-->

28 Ekim 2018

havalar soğumaya başladı, KPSS Önlisans sınavım yaklaşıyor

Hafta boyunca, günün farklı saatlerinde sert esen rüzgârla beraber başlayıp 7-8 dakika sonra, kaybolan yağmurlar üstümüzden eksik olmadı. Yüce rabbim bu bir kaç dakikalık yağmurları dün ve önceki gece biraz abartmış olsa bile, yine de şikayetçi değilim. Çünkü bilinçli yarı bir müslüman olarak biliyorumki; şikayetten ibaret olan küçük isyanımı dahi, yaratıcıma değil, kendim gibi olana; yani etten, kandan olana karşı yapmam gerekir. Yani isyan, insana karşı olmalı. İnsana olmayan isyanların hiçbiri geçerli değildir ve insana karşı yapılmayan tüm isyanlar; insanın zavallılığının, korkaklığının, cahilliğinin ve yeteri kadar düşünemediğinin göstergesidir. Yeteri kadar düşünmeyen herkes allah'a isyan eder. Cesareti olmayan herkes, allah'a isyan eder.

Hem toprağın yaz sıcağıyla baş başa kaldıktan sonra, kurumaması için bu mevsimde yağan yağmura ihtiyacı var. Yağmur toprağın dostudur. İnsan insanın hem dostu, hem düşmanıdır.
(Dur ya, ne güzel gidiyordum. Bu saçmalık da nerden çıktı.
salak salak şeyler yazmaya meyilli olan kendimden bazen çok sıkılıyorum. ama yine de yazmadan edemiyorum. bu durumum; insanın dost kadar, yazmaya da ihtiyacından olsa gerek.
burdaki özne olan "insan" ben oluyorum. bu yazıyı okuyan herkes gibi ben de insanım ve naçiz bedenim bir gün elbet toprak olacaktır.
gördünüz mü yine toprağa döndüm. madem öyle şimdi de yağmura döneyim. )

Bulutların, bu aralar yağmur aracılığıyla yerin yüzünü sık sık yıkamasından dolayı hava sıcaklıkları sakince düşmeye başladı. Düşen hava sıcaklığı, insanların valizlerinden yavaş yavaş kazaklarını çıkarmasını tetikledi. Abartanlar ise montlarını da çıkarıp giyinerek gezmeye başladılar. Oysa burası ada ülkesi. Hava henüz mont giyinecek kadar soğuk değil ve olmayacak da. Bu böyle biline!!
Ya da belki de benim montum yoktur diye havanın mont giyinilecek kadar soğuk olmadığını düşünüyorumdur. İşte bunlar hep akıl oyunları.

Çakma da olsa deri türü bi montum vardı ama bu yaz ailemin yanına gittiğimde onların "bunun omuzları ve kolları zaten gitmiş. bu artık giyilmez. istersen atalım" demelerinden dolayı attık. Onlara göre montum temizlense dahi giyilir olmaktan çıkmıştı.
Bu ve benzeri cümleleri bir kaç sefer daha tekrarladıklarında karşılık olarak yine "hayır, kalsın atmayalım" demek yerine "evet eskimiş, zaten yeni mont alacağım" diyerek onayladım ve montum çöpe gitti. Oysa ailem bile olsa, aslında defalarca "hayır" dememe rağmen "atalım" diye tekrarlamalarına çok kızgındım. Ama bilirsiniz işte, zaten aramız hiçbir zaman iyi olmayı başaramıyorken, şimdi yine bu basit konuda oyunbozanlık eden ben olmamalıydım. Alttan almalı, sakince evet dedikten sonra tek montumun çöpe atılışını aklımdan silmeliydim. silemedim.

Şimdilerde herkes mont giyinip sokaklarda gezinirken aslında hava biraz daha montsuz idare edilir durumda, ama bir ay sonra montsuz idare edilmekten çıkacak. İşte o zamana kadar yeni bir mont almayı düşünüyorum.
Zaten haftaya KPSS sınavı için istanbul'a gideceğim ve gittiğimde almayı da düşünüyorum. Öküz'de İstanbul'a gelmemi iki göz, iki ayak ve iki el ile bekliyor. Ben de galiba onu çok özledim. Sarılmayı ve sarılıp uyumayı da.

Özlemleri geçip, havanın soğukluğu durumlarına gelirsek; tişörtle gezinmeyi bıraktım. Bunun yerine var olan kazaklarımı giyinmeye başladım.
Kazak giyinmeyip tişört giyindiğim zaman ise kapşonlu switşort tarzı giysilerim var onları üstüme atıp öyle dışarı çıkıyorum.
Bazen kapalı olan havaya aldanıp öyle çıktıktan iki saat sonra pişiyorum ama olsun. Bunlar da allahın bize şakası. Zaten bu havalar oyun havası.

Tüm bu değişik oyun havalarına rağmen yağmuru bazen sevsemde aslında sadece geceleri yağmasından yanayım. Gece fırtına olsun, dünyayı Nuh Tufanı kaplasın ama sabah olup da güneşin ilk ışıkları kendini gösterdiğinde, gece olup biten her şey yok olsun, dünkü yaşam, bugün hiçbir şey olmamış gibi başlayıp devam etsin istiyorum.
Yağmurlu havaları, kar ve kışı sevemiyorum. Ben yazsever, kışı da kış  kışlayanlardanım.

Yağmur hava sıcaklığını düşürdüğü için, dün gece yorganla yatmaya başladık. Oda arkadaşlarım yorganı bacak aralarına sıkıştırıp "ohhh ne güzel oldu. keşke şimdi yorgan yerine bi kız olsaydı  da ona sarılsaydım" diye söylenerek uyudular. Ben ise ahahah diye sahte gülücüklerle.

Sabah uyandığımda üzerleri açıldığı için götleri dışardaydı. Lavaboya gidip geldiğimde yüzleri tavana dönmüştü ve bu yüzden erekte sikleri de bana tavanı işaret ediyordu.
Tavandaki lamba eskiden kalma. Etrafı biraz pis. Oysa KYK bu yurdu yeni kiraladı ve bina artık bir devlet binasına dönüştüğü için, içindeki her şeyi de yenilemişti. Gerçi böyle söylüyorum ama tek sıkıntı bu olsa iyiydi. Kapılar kapanmıyor diye, gece uyurken kapı arkasına sandalye koyarak kapalı kalmasını sağlıyoruz, binanın sağında solunda hâlâ kablolar dışarıya çıkık bekliyorlar, bazı odaların duş başlıkları çalışmıyor, bazılarında su akmıyor, bazılarında ise tuvaletlerin durumu içler acısı.
Ama sonuç olarak herkes aylık 300 TL verdiği için bu tür sorunlardan şikayet etmiyor, yurt yönetimi de sanki yurtta bir sorun yokmuş ve her şeyi yenilemişler gibi davranmaktan geri kalmıyor.

sorunlar sadece bu eksikliklerle bitse tamam da, onun dışında öğrencilere yeni şeylerde satılmak isteniyor ve düzen oraya doğru hızla yol alıyor. Örneğin KYK yurtlarında internet ücretsizdir ve geçen yıl internete ücret ödemiyorduk. Şimdi ise ücretsiz interneti iptal edip kişi başı 60 TL'ye satma projesini başlattılar. Bunu duyan ben yerimde durmadım, kyk'da kalanlardan bir kaç kişiyi ikna edip onların adıyla Cimer'e "internet daha önce yurt ücretlerimize dahildi, şimdi ise kişi başı satılmaya başlanacak. bunun iptal edilip, eskisi gibi yurt ücretlerimize dahil bi şekilde internet sağlanmasını istiyoruz" gibisinden şikayet dilekçesi yazdım. Bakalım neler olacak.

Kendim de zaten yurtta karşılaştığım eksik ve sıkıntıları yazıyorum. Ki sıkıntılar çözülünceye kadar da yazmaya devam edeceğim. Bu haraççı, hırsız, ihale fesatçılarının canına Cimer aracılığıyla okumaya kararlıyım.
Çok şükür ki cimer'de iyi çalışıyor ve sorunları yazdıktan sonra büyük bi bölümü çözülmüş oluyor.

Çöüzülen sorunlardan yola çıkarak şunu söylemeliyim ki; gerekirse tüm öğrencilere tek tek şikayet dilekçesi yazdırıp, interneti tekrar ücretsiz hale getireceğim. Başka yolu yok. Çünkü yurt yönetimi bu tür şirketlerle anlaşıp, arka taraftan bir sürü para çalıyor ve bu çalıntı parayı ispat etmek çok zor. Zaten rüşveti ve dönen rezillikleri herkes biliyor, ama kimse ispat edemiyor. Aynı zamanda kimse bu ispat etme işleriyle uğraşmıyor, uğraşmakla zaman da harcamıyor. Sonra da kalkıp, dünyanın ne kadar acımasız, adaletsiz ve bilmem ne kadar sikimsonik bi yer olduğundan  şikayet ediyorlar.
Rezillik kere rezillik. Bence elini taşın altına sokmayanların, şikayet etmeye hakları yok.

Konu nerden nereye geldi. Zaten henüz tek bir konuda sabit kalarak yazmayı başardığım olmadı, galiba olmayacak da.
Gerçi oturup biraz daha düzenli yazasım var ama ne yazıkki tee 18 sene öncesinde kalan okul bilgilerimi güncellemem için kitapları karıştırıp, haftaya gireceğim KPSS Önlisans sınavına hazırlanmam gerekiyor.
Şu an kütüphanedeyim, önümde kocaman bi kitap var ve onun Türkçe bölümünü bitirsem de, coğrafya, tarih, vatandaşlık bölümleri onlara göstereceğim ilgiyi bekliyorlar.

Biliyorum sınava bir kaç gün kala kitap açıp bakmak çok saçma ama ne yazıkki vicdanımı rahatlatmam için bunu yapmam gerek ve eğer sınavdan kötü bi puan alırsamda "elimden geleni yaptım olmadı" şeklinde bi sakinleştiriciye ihtiyacım var.

Sınavda sadece Türkçe, Coğrafya, Tarih, ve Vatandaşlık soruları değil, matematik de olacak. ama matematik konusunda çok bilgisiz olduğum için ona hiç bakmıyorum. Çünkü o benim gibi matematiği sıfır olanlar için zaman kaybından başka bir şey değil. Bu yüzden şimdi elimden geldiğince diğer konulara gömülüp, bilgilerimi genel kültürümle destekleyerek az da olsa güncellemeli, sınavda da önümde matematik olmadan ilerlemeliyim.
Gerçi zamanım kalırsa, matematiğe de dönüp şöyle bi göz ucuyla bakar, hatta bi kaç tanesiyle uğraşıp kafama en yatan şıkları cevaplarım diye de düşünüyorum. Ama bakalım işte. Daha zamanım var.


25 Ekim 2018

Toplumu Red Etmek Üzerinden Kendini İnşa Etmek

Bugünlerde "toplumu reddetmek, toplumun içindeyken onu görmezden gelmek" konusunda düşünüyorum. Çünkü geçen yıl başlayan okul sürecim, içimde bi yere; aslında toplumun içindeyken, ne kadar da dışında olduğumu fark ettiren küçük bir tohum attı.

Onun içime tamamen yerleşmesi zaman aldı, yerleştikten sonra yeşermesi ise daha fazla zaman aldı ve işte şimdi istanbul'daki hayatımdan ve çevremden tamamen kopukluğumu sağlayan döneme tamamen kaptırıp gitmişken, yani iş için buraya gelip de toplumun en deneyimsizleri ve çoğunlukla eğitimsizleri arasına yerleşmişken, o tohum da tamamen yeşermeyi başardı. 

O yeşerdikçe;
ben de kendimi gördüm, 
insanları gördüm
insanlara nasıl baktığımı gördüm
kendimin nerde olduğunu gördüğüm, 
onların nerde olduğunu gördüm
kendimi fark ettim, 
onları fark ettim
kendimi toplumun neden dışına attığımı, 
neden toplumdan saymadığımı, 
neden toplumdan uzak olduğumu, 
uzaklaşmaya çaba sarf ettiğimi, 
toplumu neden red etmek zorunda olduğumu ve diğer haklı veya haksız nedenlerimi görmeye başladım. 

Belki binlerce nedenim daha vardır, belki başka hiçbir nedenim yoktur. ama şundan emin oldum; Toplumu red ederek, kendimi, içlerindeyken bile ayrı tutmayı başarmışım. ve açıkçası çoğunlukla yalıtılmış bir hayat yaşayarak toplumun içinde olmama-ma rağmen, içlerinde olduğumu sanarak yaşamaya devam etmişim. 

Bu red etmeyi bilinçli olarak seçtim. Çünkü red etmesem, onların bana bir yol çizmelerine izin verirken aynı zamanda çizdikleri yolda da beni yönlendirmesine izin verip, zamanla da onlar gibi olacaktım. Oysa tercihimi red etmekten yana kullandım ve beni yönlendirmelerini engellerken aynı zamanda onlar gibi değil, kendim gibi olmayı seçerek yolumu kendim bulup, yürüyerek kendimi bulmayı seçtim.


Henüz tam kendim olamadım ve biliyorumki ölünceye kadar hiçvir zaman kendim olamacağım; ama en azından yolumda yürüyerek, kendim olmaya doğru biraz daha birazcık daha ve biraz daha fazla yaklaşmış oluyorum.
Red etmek bir tercih ve zorlu bir tepeye tırmakmak gibidir. 

Sana sahip olan veya senin sahip olduğun herşeyi bırakmak, arkanı dönmek ve hayatından dışarı atmaktır. Red etmek yalnızlığa kucak açıp onu sımsıkı sarmaktır.
Red etmekden kendin olmayı beceremiyorsun. Kendini göremiyorsun. Red etmek; sana bol bol hata yapma fırsatı verir. Red etmek yanlışlarla dolu bir hayat demektir. Tüm kayıplara sahip olmak istercesine bir başlangıçtır red etmek. Red etmek, kendini sokağa terk ettriemktir.

İlerlemek için red olmazsa olmazdır. Çünkü öteki türlüsü asla 

Oysa hayır, gündelik karşılaşmalarımızda belki kaş gözle, el veya başla, en olmadık silik bir sesle selamlaşmışız ve bu selamlaşmalar yüzünden, aslında içlerinde görünüp hiç de içlerinde olmadan toplumun bir parçası olduğum yanılgısı, rızamla vicdanımı susturmuş ve kendimi topluma ait hissederek gelmiş olabilir ama ben o toplumdan olmamışım. Üstelik bu toplumdan olmamak için de elimden geleni yapmış, olabildiğince uzak durmaya çalışmışım.

Uzak kaldıkça ise; onlar benim için adeta seyirliğe dönüşmüşler. Onlara bakıp öfflenmişim, pöflenmişim belki en fazla küçük bir an için üzülmüşümdür de ama sonuç olarak bunlar beni rahatsız etmemiş, belki tanıştıkça burada yazdığım şu saçma yazıların malzemesi olmaktan öteye geçmemişler. 

Toplumu red ederek, onlara ve kendime yazık etmişim. Oysa red etmemeliydim. Tüm yanlışlarımızla beraber, onların içinde yaşamaya devam etmeliydim. Bunu şimdi fark ediyorum. Yanlışın neresinden dönsen...

Peki toplumu neden redettim?


yalan söylemeye başladım
hırsızlık yapmaya başladım

salaklara tahammül edemiyordum, şimdi etmeye başladım

21 Ekim 2018

işten yorgun argın çıkıp okula gelmek

Geçen haftaki son iş günümde, beraber çalıştığım şeflerin "en iyi çalışanlarımızdansın. keşke herkes senin gibi çalışsa var ya, üf üf üf. seneye gelirken bir kaç erkek al da öyle gel ahahahaha" diye patlattıkları esprileri kulaklarımdayken uçağa atlayıp Kıbrıs'a geldim.

Şeflerin bu cümleleri rahat kullanmalarının nedeni ise tamamen bana bağlı bi durum. Çünkü önceki haftalarda Öküz Herif bulunduğum il'e gelip gittiğinde, bende onunla zaman geçirmek için iş yerimden izin almıştım ve sonraki günlerde müdür şeflerin yanında "sevgilin de geldi gitti. şimdi rahatlamışsındır. seneye söyle o da gelsin. görüyorsun ya, bayan çalışanlara da ihtiyacımız var" dedi.

Bi an "bayan diye bir şey yok, kadın var" diyesim gelmedi değil ama sonra olayın neresinden tutsam elimde kalacağını anladığım o mili saniyeler içerisinde çat diye "o da erkek" deyiverdim.
Ben böyle deyince müdür bi kızardı bozardı, yanındaki şeflerden birinin suratı patlamaya hazır kahkaha efektine dönüştü ama zorla da olsa tuttu kendini.
Cümlem üzerine Müdür "nasıl yani?" diye tekrar sorunca
-nasıl yani değil, sevgilim erkek
-aaa
-ne aaaa
-şaşırtıyorsun beni
-aman ya allah aşkına 45 yaşındasınız şaşıracak bir şey kaldı mı hayatınızda
-aaa
-e aaa tabii
-iyi bakalım, o zaman seneye yine bizimle çalışmanı istiyoruz. gelirken onu da al gel.
-ahaha sağ olun. ben gelir miyim bilmem ama o zaten işinden dolayı hiç gelemez
-niye
-işi gücü var zaten, benim gibi parasız değil
-iyi bakalım
-sağ olun."
Bu konuşmadan sonra zaten otelde ibne olmadığımı bilmeyen de kalmamış oldu. Buna rağmen herkes kendi arasında sikli soklu espriler yapıyor, bana gelince ise duruyorlardı. Bazen ağızlarından kaçırdıklarında karşılık olarak daha ağır bir şey söylediğim oluyordu ve bu yüzden gerginlikler yaşanıyordu ama sonraki günlerde her şey unutuluyor, benimle bir daha küfürlü konuşulmuyordu.

Örneğin geçen ay, barmen'lerden biri arkadaşlarıyla kakara kikiri yaparken ben yanlarından geçiyorum diye bana"
-hey baksana" diye seslendi.
-efendim
-sen top musun?
-top değil biseksüelim. istersen seni sikerim" diye karşılık verdiğim gibi arkadaşları dahil orda olan herkesin kahkahaları kesildi ve ortam bi anda Kurtlar Vadisi'nin cendere müziğinin çalınması gerektiği bir havaya büründü.
Herkes ters ters baktı ama çok da iplemedim ve o "ney ney" diye aptala yatarak karşılık verdiğinde bu sefer de "yaw top değilim. biseksüelim, istiyorsan seni sikiyim" diye inatlat tekrar edince arkadaşı "çok ayıp ama, şakalaşıyoruz şurda" dedi ve bende "ee tamam, bende şakalaşıyorum" deyip devam ettim. Top olduğum konusu üzerinden şakalaşmaya çalışan barmen, benimle 3-4 hafta konuşmadı, sonrasında ise benimle kurduğu iletişim gayet topsuz ve tüfeksiz ilerledi.

Şimdi orda olup bitenleri boş verip uçaktan sonraki bölüme geçersek; Fakülte'de hiçbir şey değişmemiş. İlk günlerin mahşeri kalabalığına ait o heyecanlı yeni üniversiteli öğrenci curcunası, bu yıl hukuk okuyanların da dahil olduğu "derslere katılım zorunluluğu" kuralıyla beraber iyice coşmuş da coşmuş. Hatta öyle bi coşmakki; tüm amfiler oturacak yer kalmayacak kadar dolup taşıyor.
Tabii bu doluluk iyi bir şey, ama ne yazıkki tüm öğrenciler yönetime kan kusuyor, içten edilen küfür ve hakaretler amfide havaya yükselmekten bir an bile geri kalmıyor.
Sözler görünür olsaydı(ki iyiki söz görünür ve dokunulur bir şey değil) amfi daha ilk 1 dakika içerisinde dolduğu için tüm öğrenciler sözlerinin altında ezilip kalırlardı. Ama dediğim gibi iyiki; söz, görünür ve dokunulur değil. Şükürler olsun rabbim sana. Sen ne güzel yaratıyorsun öyle.

Okuldaki yeni öğrenci curcunası iyi güzel de, kaldığım yurt okuldan 3-4 km kadar uzağa taşınmış ve bu yüzden sabahları uyanıp derse gitme durumu biraz kötü olmuş. Oysa geçen yıl ne güzeldi, uyandığım gibi koşup sınıfa gidiyordum ve yıl boyunca geç kaldığım ders toplamı, 1 elin sayısını geçmiyordu. Şimdi ise daha ilk haftamda 3-4 derse geç kaldım bile. Umarım geç kalmalarımı tekrarlamadan okula devam ederim.

Bu yıl derslere 3 hafta kadar geç başladığım için ders hocaları konularda başlarını alıp gitmişler. Çok geriden geldiğimi düşündüğümden, bazılarına çok soru sorduğum zaman pes edip, geçen haftalardaki konuları hafif tekrarlar gibi oluyorlar ama sonra anlıyorumki; aslında çok da önemli şeyler anlatmamışlar.  Ya da bana öyle sandırıyorlar.
Gerçi böyle diyorum ama pek bir şey işlenmediğini, geçen yıl erken gelip daha ilk günden derslere  girip çıktığım zamanlardan biliyorum. Çünkü hocalar, okulun açıldığı ilk günlerde hiç ders işlememiş, ilk 3 hafta genelinde ise pek de derslere değinilmeden, günler öylece geçiştirmişlerdi. Ben de o yüzden, Hukuk 1'lerin derslerine girmeye başlamış, sınıfla kaynaşmış, bir kaç yakın arkadaş edinmiştim.
Yani bu yılda kaybettiğim bir şey yok. Hatta otelde çalışarak 2 hafta daha para biriktirmiş oldum diyebilirim. Bu da beni 2 ay daha rahatlatıcak demek oluyor.

Rahatlatıcak dedim ama aslında rahatlatmayabilir de. Çünkü burdaki fırsatçı esnaflar, dolar'ın yükselmesi ve Tayyip'in herkese laf sokmasının sonuçlarını hemen kasalarında nakit olarak görmek için her şeye zam yapmışlar. Bu da çok komik bi duruma dönüşüp kalmış.
Hatta öyle komik şeyler dönüyorki anlatamam. Örneğin pazarlarda satılan 1 TL'lik kullan at çorapları 6 TL'den satıyorlar, bildiğiniz 3ü1arada'yı bile 2 TL'den satıyorlar. Diğer şeylerin fiyatını ise zaten söylememe gerek yok.
Hele ki geçen gün canım pasta çekti diye girdiğim kıytırık dükkanımsı yerin sahibi tek dilim ucuz mahalle pastasını 10 TL diye söyleyince az kalsın olduğum yere yığılıp kalacaktım. Ama çok şükür ki "pasta yemek zorunda değilim" diye düşünerek sakinleştim, gelen kalp krizi atağını tamamen geri gönderdikten sonra da adama bol bol söylenip çıktım.
Lan bildiğin kremayı iki ince dilim ekmek hamuruna sürüp reyona koymuşsun ve üzerine utanmadan 10 TL diyorsun. iki dilim ekmek 10 KRŞ yapıyor. Sen reyona 10 TL diye koyduğun şeyle kimi kekliyorsun.

Böyle diyorum ama aslında geçen yılda fiyatlar Türkiye'ye oranla çok yüksekti. Çünkü esnaflar çok fırsatçı ve kapıda yabancı bir müşteri görünce ellerinde Voyvoda Kazığı varmış gibi karşılıyorlar. Sadece küçük görünen zengin esnafı değil, ev sahipleri de çok insafsızlar ve öğrenciler, onların insafsızlığı karşısında Kerbela Meydanı'ndaymışcasına hüzünlü günler geçirdiler desem yeridir.
Bu yıl ise geçen yılki Kerbela Görüntüleri yaşanmadı, çünkü KYK buradaki bir kaç çok katlı özel yurdu kiralayıp, öğrencileri yarım yamalak da olsa yurtlara yerleştirince, ev arayan sayısı düştü, ev tutan sayısı düştü, yeni yapılan evlerin çoğu boş kaldı, boş kalınca da mecburen yüksek kira ücretleri düştü, kazık fiyat sorunları biraz da olsa çözülmüş oldu. Buna rağmen yine "dediğim dedik, çaldığım saksafon" demekten geri kalmayanlar da var. Bunları da allah'a havale edip diğer konulara geçiyorum.

Hocaların çoğu değişmiş, bazıları ise bu yılki eğitim öğretim yılında hoca olarak okula alınmamışlar. Bunların içindekilerden bir kaçı hakkında olumsuz yorum yazmıştım. Çünkü gerçekten de ders işlemek yerine özel hayatlarını anlatmak, siyasi görüşlerini ders konusu diye işlemek gibi aktraksiyonlarda bulunarak boşuna maaş alıyorlardı. Bende ders notumuzu gördüğümüz sistemin otomasyon kısmındaki zorunlu hoca değerlendirmesi bölümlerine hocalar hakkındaki yorumlarımı yazmaktan geri kalmamıştım. Zaten böyle fırsatları gördüm mü hiç kaçırmam, anında değerlendiririm. İyi değerlendiririm.


09 Ekim 2018

Servis Tepsisindeki Ağustos Böceği ile Karınca'nın Hikkkgayesi

Dün akşam elimde servis tepsisi, içinde siparişlerimle beraber masalara doğru yürürken önüme tatlı mı tatlı bi kız çocuğu atladı ve yürümeye başladığında bi yandan da elindeki şapkayı başına geçirmeye çalışıyordu. Ben de her zaman yaptığım şakalar gibi doğal bi şekilde şapkayı kızın başından alıp kendi başıma geçirip ilerdeki masama servis yapmak için yürümeye devam ettim.
Böyle şeyler hep olur, biz müşterilerle veya işte çocuklarıyla bu tür küçük şakalabanlıklar yapar, şaka bittikten 3-5 saniye sonra ise herkes tekrar hayatındaki süre giden role döner.

Ama bu sefer öyle olmadı ve sipariş aldığım masaya varmama 1-2 adım kalmıştıki, kadının biri kafama yapıştığı gibi şapkayı alıp, sinirden köpürmüş bi halde yabancı dilde bir şeyler söylenip sonrasında çekti gitti.
Kadının ağır hakeretler eşliğinde küfürler ettiğini, ses tonu ve gözlerini kan bürümüş olmasından anlayabiliyordum ve bu yüzden "sory, sorry, soryy" demekle yetinmiştim.

1 dakika kadar sonra servisim bitip de bara doğru yürüdüğümde kadının daha büyük bi kıyameti koparırken, her önüne gelen çalışanı paraladığını gördüm.
Biraz daha üstünü başını paralayıp bağıra çağıra konuştuktan sonra, şeflerden birine "müdürü görmek istiyorum. bu ne rezillik. çocuğumun şapkasını nasıl alırsınız. müdürünüzü çağırın gelsin buraya" diye fırça attığını söylediler. Sonra müdür geldi, konuştular ettiler, benimle konuştular ettiler. Müdürle beraber kadının yanına gidip "i am sorry" dedim ama eliyle "siktir git lan" gibi bir hareket ederken bir şeyler söyledi ve müdür bana "tamam sen git, bir şey yok" dedi, dönüp çalışmaya devam ettim.

5-10 dakika sonra, kadının dilini bilen diğer arkadaşlardan kadının bana gerçekten "siktir" çektiğini, müdürden de kadının tüm şatafatlı modern giyiniş ve muhteşem makyajına rağmen dilenci olduğunu öğrendim. Meğer yapılan hareketin müesseye yakışmadığını, kendilerine büyük bir ayıp yapıldığını, kişisel eşyalarının kullanılmasının terbiyesizlik olduğunu, çocuğunun ağlatıldığını, yapılan bu hareket karşısında şikayetçi olmamasının imkansız olduğunu, tatil paralarının iade edilmesi karşılığında bi ihtimal şikayetçi olmayacağını söylemiş.
Müdür yıllardır içinde olduğu bu sektörün getirilerinden biri olan önsezilerinden ve kadının abartılı davranışlarının amacının bir şeyler koparmak ve böylece kâra geçmek olduğunu anlamış. Kendisi de benim adıma özür diledikten sonra bakmışki, kadın hâlâ dileniyor, ona bi şişe şarap verip göndermiş.

Zaten böyle müşteriler arada bi çıkıyor. Can sıkıcı bu durumlar ise bazen gerçekten çalışanların saygısızlığından kaynaklı oluyor, bazen ise sadece fırsat kollayan dilencilerin ortaya çıkmasından. Ama müdürler, şefler falan yıllardır bu işi yaptıkları için, artık herkesi nerdeyse ilk cümlelerinden itibaren anlıyor, çalışan haksızsa benzeri bi durum tekrarlandığında işine son veriliyor, eğer müşteri haksız ise; olayı biraz alttan alarak, biraz da yüzlerine karşı dilenci olduklarını söyleyerek kapatıyorlar.

Müşterilerin sıkıntılı olduğu anlar ise çok az oluyor. Çalışan sıkıntısı ise daha fazla. Çünkü çoğu eğitimsiz, deneyimsiz ve kalkık sikini bi yerlere sokmaya çalışan cahil ergenlerden oluşuyor. Tüm bunlara rağmen çalışırken sağduyulu olmadıkları ve siklerinin inmesi gerektiğini düşünmedikleri zamanlar olmuyor değil. Oluyor, ama ergenliklerinin sonlarında olmalarından dolayı sağduyularını çok az bir zamana sıkıştırıp bırakıyorlar.

Kendi aralarındaki arkadaşlıkları da basit ve ucuz bir şekilde kurulu. Sürekli birbirlerini aşağılamak, küçük görmek, hakaret etmek üzerinden kurdukları bir iletişimleri var. Onlar için bu o kadar doğalki, yanlarında oturduğum zaman en fazla 5 dakika dayanabiliyor, daha sonra ise telefonla oynarken kurduğum alarmın telefon çalması gibi ötmesiyle beraber kalkıp, sanki telefonda konuşuyormuş gibi yanlarından uzaklaşıp odama geliyorum.

Aralarında bazen onlarla aslında oturmamaya gayret sarf ettiğimi fark edenler oluyor "bizimle oturmazsın sen" diye laf sokuyorlar. Karşılık olarak "iyi de abi gelip ne yapıyım. sürekli onun bunun arkasından konuşup, birbirinize küfür ediyorsunuz. müşterilerin amını, götünü dikizleyip burda sohbet konusu yapıyorsunuz. sizinle oturup bunları mı konuşucam?" diye söylenince, laf soktuklarına pişman oluyorlar.

Bu iletişimleri içerisinde karşılıklı kurdukları hakaret dolu cümleler hiç eksik olmuyor. Küfürsüz konuşabildiklerini ise hiç sanmıyorum. Kız arkadaşları da onlardan aşağı değil. Bir kaçıyla tanıştım ve tanıştığıma pişman olmuştum. Konuşma tarzı, kurdukları cümleler, el kol hareketleri, yürümesi, mimikleri vs vs. Tüm bunlar ergenliklerine bağlanarak hoş görülmese, insanın tutup bir meydanda, eşşek sudan gelinceye kadar dövesi gelir.

Tüm bu yaşam ve kalıplaşmaya başlamış davranış biçimleri, zamanla içselleştirdikleri bir aşağılık hissine kapılmalarına neden olacak. Ki çoğu zaten aşağılık kompleksine sahip. Özgüvenleri de kendi aralarında birbirlerine diş bilemelerinden fazlasına izin vermiyor. Dışarıya gösterebildikleri özgüvenleri ise soytarılıktan başkası değil. Kılıklarının eksikliği ise, soytarılıklarının uzaktan görülmesine ve ilk karşılaşmada anlaşılmamasına neden oluyor.

Her şeye rağmen 4 aydır burada çalışıyorum ve iyisi-kötüsüyle bu maceranın sonuna geldim sayılır. Çünkü bu hafa sonu okul için Kıbrıs'a dönüyor, okumaya kaldığım yerden devam ediyorum. Zaten geçen aylarda uçak biletimi almıştım. Bana kalan tek şey ise, valizimi toplayıp havaalanına gitmek, uçaktayken dönüp aşağı doğru bakıp hüzünlenir gibi yapmak.
Hem burda da işler, havalar soğumaya başladığından bu yana iyice düşmeye başladı. Müşteri sayısındaki düşüş, bahşişlerdeki düşüşle aynı seyirde gidiyor. Şimdiye kadarki harcamalarıma rağmen, yine de tüm maaşımı karınca misali kışa ayırabildim. Yani bu kış, geçen kıştan daha rahat geçecek. Çünkü geçen yaz ağustos böceği'nin yaptığını yaparken, bu yaz yapmadım. Karınca gibi çalıştım, çalıştım, çalıştım.
Her şeye rağmen bu yaz, şimdiye kadar yaşadığım tüm deneyimlerimden daha farklı ve gerçekçi bi deneyim yaşadığım için, bilincimin-düşünce şeklimin evrildiğini veya evrilmekte olduğunu gördüğüm bir yaz oldu. Böyle yazların artması, boş zamanlarımın tamamen dolması dileğiyle yazımı sonlandırıyor, küçüklerin ellerinden büyüklerin gözlerinden öpüyorum.

05 Ekim 2018

Lobi'deki Gece Barmeni

Önceki hafta odamızdan ayrılan Trabzonlu arkadaşın yerine yeni biri gelip yerleşti. Böylece oda da tekrar 3 kişi olduk. Şans bu ya o hafta boyunca barmen eksikliğinden dolayı, lobi tarafındaki küçük barda Gece Barmeni olarak görevlendirildiğim için, bu yeni gelen kişiyle fazla karşılaşıp muhabbet etmedik. Ama son iki gün yerime alınan barmen geldiğinde, ben de odaya ve normal iş saatlerime başladım. Böylece bu yeni gelen oda arkadaşı ile fazla muhabbet etmeye fırsat kalmadan kavga ettik, gitti.

Kavga nedenimiz ise biz uyuduğumuz esnada onun telefonda konuşurken abartılı bir sesle konuşması, odaya girip çıktığında veya tuvalete gittiğinde kapıyı çekerek güm diye kapatmasıydı. Zaten en son atışmamız da, onun yine odaya girerken duyuları olan bir insanın yaptığı gibi kapıyı açıp kapamak yerine, güm diye çarpması oldu ve ben de bunun üzerine uyanarak:
-rica etsem biraz daha yavaş olur musun
-nasıl yani?
-yani mesele kapıyı her geliş gidişinde GÜMM diye çarparak kapamak yerine, sadece hafifçe çekerek veya iterek kapatabilirsin" dedim, o da karşılık olarak:
-benim kapamam böyle" dedi ve dediği an, ben de onun kapıyı GÜMMMM diye kapatması gibi patlayıverdim.

Şu an o konu üzerinden günler geçtiği için, cevabına karşılık tam olarak ne dediğimi, aramızda nasıl bi diyalog geliştiğini hatırlamıyorum ama olayın ardından eşyalarını toplayıp başka bi odaya geçti.
Böylesi daha iyi oldu. Çünkü 28 yaşında olmasına rağmen, sadece bir canlı olarak yaşamaktan başka bir şey yapmıyordu.
Hisleri yoktu, doğuştan bu yana bilinci hiç açılmadığı için kapalıydı. Hayatla iç içeliği yeme içme ve uyumadan sonra kendisine verilen işi adım adım takip ederek yapmaktan ibaretti.
Eğitimsiz, akılsız, iki kişilik sohbetlerinde bile ses tonu bozuk bir borazandan çıkarcasına kaba ve yüksek tonda olmasından dolayı rahatsızlık verici, hem bilinç olarak hem de tip olarak salak ve üstelik salaklığı ilk karşılaşmada yüzünde okunanlardandı.
Okulu da zaten ortaokula kadar okuduğunu, fazlasına ihtiyacı olmadığını söylemişti. Buna şaşırdığım için "aslında senin gibilerin okulu hiç bırakmaması lazım" demiştim ve bunun üzerine, bana bön bön bakmakla yetinmişti.

Evet, okul hayatını genel olarak "okuma ve yazma" için yeterli bulsam da, bazı insanlar için, yaşamları boyunca devam etmek zorunda oldukları bir yer olduğunu düşünüyorum. Bu arkadaş da, o bazı insanlardan biriydi.
Çok şükür ki, bu insanla o hafta barmen olarak çalıştığım için pek muhatap olamadığım için kendisini fazlaca tanıyamamıştım. Gerçi tanımak isteyeceğim türde insanlardan da değildi. Sonuçta derinliği olmayan her insanın tanışılmaması gerektiğini düşünüyorum. Bu tür insanlar sadece sinir bozucu zaman kayıplarındandırlar.

Gece 12:00'den sonra barmen olarak çalışmak ise pek güzeldi. Zaten gece barmeni olarak çalışanların, fazlaca bir barmen bilgisine sahip olmalarına gerek yok. Çünkü kokteyl siparişi alınmıyor, bunun yerine orada hazır bulunan alkollerden servis ediliyor. Alkollerin hepsinin adı da şişelerinin üzerinde yazılı ve alıp bardağa attığınız buzun üzerine bocalayıp isteyen kişiye uzatıyorsunuz. Yani benim işim bu kadardı.

İşim bu kadar olmasına rağmen, bi bardak viskiyi uzatmanız karşılığında abartılı bi şekilde yerlere kadar eğilip bükülenler, iltifat üzerine iltifat edenler, ailesiyle sorun yaşayanların; işiniz icabı kendisine verdiğiniz ücretsiz bir bardak Brendi karşılığında sizi dünyanın en iyi insanı ilan etmesi, muhabbet etmek için bardağın boş kalan tarafından konu açanlar, dolu tarafını görmeyen aç gözlüler, seks yapacak bir şey arayanlar, ödediği tatil parasını içerek kat be kat çıkarmak isteyen sarhoşlar, ve sarhoşlar, sarhoşlar, sarhoşlar.

Tüm bunlara rağmen gece saatlerinde lobi tarafı genel olarak fazla sakin oluyor. gündüzün o koşuşturmacasından eser miktarda bile olmuyor. Bu yüzden çoğu zaman barın arkasına çektiğim sarı renkli demir sandalyede oturup telefondan kitap veya makale okuyordum.
Tabii benim için; gelen müşterilerle olan iletişimsizlikten dolayı, bir kaç yabancı dil bilmemenin eksikliğini fazlasıyla yaşadığım bir hafta da oldu diyebilirim. Başka da pek bir şey hissetmedim.

Gece barmeni olarak seçilmemin nedeni ise, çalışanlar arasında o ara en güvenilir kişi olmamdı. Çünkü alkol almıyorum ve kimsenin benimle küfürlü dahi konuşmasına izin vermemek için gerekirse kavga bile edip, aynı zamanda masalarda bulduğum her eşyayı Şef'lerime teslim ediyorum.
Ki bazen eşyalar arasında cüzdanlar, sigara dolu paketler, pahalı çakmaklar, saatler, gözlükler, telefonlar da oluyor. Pahada değerleri iyi oluyor ama ne yazıkki, tüm bu ıvır zıvırlara ihtiyacım yok. Benim omayanı, benim ilan etmem için bana verilmesi veya satın almam lazım.
Çok süper muhteşem eşi benzeri olmayan bir insan olduğuma dair kendi reklamımı çok uzattım, kısa kesip şöyle bağlayayım; tüm bu insan olmanın gereklerinden biri olan davranış biçimlerimden dolayı, gece barmeni olmak çalışma deneyimi kaçınılmazdı ve bu yüzden yerime yeni barmen gelinceye kadar çalıştım geçti gitti.

Her zamanki işime döndüğüm hafta ise oda arkadaşlarımdan biri daha gitti. Odada tek başıma kalışımın ertesi günü ise 24 yaşında biri geldi yerleşti.
Konuşması tutuk, gururlu cahilliği suratındaki her mimiğe işlemiş, beden hareketleri bir fil kadar hantal, el ve kol hareketleri ise homoseksüelliğini saklamaya çalışan pasif eşcinsel bi erkek gibi tuhaflaşmış, adımları ise; yere basmaya tenezzül etmez ama yer çekiminin varlığından dolayı mecburi bir lutufkârlık barındırıyor. Bakışlarında biriken kibir o kadar yoğunki, karşısında durup kendisine bakmaya devam ettiğinizde size  adeta "ne cüretle bana bakarsın" dercesine burnundan soluyarak nefes alıp vermeye başlıyor.

Otelde geçen ay çalışmaya başlamış. İşi; villaların dolaplarını kontrol edip, eksik ürünleri tamamlamak. Ne iş yaptığı dışında ise, daha önce bulunduğu odada yaşadığı problemi konuştuk. Diğer kalanlar çok gürültücü ve sürekli sarhoşlarmış. Bu yüzden bir kaç sefer atışmışlar. Daha doğrusu atışamamış. Onlar ne isterlerse öyle davranıp, onların istediklerini yapıyormuş. Sonra dayanamayınca odadan çıkmaya karar vermiş ve işte lojman sorumlusu da getirip benim odaya yerleştirmiş.

Ona, yaşadığı bu tür sıkıntılar karşısında insanlardan ve olaylardan kaçmak yerine, aslında iletişimi mantıklı bir alana çekip hakkını araması konusunda biraz nutuk çektim ama nutuk işlemim bittiğinde bana "hangi burçsun" diye sordu.

Doğrusu o an kalkıp tokatlamak istemedim değil, ama yaratmış olduğum mantıklı alandan ayrılmamaya gayret sarf edip "bilmiyorum ki" diye karşılık verdim ve bu sefer o bana "nasıl ya? nasıl bilmezsin? herkes burcunu bilir ki??" diye karşılık verdi.

durup yüzüne baktım. Ciddiyetini ve burcumu bilmememden kaynaklı beni nasıl küçük gördüğünü, dudağının kenarında kopmaya hazır kahkahanın nasılda fırsat kolladığını okudum. ama yine de "annem 10 çocuk doğurmuş. ben 9'uncu çocuğu olduğum için, beni ne zaman doğurduğunu hatırlamıyor. sadece ben doğduğum yıl havanın ilk kez çok çok çok soğuk olduğunu ve doğduğum ay kar'ın nerdeyse hiç durmadan yağdığını hatırlıyor" dedim. "hahahahaha" diye şuh bi şekilde güldü. ona "bizim orda doğum tarihini bilmek önemli değil, doğduğunu bilmek yeter" gibisinden birşeyler söyledim. Konu yine uzadı ve insanın kendi hakkını araması konularına geldi. Ama onun umrunda değildi. bu yüzden ben de hakkını araması nutuklarımın bir yararı olmadığını düşünüp, işim varmış gibi davranarak odadan dışarı çıkıp, hava aldım.

Dışarda düşündüm de, acaba şimdiki yaşımdan 9-10 yıl önce bende böylemiydim.
bi an evet öyle olduğumu düşündüm. ama sonra kendime gelip, aslında farklı olduğum ve asla böyle olmadığımı, davranmadığımı hatırladım.

Bu konuşmamızdan bi kaç gün sonra ise, çalıştığım bardaki arkadaşlarımdan biri gelip bizim odaya yerleşti. Kaldığı odada fazla gürültü oluyor, uyku düzeni bozuluyormuş. Düzenli uyumaya hasret kaldığını ve artık kimseyle uğraşmak istemediğini söylüyordu.
Odaya yerleşmesinden 4 gün sonra ise çıktı gitti. Çünkü ben odada yokken, Pasif Duygularını Bastıran Eşcinsel Gibi oda arkadaşımla önemsiz bir şey yüzünden atışmışlar ve o da bunu dövmemek için başka bi odaya yerleşmesinin daha doğru olduğunu düşündükten sonra toplanıp gitmiş.
Ki odada kalsaydı gerçekten döverdi. Çünkü 21 yaşında olmasına rağmen iri yarı kaslı yakışıklı ve düzenli spor yapıyor. Hacettepe'de alman dili ve edebiyatı okuyor. Fakir bi aileden gelme. Kendi ayakları üzerinde durmak için fırsat kolluyor.

Bazen onunla birbirimize yürüyor gibi yapmadığımız olmuyor değil. Ama yaşının küçüklüğünden dolayı kendimi frenleyip "senle biz olmayız. ama pek emin de değilim" diyorum ve kahkaha atıyor.
Henüz hiç kavga etmediğimiz için iyi biri olduğunu düşünüyorum. Ama doğrusu o da haksızlık etmeye yatkın biri değil. Bu yüzden kavga etmiyor da olabiliriz. Zaten iki haksızlık etmeyi sevmeyen insandan daha çok ne olabilir ki?


04 Ekim 2018

Arthur Schopenhauer'un Yaşam bilgeliği Üzerine Aforizmalar kitabındaki saçma bi bölüm üzerine eleştiri

"c)başkalarına yönelik davranışlarımız" başlığı altında 21'inci maddede "insanlara katlanmayı öğrenebilmek için, sabrımızı, mekanik ya da fiziksel zorunluluk yüzünden bizim edimlerimize inatla karşı koyan cansız nesneler üzerinde sınamalıyız; bunun için ise her gün bir fırsat bulabiliriz. Böylelikle ulaşılan sabır, daha sonra insanlar üzerine aktarılır, böylece, bizim için birer engel oluştursalar  da tıpkı, cansız cisimlerdeki gibi keskin doğalarından kaynaklanan bir zorunluluk yzünden böyle olduklarını, bu yüzden onların edimlerine karşı kızmanın, yolumuza çıkan bir taşa kızmak kadar budalaca olduğunu düşünmeye alışırız."