modern ülkelerin kendilerinden bile çok daha modern şehirlerindeki zincir mağazalarda veya uyuması emredilen halkların gözünü boyamak için incik boncuk sikik sokuk şeylerle süslenmiş mekânlarda satılan üçüncü dünya ülkelerindeki insan etinden daha değerli hale getirilen sıcak bi bardak kahveye vereceğin parayı neden bu kitaba verip ömür boyu kitaplığında tutmuyorsunki?
Üstelik bu kitap, o kahve veya Gıda Endüstrisi tarafından trilyonlarca lira rüşvet dağıtılarak kâğıt üzerinde yasallaştırıldığı için tartışılması yasak olan kanserojen kimyasallardan ibaret şekerli soğuk gazozlar, iki üç şişe sonrasında seve seve götünü siktirmeye ikna olacağın çiş tadındaki biralar gibi az sonra çişe dönmeyecek ve söz veriyorum; ertesi gün utancı da yaşatmayacağım sana.
Hatta tam aksine, okunduktan sonra kitaplığında kendime yer açıp ordan sana daima göz kırpmaya devam edeceğim ve sen de benimle her göz göze gelişinde bakıp bakıp içinden “iyiki almışım” adlı bi his geçirerek vicdan mastürbasyonu yapmış halde rahatlamış olacaksın.
Hem şimdi boşver üçüncü dünya ülkelerindeki, senin ülkende bi bardak kahveden daha değersizleştirilmiş milyonlarca insanı. Şimdi biz seninle burdayız ve ben, senin güzel ellerindeyim.
Ver o parayı bana amınakoyim uzatma işte!

Şimdi eğer küfürlerim, acınmalarım, sikmelerim, sikilmelerim ve tacizlerime yeteri kadar acıyıp para vermeye ikna olduysan lütfen daha fazla uzatma, pamuk eller cebe canım. Çünkü bu kitabı parasız okunacak kadar beceriksizce yazmış olduğuma inanmıyorum, o yüzden;
ALLAH RIZASI İÇİN ŞU KİTABA Bİ SADAKA LÜTFEN!

(devamı https://hayaterkegi.blogspot.com/2024/01/kitapl-veya-kitapsz-insanlar.html



11 Ocak 2024

Devam et kitapsız


kitapsız şurda başlamıştı: https://hayaterkegi.blogspot.com/2024/01/kitapsz.html

 …..Şimdi böyle ilk satırlardan itibaren anneme verdim veriştirdim ama aslında konu annem değil. Çünkü kahrolası kadının işi benimle, benim de işim onunla amından çıktıktan sonra bitti ve biz onunla o andan itibaren dini, örfi, hukuki ve hatta adını bilmediğim veya şimdi aklıma gelmeyen veya hiç gelmeyecek olan ama benim adıma seçilmişlerin tüm kibirli duruşlarını takınarak iyi bi bok yemekte olduklarına emin olarak imzaladıkları tüm ulusal ve uluslarası sözleşmelere göre ayrı haklara sahip birbirinden tamamen farklı iki ayrı insanız.

Evet annecim, sen beni dokuzuncu çocuğun olarak sabah saatlerinde dünyaya sıçtın, o zamanlar yaşamakta olduğumuz ahırdan bozma ev denilen odacığın köşesinde bi kaç tas suyla yıkandın, toparlandın, eski fistanına iyice sarıp sarmaladıktan sonra benden 17 yaş büyük ablamın kucağına tutuşturduğunda öğleden sonraki saatlerden birinde olduğun için toparlanıp yan komşuya giderek hiçbir şey olmamış gibi limon parçacıklı çayına 5 küp şeker atıp karıştırarak “yeni dedikodular neler” diye can kulağınla onları dinledin dinledin dinledin ve tüm önemli dedikodular bitip artık sonlara gelindiğini anladığın zaman, bir star olarak konuşmayı devralıp her zaman yaptığın çok önemsiz bi şeymiş gibi sabaha doğru beni doğurduğun cümlesini kurup bitmiş olan dedikodu sohbetini atşini güncel bir konuyla alevlendirip tüm dikkatleri üzerine çektikten sonra, evde olduğum bilgisini vererek hızlıca geçiştirdin ve zaten beni ablamın kucağına tutuşturduktan sonraki o amdan itibaren ınga’larımla hep ablam muhatap oldu. Bu öyle bir muhatap olmaktıki; dış dünyayı algılamaya başladığım ilk andan itibaren onun annem olduğunu anladım ve bu durum, yani aslında onun annem olmadığını ilkokulun üçüncü sınıfına kadar hiç anlamadım. Üstelik ona ABLA derken bile, abla’yı “ANNE” anlamında kullanıyordum ve bunun kelimelerden bağımsız ona duyduğum hisle alakalı olduğunu hiç kimse bilmedi. Çünkü ben ANNE’ye ABLA dendiğini sanıyordum. Anne dediğim seninse, adının “ANNE” olduğunu ve her şeyin ve herkesin bir adı olduğunu anlamış olduğum gibi, seninde adının Anne olduğunu sanıyordum. Kimse bana anne’nin ANNE, ABLA’nın abla demek olduğunu söylemedi. Sende hiçbir şey yapmadın ve ben senin ANNEM olduğunu kendi kendime emeklercesine 10 yaşımda öğrendim, beni sıçtığın amınakoyim senin anne..
  
Şimdi siktir et şu yukarıdaki cümlelerin hepsini de beni uyandıran farelere dönelim;
Sen miki, sana söylüyorum; lütfen ablama acı miki ve siktir ol git bu evden orospuçocuğu. Ayrıca o fare arkadaşlarına da şunu söyle;
Biz zavallıları rahat bıraksınlar. Özellikle de ağzına kadar obsesif kompülsif karbonhidrat nükleit asitli hidrojenik metan gazı falan gibi şeyler basılı ablamı.
Çünkü o hiç seks yapmadı. Yani en azından resmi kayıtlara ve kendi gözlemlerime göre. Bu yüzden hiç çocuğu da yok ve senin boklarından birini gördüğü anda girdiği krizle, hemen etrafını deterjan dolu kovalarla, eskimiş renk renk atlet ve pijamalarımızdan yarattığı yer bezleriyle sarmalayıp aramızdan ayrılarak Harikalar Diyarı’na gitmiş oluyor.
Beni anlıyorsun değil mi miki? Ve evet başka şehirlerde bambaşka hayatları olan diğer ablamlar gibi bu ablamı da sevmiyorum ama yinede deterjan bağımlılığına bi son gelmeli. Çünkü onu sevmiyor olmam, iyiliğini istememe engel değil. Yani birini “sevmemek” ile “kötülüğünü istemek” çok ayrı ve birbiriyle tamamen alakasız şeyler. Birini sevmiyorken, iyiliğini isteyebileceğin gibi seviyorken de kötülüğünü isteyebilirsin. Bunlar senin o ince bıyıklarını kıpırdatan aklının alamayacağı derin şeyler. Yani işte biz insanlar, birbirimizi severken kötülük yapabiliriz veya sevmiyorken iyiliğimizi esirgeyemeyebiliriz. Birini sevmiyorsun diye kötü, seviyorsun diye iyi olmazsın. Bunları birbirine karıştırmamak lazım küçük miki.
Ve tüm bu anlattıklarım umrunda değil diiiiiii mi?
3-4 telden ibaret sikik bıyıklarının sağa sola hareket ettirişinden anladığım kadarıyla bana “üzgünüm Adem, ben de Allah değilim ve duanı kabul edemem” diyerek benden öç alıyorsun. İyi o zaman, günah benden gitti. Pirinç tabağını alıp dolaba koyuyorum, sende o yağlı minik tatlı ellerini götüne sok. Nasılsa annem sabah ezanıyla beraber uyanacak, bizimde kalkıp namaz kılmamız amaçlı ama sanki istemsizce oluyormuş ve hatta sanki hiç farkında değilmiş gibi banyoda çıkardığı takır tukur tas sesleri eşliğinde vicdanımızı rahatsız etmeyi amaçladığı abdestini alacak, kutsal emanetmişcesine davrandığı ama aslında 19 saat boyunca sadece bi kere çiş izniyle yetindirilen çocukların, adamların ve kadınların kapatıldığı Çin’deki o leş fabrikalardan birindeki musalla taşından bi tık iyi çalışma tezgâhında; kan, ter ve göz yaşıyla dokulan basit bi bez parçasından ibaret seccadesini alıp önemli bir ritüelin en önemli olan kısmını gerçekleştiriyor gibi yavaşça serdikten sonra yer yer yükselen “allah’u ekber”lerin barındırdığı “sizde kalkıp secde edin” anlamındaki çağrılarının ortaya çıktığı gürültülü tek kişilik canlı performansını namaz adı altında gerçekleştirecek ve eğer tüm bu gürültülerine rağmen ben ve obsesif ablam vicdanımızın dine ait kısmını susturmayı başarıp uyuyormuş gibi yaparak sessiz kalmayı başarıp kalkmazsak, annem gelip dolabı açtığı ilk anda gördüğü bu pirinç tabağını alıp balkona kaçarak tıpkı senin gibi gizli gizli yiyip karnını doyuracak ve 2-3 saat sonrasındaki oturulan kahvaltı sofrasındaysa, bir kaç göstermelik lokmayı ağzına attıktan sonra çay bardağını alıp kalkarken bize dönüp “bugün hiç iştahım yok, siz yiyin yiyin, devam edin. Bak şu sepette taze ekmek var” gibi şeyler söylenip güya fedakârlık yapıyor olduğunu ima ederek kenara çekilir gibi yapıp kalkacak kaltak.
Gördüğün gibi miki annem böyle bi kadın ve açıkçası onun, sen ve arkadaşlarından pek farklı olmadığını bende yeni yeni anlamış bulunmaktayım ve yine sanırım şu an ona rahat rahat orospu falan dememde de, onun beni yıllardır uyutmuş olmasını yeni fark etmiş olmanın bana verdiği eziklik kompleksinden kaynaklı olduğunu söyleyebilirim.
Neyse şimdi her şeyşi siktir et miki;  Başka bi cümleye geçmeden önce şunu da söylemeliyim ki; annem gibi sizinde evde sürekli gezinip, gizli gizli bir şeyler atıştırmanız mide bulandırıcı ve sanırım yakında bi kova da ben alıp, 3-4 ayda bi değiştirdiğim göt tarafı aşınmış boxer’larımdan birini yer bezi ilan ederek ablama eşlik etmeye başlayacağım…

Ve sana gelelim bu satırları okuyan dinleyici; buraya kadar yazdıklarımdan keyif aldın mı?
Sarıyor muyum seni?
Etki alanıma girdin mi?
Sözcüklerim hoşuna gidiyor mu?
Ruhuna fısıldar gibi yapmaya devam edeyim mi?
Tüylerin diken diken oldu mu, amın sulandı mı, götün pıt pıt atıyor mu?
Söyle hadi bana, zamanı geldi mi bi yerine koymamın?

DEV YARRAĞI NI şurada: https://hayaterkegi.blogspot.com/2024/01/kitapsz-kitapc-raflar-arasnda-surtmek.html

08 Ocak 2024

kitapsız

Geçen yıl 1 Temmuz'da kitap yazmaya karar vermiştim ama sıkıldım ve bıraktım. Şimdi dönüp okumaya da üşendiğim ve silmeyi de vakit kaybı olarak gördüğüm için buraya parça parça kaydederek yayınlamaya karar verdim. İşte ilk bölüm:

Beni doğurduğu için anne olarak adlandırılan kadının yaş amından, tüm kâinat ve evrenin onu boş vermeye dair aldıkları karar gereği, takvim yapraklarında bile 4 yılda bi kendisine yer verilen o gün çıktım ve çıkışımdan sonra beni amında yaratan o kadın tarafından bile hiç umursanmadan 38 yıldır yaşıyorum. Tabii buna yaşamak denilirse.
Ama diyorlar amınakoyim.

Resmi denilen saçma sapan hükümetlerin hesaplamalarına göre 38, bana göre ise 4 yılda bir varlığı kabul edilen doğum günümden dolayı 9.5 senedir hiç ara vermeden devam ettirdiğim bu sikik hayatımı yazsam roman olmaz ama en azından satışa çıktığında, yazdığım yaprak sayısının bi kaç katı kadar para kazandırırsa da harikuladenin fevkinde olur.
Yaşasın Bülent Ersoy.

Fare tıkırtısıyla uyandığım yeni günün ilk anlarının saat 03:19’unda bu satırları yazmaya başladım. Eğer bunu roman-deneme-anı-biyografi ya da her şeyi tanımlayarak onu sınıflandırma hastalığına tutulmuş yüzyıl insanlarımızın içinden, onlara sözü geçen bi kaç götü kalkık gizli ibnenin iki kapak arasına sıkıştırılan bu laf kalabalığını kağıda basılı bi şeye dönüştürecek kadar uzatabilirsem, bi ihtimal birilerinin cebindeki üç-beş kuruşu hırsızlık yapmadan onlardan alarak sakince kendi cebime atacak kadar haklı bi değeri oluşturabilmeyi becermiş olacağım. Beceremezsemde deniyorum işte amınakoyim!

Beni uyandırmaya sebep olan tıkırtılara dönecek olursak;
Tıkırtı kaynaklarından biri, benim için çıplaklığımı örtme dışında hiçbir anlamı olmayan kanser etme garantili ucuzun da ucuzu giysilerimle dolu gardroba saklandı ve kemirecek bir şey arıyor (gel yarrağımı kemir amına koduğumun salak faresi.)
Diğeri ise mutfağa kaçtı ve bende ardından “görebilir miyim” adındaki anlık saçma düşünceme yenildiğim için kalkıp mutfağa gittiğimde onu, tezgâhın üzerindeki dolu tabağın köşesine uzanmış halde pirinçleri mideye indirken gördüm. O da beni gördü ama kaçmak yerine akşamdan kalma pirinç dolu tabağa uzanmaya ara verip o minik tatlı ellerini açarak bıyıklarının sağa sola hafifçe oynayışından “bir an önce siktir olup yatağıma dönmemi isteyen bir dua” mırıldandığını anladım. Lakin ben Allah değilim, bu yüzden de duanı kabul etme yetkim yok miki ve umarım açlıktan ölürsünde, evlenmek yerine bunun tersini yapıp evde kalmayı seçerek yaşamaya devam edem ablamın her gün, bazen sikecek amcık buladığında erkek götü yalamayı veya götünü bir erkeğe yalatmayı seçtiği için modern dünyada “gizli biseksüel” olarak adlandırılan ama özünde ise sadece boşalmak için her hangi bi cinsel yakınlaşma  arayan evli anadolu erkeğinin akşama kadar elinde evirip çevirdiği 33’lük ufak siyah taş tesbihindeki tanelerden farksız olan boklarından birini evin herhangi bi köşesinde gördüğü anda girdiği temizlik krizlerine son verirsin. Çünkü o gerçek bi zavallı ve ablam dememden de anlamışsındırki o, benden daha uzun bi zamandır annem tarafından hiç umursanılmadan yaşamaya devam ediyor. Zavallı ablam, ben ve evlenip başka hayatlara karışarak yaşamayı seçen diğerleri.

Olaya ablam ve diğerlerini katmadan sadece kendim üzerinden gidecek olursam; bazen “eğer annemin amından çıktıktan sonra beni yeteri kadar sütü, sevgisi ve diğer insancıl ihtiyaçlarımı karşılayarak büyütseydi, şimdi boyu kısa ve bedeni ise geçen ay ergenliğe basmış birinin ölçülerinde kalmamış olacağım için kimse de bana dönüp ÇOCUK ADAM diye seslenmeyi kendinde hak görmezdi” diye düşünmeden edemiyorum.
Evet yahu, çocuk adam olmamın nedeni, annemin hakkım olan memesindeki sütü gidip konu komşunun çocuklarına vermesinden başka bir şey değil ve bunuda, zamanında çok iyi bi bok yemişcesine, sokakta süt kardeşlerimden birini her gördüğünde “bak süt kardeşin, sizin abdestiniz birbirinizden bozulmuyor” diye havalı bi şekilde sesine “bu yüzden cennetlik olduğu iması”nı katmadan söylemekten geri kalmaz. Salak karı. Keşke “iyilik adı altında herkesi kendine borçlu bırakma davranışı”nı seçerek domuzlaşmak yerine, insanlaşmayı tercih etseydin. Ayrıca senin yüzünden çevremde severek sikecek kimse bulamıyorum amcık yaa.. (bu cümle küçük toplıluklar eleştirisi için eklendi)

DEV amı : https://hayaterkegi.blogspot.com/2024/01/devam-et-kitapsz.html