-->

26 Eylül 2018

ıvır zıvıra para vermek veya vermemek üzerine

Son iki yıldır, tüketici odaklı dayatılan modern dünya düzenimi yıkmakla o kadar meşgul oldumki, hayatımda olmaları, evimin dışıyla sınırlı olan tırt insanlar arasında adım CİMRİye çıktı ve öyle kaldı. Sanırım söylememe gerek yok; cimri yakıştırmasını yapmalarının nedeni ise artık tamamen parasız olmamdan başka bir şey değil.

İnsanların (tabiki hayvanlar demiyor) bana cimri demesini tetikleyen şey parasızlaşmamken, şimdiki parasızlığıma rağmen elimde 3-4 kuruşun olduğu dönemlerimden kalma iPhone ve kucağımda MacBook Air olunca "param yok diyorsun ama elinden iPhone'u düşürmüyorsun" ve "vay vay vay! şuna bak. hem param yok diyor, hem de Apple laptop kullanıyor" ile "bizim hiç böyle bi bilgisayarımız olmadı keh keh keh" cümlelerini kurmaktan da geri kalmayarak beni üzmeye, üzerek kırmaya devam ediyorlar.

Doğrusu belli bi zaman sonra "ne istiyorsunuz anlamıyorum ki. ne yani iPhone'umu satıp size çay kahve yemek mi ısmarlayayım, napiim?" diye karşılık verdiğim bi kaç kişi oldu ama genelde pişmiş eşşek kellesi gibi sırıtmaktan başka bir tepki vermedikleri için bu cümleleri bir daha kurmadım.

Çünkü bana cimri diyenler hep kendilerine bir şey almamı, ısmarlamamı isteyenlerdi ve ben almadığım veya ısmarlamadığım için dönüp "cimri" diyorlardı. Bazen yine karşılık olarak "cimri değilim, sadece param yok" diyordum ama sonra bunu da söylemeyi bıraktım. Bana cimri diyenlerin, aslında onlara beni söğüşleme imkanı tanımadığım için böyle dediklerinin farkında olduğumdan bu çirkin yakıştırmalarını şimdilerde artık hiç ama hiç iplemiyorum. Ama yine de çirkin bi yakıştırma olduğu gerçeğini göz ardı edemediğimden, bazen karşılık vermeden de duramıyorum.

Tüm bu karşı vermelerime rağmen şunu da söylemeliyim ki; gerçek anlamda, insanların hakkımda ne dediğini, beni nasıl gördüklerini umursamamayı başardığım LEVEL'a da ulaştım.
Yani beni onlar var etti. Beni yakınıma kadar gelmelerine izin verdiğim kötü insanlar var etti. İyiler yanımda durmadı. Onlar gitmişti ve etrafımdaki boşluğa kötüler yerleşti. İyiler kötüler kadar sabırlı değiller. Onlar iyiliğiniz için, ilk kavganızda çekip giderler. Ya da siktir olup giderler mi demeliyim. Oysa iyilerin de kötüler kadar sabırlı, inatçı vs vs olmasını o kadar istiyorumki......

Öte yandan, bi çok kişinin "cimrilik" kavramı hakkında bi bilgisi olmadığını da anlamış bulunmaktayım. Cimrilik nedir diye uzun uzun yazmak yerine, bana cimri diyenlerden öğrendiğim "cimrilik ne değildir"i yazsam yeterli olur galiba;
Cimrilik, parasızlıktan dolayı başkasına bir şey alamamak, ısmarlayamamak değildir.
Cimrilik yokluk değildir.
Cimrilik çok başka bir hâldir. Yeterince yaşadığınızda, cimriliğin kendisini kanlı canlı görerek de öğrenmiş olursunuz.
Zaten şimdi bana cimri diyenlere götümle kahkaha atıyorum.

Götümün kahkahalarına rağmen "elinde ayfon'un var bla bla" cümlesini kurmaktan geri kalmayan dangalaklar ise hiç eksik olmuyorlar. Hâlâ da bazen karşılaşıp duruyorum.
Cümleyi kurdukları anda ağızlarının ortasına sıçsam yeridir, ama kafalarını sabit tutup deliği tutturmak biraz zor iş. Çünkü çıkan büyük laflara rağmen, ağızlar küçük.
Buna rağmen, ben ağızlarına sıçmadan şunu anlamalılar ki; zenginlik kıstası elde ayfon, kucakta mekbuk olması değil. Ayfon ve mekbuk'u zenginlik kıstası olarak görmek ise fakir bir kişiliğe sahip olduğunu göstermekten başka bir şey değil.

"Neden" derseniz, çünkü; ayfon dediğiniz alet, yeni dünya düzeni içerisinde zaten hiçbir zaman ev sahibi olamayacak şekilde tutulmakta olan günümüz toplumunun içindeki büyük bi bölümünün, sırf kendi kendini sakinleştirmek için alabildiği en pahalı eşya.
Bunu da sırf pahalı olduğu için değil, hayatları boyunca çektikleri ve çekecekleri "yokluk"a karşılık olarak kendilerine değer verdiklerini göstermek, ait olamadıkları ve asla olamayacaklarını kabullendikleri topluluktan biri olduklarını gösterebilmek için alıyorlar.
Biraz trajikomik bi durum ama kendi içerisindeki tutarlılıktan dolayı psikolojik olarak rahatlatıcı bir etkisi var.
Özetle ise; tüm yaşamları boyunca bir kere olsun kendini ödüllendirmeyi, başkaları için de görünür kılıyorlar.

Tabii bu tür ürünlerin ikinci elini güvenilir yerlerden 1 kuruşa almak varken gidip yenisine 4 kuruş verip almaya da gerek yok. Ya da başka ülkelerdeki kampanyalı modelleri takip edildiğinde, şu an olduklarından daha uygun fiyata da bulunabilir. Ama çoğu kişi bu tür kampanyalardan haberdar değil veya teknik bilgilerinin olmayışından dolayı ikinci el ürünlere pek güvenip alamıyorlar.
Keşke haberdar olsalar, keşke teknik bilgileri olsa.....

Benim Apple ürünlerini tercih etme nedenim ise; doğru cihaz kullanımında bulunmaktan ve Apple'ın son kullanıcıya odaklanarak, kendi rakiplerini ve hatta diğer alanlardaki bir çok teknoloji markasını da dönüştürme becerisini takdir edip, devamını sağlamak.
Bu becerilerinden dolayı, teknolojik bir ihtiyacımın ortaya çıkması durumunda, Apple dışında bir markanın paramı hak edeceğini düşünmüyor, alın terimi ondan başkasına vermeyi kendimce uygun bulmuyorum.
Yani benim için Apple bir çok kişinin yaptığı gibi sadece para harcayabileceğim bir marka değil ve bu gözle bakmıyorum. Aynı zamanda sadece kaliteli teknolojik ürün üreten bir marka da değil. Tüm bunların yanında, ürettikleriyle toplumsal dönüşümü hızlandırıp, yeni dönüşümleri de tetikleyen bir mekanizmadır. Dönüşümün olumlu yanlarını görebildiğim için de paramın çöpe gitmiyor olmasından dolayı içim rahat.

Zaten başka türlü de para veremem.
Sanırım tüm bu söylemlerimden apple'a çok para vermediğimi de anlamışsınızdır.
Örneğin şu an kullanmakta olduğum ayfon'u Öküz'üm 3 yıl önce 2.200 TL'ye İsveç'den bi arkadaşına aldırmıştı. (bundan önceki ayfon'u ise inernette katıldığım bir kampanyadan dolaylı yollarla almıştım. o güne kadar ise sadece mecburi gerekliliğinden dolayı iPad'e para vermiştim)
Mekbuk'u ise 5 yıl önce Sahibinden.com adlı güzide sitemizdeki ilanları sürekli karıştırmam sayesinde, mimarlık okuduğu için yeni bilgisayar alınca elindekini 1.500 TL'ye satan İTÜ'lü birinden almıştım.

Yani işte görüyorsunuz bu tür şeylere sahip olmak zor değil. Elindeki paraya değer verip, doğru cihaz almak ise hiç zor olmuyor. Tabii en güzel yanları da birer ev ve araba fiyatında olmamalarından dolayı, benim gibi asgari ücretle çalışanlar dahi bu tür şeyleri almaya karar verdikten sonra biraz ıkınıp hemen satın alabilirler.

Hem zaten artık iletişim çağının ta ortasındayken, elimizde telefon, kucağımızda leptap olmazsa olmaz. Çünkü dünyayı anlamak, çağın neler getirip götürdüğünü görmek, insanlığın yaşadığı ve yaşamaya devam ettiği değişimi anlamak için televizyon ve gazete gibi sığ mecralar yetmiyor.
Yetmediği için de elimizde ayfon, kucağımızda mekbuk olmak zorunda.
Bu yüzden sizden rica ediyorum; birinin elinde telefon görünce "götünde don yok, elindekine bak" türünde, mağara insanının kurabileceği cümleler kurmayın. Yoksa içlerinden biri elindeki telefonu alıp götzünüze sokabilir.

İşin bu atarlı giderli tarafını boşverip saadete gelirken, ne demek istediğimi gayet iyi anladığınızı umuyor, bu yüzden elimdeki ayfonumu cebime sokup, para harcamamak üzerine olan davranış değişikliklerimden bi kaçını, nedenleriyle açıklamak için mekbuk'umda yazmaya devam ediyorum. Yani insanların bana neden CİMRİ dediklerine geçiyorum:

1-Ayak kabıya çok para veren biri değilim. 2-3 yılda bir para verince ise, o parayı hak edecek bi ayak kabı olmasına dikkat ediyorum. Bu yüzden sırf pantolonumun rengine, kazağımın çizgilerine, gömleğimin düğmelerine uyuyor diye renkli, yanarlı dönerli diye aldığım ayak kabım yok ve inşallah olmayacak da. Ayrıca bu tür alışveriş nedenlerini aptalca buluyorum.
Aldığım ayak kaplarını da genelde iyice yırtık pırtık oluncaya kadar giyinmeye devam ediyorum. Hatta çevremdeki insanların çoğu artık nerdeyse yalvararak "ne olur giyme bunu" diyinceye kadar da giyinmeye devam ediyorum desem yeridir. Çünkü yırtık olmasını umursamıyorum ve doğrusu yırtık olması, onun, gerçek işlevinin ne olduğunu görmemi engellemiyor.

Bu cümleleri kurmuşken, şimdi de ayakkabının bendeki anlamına geçiyorum:
Ayakkabı dediğimiz şey; yere çıplak ayakla basmamamız için, yani; ayağımızın kirlenmesini, yaralanmasını vs gibi sağlıksız durumları önlemek için icat edilmiş sıradan bir eşyadır.

Bu eşyaya günümüzde çok fazla ve hatta kendimizce ona derin anlamlar yüklemiş olmamız, bu anlamları gerçek veya doğru kılmıyor. O hâlâ bi ayak kabıdır ve ayağımızda olduğu müddetçe de bi ayak kabı olarak kalacaktır.
Ama bunun yerine; ayağımızdakine, başımızın içinde yer vermeye başladığımızda o artık bir ayak kabı olmaktan çıkıp "ayak bağı"na dönüşür diyebiliriz.
Oysa ayak kabıyı, kafamızın içinde yer vererek ayak bağına dönüştürmemize hiç ama hiiiiç gerek yoktur. Ayakkabı sadece bir ayak kabıdır. Sağlığınızı korumaya devam etmesi yeterlidir. Sağlığınızı kaçırmaya neden olmamalıdır.

Zaten ayak kabı'nın ne olduğunu kendimce çözümlediğimden bu yana çoğunlukla parmak arası terliklerle yaşıyorum. Böylece hem ayaklarım nefes alıyor ve hem de ben kendimi, her zaman olduğumdan daha rahat hissediyorum.
Yeri gelmişken şunu da eklemeliyim ki; dağda yaşayan biri değilseniz, çölde koşturmuyorsanız, ovalarda, bayırlarda keklik gibi sekerek yaşayanlardan değilseniz, abartılı kalın tabanlı ayakkabılar, botlar vs vs giyerek şehir de yürümenize gerek yok. Şehir hayatı, en basit ayak kapları için bile yeterince temizlik, düzen, konfor ve rahatlık sunuyor. Bundan emin olmak için başınızı sadece bir anlık bile olsa eğip yere bakmanız yeterli olacaktır.

Türü ne olursa olsun ayak kabının amacı (yukarda da dediğim gibi)yere yalın ayak basmamak, olası kazalara karşı böylece ayak sağlığını korumaktır.
Durum bu kadar basitken, onu çok da çetrefilli bi hâle getirmeye gerek yok. Basitçe yaklaşmak en rahatlatıcısıdır. Aldığım ayakkabıların uzun süre dayanması için ise şunları yapıyorum:
Yürürken düzgün adım (adeta catwalk) atıyor, böylece ayaklarımla beraber ayakkabımı da bi yere takmamaya çalışıyorum
Yürürken düzgün adım atıyor, böylece ayakkabı tabanımı yere sürümeden yürüyorum. (Zaten şu ayak sürüyerek yürüyenleri de anlamış değilim. Zombi olmamanıza rağmen neden öyle yürürsünüz ki? Hiç mi ayağınızın yere sürtünmesinden rahatsızlık duymuyorsunuz. Sorular, sorular, sorular.)
Yürürken düzgün yürüyor, sağı solu tekmelemiyorum.
Yürürken düzgün yürüyor, su birikintilerine, çamura vs girmemeye özen gösteriyorum.
Aynı zamanda bağcıkları çok sık bağlamıyor, ayak kabının sadece ayağıma oturmasını sağlayacak şekilde basitçe bağlıyorum. Zaten koştura koştura yaşayan biri olmadığım için sık bağlamama ve her an bir şey olacakmış da son sürat koşmam gerekecekmiş gibi davranmama gerek kalmıyor.
(Uzun zaman önce, ayak kabıların bağcıklarını sık bağladığımda sürekli koşturasım geldiğini fark etmiştim. (Belki size de oluyordur.) Bunu fark ettiğimden beri, bağcıkları bağlamıyor, böylece kendimi daha rahat hissediyor, ayrıca daha sakin bir şekilde yürüyor ve daha stressiz bir gün geçiriyorum.)
Ayakkabı bahsi çok uzadı, artık kapatalım. Ama özetle; ayak kabı sadece, bir ayak kabıdır.

2-Ayakkabı gibi, giysilere de çok para veren biri değilim ve çok para verilmesini de artık hiç anlamıyorum. Tamam marka değeri, ıvır zıvır gideri, dünyanın en sağlıklı kilodu gibi özelliklerinden dolayı o parayı hak ediyor olabilirler,  ama bu yine de bana; bir kilot, bi kazak veya mont için yüzlerce lira vermemi ikna edecek mantıklı bi sebep sunmuyor. Eskiden olsa, mantıklı bi neden sunuyor olduğunu düşündüğümden dolayı yüzlerce lira verebilirdim ama şimdi iyice parasızlık içindeyken hiç ikna olacak gibi değilim. Üstelik o kadar para vermeyi de enayilik olarak görüyorum.

Enayilik olarak gördüğüm için, enayi durumuna düşmemeye gayret ediyor, eski giysilerimi de önceki yıllara nazaran daha dikkatli kullanıyorum.
Hatta (tıpkı ayak kabılarda yaptığım gibi)üzerimde paralanmış olsalar dahi giymeye devam ediyorum.
Çünkü yırtık olması veya olmaması değil, temiz olup olmamasını önemseyen biriyim. Temiz olduktan sonra ise, yırtık olup olmamasının bi önemi yok.
Bir de bazı giysiler ücretlerini hak etseler bile çok gereksiz pahalılar ve buna rağmen almayı salakça buluyor, salakça bulduğum için de günlerce çalışıp bi tişört, bi pantolon almayı kendime yakıştıramıyorum.

Aslında bu duruma her zaman dikkat eden biriydim ve bu yüzden olsa gerek pek de öyle pahalı kıyafetlerim yoktur. Hatta ikinci el tezgâhlardan aldığım kıyafetlerim de var. Bunları da özenli kullanıyor, diğerlerinden ayrı tutmuyorum. Canım giysilerim.

Bu özenli kullanımımdan dolayı hâlâ giyinmekte olduğum 8-9 yıllık giysilerim var. Onlarla çetin kış şartlarını, kuvurucu yaz aylarını, yağışlı ilk ve son baharları atlatıyor, böylece ruh ve beden sağlığımı da korumaya devam ediyorum.

Bu arada ağırlık olarak tişört giymeye çalışıyorum ve onları da zaten en ucuzlarından seçerek alıyorum. Bir iki defa marka tişört almışlığım olmadı değil ama sonuçta onların da kaderi, pazardan alınma tişörtlerinki gibi mutfak bezi olmaktan öteye geçmedi. Eğer macera mutfakta bitecekse, neden bi kaç günlük alınterimi mutfak bezi olacak olan şeye vereyim ki?

Pantolonlar da hakeza öyle. Şimdiye kadar bi kaç sefer enayilik yapıp pahalı pantolon almadım değil, ama artık bi kaç yıldır pantolona 20-30 TL'den fazla para vermiyor, vermemeye de dikkat ediyorum. Zaten fazlasını hak etmiyorlar.
Buna rağmen şu an sanırım 15'den fazla pantolonum var ve bence bu sayı çok fazla. Çünkü bu kadar fazla şeye sahip olmaya gerek yok.
Şimdi düşünüyorum da, en son 2 yıl önce pantolon aldım ve sayıları şu an bu kadar fazlayken, uzunca bir süre almayıp kıçımdakilerle idare edicem. Hem günümüzde pantolonlar paralansalar bile moda olarak görünüyorlar. Gerçi henüz paralanıp iyice yırtık pırtık hale gelmiş pantolonum da olmadı ama bakalım :// Sanırım bir kaç tanesinin orasını burası çekiştirip delsem moda olacak.

Bu fazla para vermeme bakış açım diğer giysi türlerim içinde geçerli. Yani genel olarak sürekli yeni elbise almaktan kaçınıp, elimdekilerle idare ederek yaşıyorum. Hatta "idare etmek" de değil, gayet yaşayıp gidiyorum ve böyle yaşamaya alıştım bile. Zaten sürekli yeni giysiler alıp şıkır şıkır gezmenin bi anlamı olduğunu düşünmüyor, bu davranışı "başkaları için yaşamak" olarak görüyorum. Oysa ben, başkaları için yaşayan biri değilim ve olmamak için de elimden geldiği kadar çaba sarfedeceğim.

Bir de yukarda kilot falan dedim ama zaten yıllardır kilot giymiyorum. Buna rağmen 2-3 kilodum hep bulunur, onları da mahalle baskısından dolayı arada giymek zorunda kalır, 3-5 gün giydikten sonra çıkarır, 5-6 ay boyunca dönüp yüzlerine bile bakmadığımdan, yarak ve taşşaklarım nefes alır.
Yeri gelmişken söylemeliyim ki; kilot kadar gereksiz başka giysi türü yok!!!!!111!1!
El kadar şeye onca para verilmesi de salaklıktan başka bir şey değil. Biraz da bu yüzden kiloda para harcamıyorum.

Kilot giymediğimi öğrenen bazı insanlar "aaa nasıl olur? ama temizlik falan filan var" diye karşılık verince onlara "açıkçası sıçtıktan sonra götünüzü iyice yıkayıp sonrasında kurularsanız bir şey kalmıyor" diye cevap verince susuyorlar.
Bazıları da sikin dışardan fazla belli olmaması için kilot giyilmesi gerektiğini söyleyerek beni güldürüyorlar. Gülmem geçtikten sonra onlara "bacak aranıza bakandan bir şey saklayamazsınız" deyip geçiyorum. Ayrıca ben uyluğumda efil efil esen rüzgarı hissetmekten yanayım. Hisederken de sikimin belli olmasını umursamıyorum. Az önce dediğim gibi; görmek isteyenden bir şey saklayamazsınız.......

Ve yine başka bir düşüncem olan; giyim sadece çıplaklığımızı örtmek için icad edilmiş bir şeyken, neden farklı anlamlar yükleyeyim ki. Çıplaklığımı örtmesi, temiz olması yeterli.
Özetle; giyinmeye böyle bakıyor ve günlerimi bir tişört almak için çöpe atmıyorum.

3-Para harcamadığım en güzel şeylerden biri de sigara ve alkol. Bunlara para vermek zaten hiçbir zaman bana göre olmadı. Sigaraya para verilmesini ise biraz ahmakça buluyorum. Alkol desen zaten iğrenç bir şey. İğrenç bir şeye neden para vereyim ki? Üstelik inandığım dine göre de haram.
Durum böyle olunca onlara vereceğim 3-5 kuruşluk alın terim cebimden hiç çıkmıyor.
Ya da bankadan mı demeliyim ://////

4-Kola, meyve suyu ve benzeri paket içecek türevlerinin tüketimini de 2-3 yıldır bıraktım. Zaten kola da alkol kadar iğrenç bir şey. Uzun zaman içmeyip, daha sonra tadına bakmak isteyince ise midemi bulandırmıştı. Tüm bu tırt içecekler yerine su ve soda içiyorum. Bu sayede beden ve cep sağlığım için yararlı bi hareket yaptığımdan o kadar eminim ki anlatamam. Bunların sonucunda resmen "sağlıklı sağlıklı işediğimi" bile söyleyebilirim.
Hem yeri gelmişken söylemeliyim ki; bu ne idüğü belirsiz saçma sapan içecekleri tüketmeyerek daha az çöp çıkartmış oluyor, böylece dünyaya da hepinizden daha az zarar vermiş oluyorum.

5-Kola, sigara ve alkol'ü geçip modern insanın diğer tamamlayıcısına gelirsek; kahve.
bi dönem tiryakisi olan ben, hatta bi ara çantasında paket paket starbucks kahvesi taşıyan ben, nihayet geçen yıl yük taşımacılığı yapmayı bıraktım. Çünkü kahveyi sevsem de, aslında bu kadar abartmaya gerek olmadığına kendimi inandırdım ve sonra yavaş yavaş kahve tüketmeyi azalttım. Hem dışarda kahve içmek de baya pahalıya mal oluyordu. Boşuna kahve molaları verip duruyor, zamandan da kaybediyordum.
Kahvenin yorgunluğum esnasında vs beni dinçleştirdiğine olan inancım da kaybolduğunda, kahveyi hayatımdan (tamamen olmasa da) çıkardım. Şimdi arada bazen içiyorum ama öyle abartmış halde değil. Kahve içmeyi bırakarak da paramın cebimde kalmasını ve dünyayı daha az kirletmeyi sağladım. Ne güzel ya, resmen melek gibiyim.
Bu arada modern insan çok zavallı. Kendini; içtiği kahve, sigara ve alkol markası üzerinden tanımlayıp ayakta kala kalıyor. Resmen acıyorum. Yazık. Çok yazık.

6-Sigara, alkol ve kahveyi geçip yemek konusuna gelirsek;
Geçip giden 2-3 yıl içerisinde parasızlıktan dolayı yemek yapmayı öğrendim ve bu sayede dışarda yemek yeme durumlarını son yıllarda iyice azalttım. Hatta mecbur kalmadıkça hiç yemiyorum.
Ama buna rağmen dışarda yediğim şeyler de var ve bunlar hep olacak gibi; örneğin bol sarımsaklı kelle paça çorbası gibi.

Kelle paça çorbasını evde yapamayacak durumda olduğumdan dışarda yemek zorundayım ve verdiğim parayı son kuruşuna kadar hak ediyor. Bu yüzden "Hiç Acımadan Para Harcadığım Şeyler Listesi"nin en başında kelle paça çorbası geliyor ve o her zaman ilk sırada olacak.
Zaten gençliğimi, zekâmı, hazır cevaplılığımı, bu kadar güzel ve uzun yazılar yazabilmeyi, yakışıklılığımı, cildimin diriliğini, saçlarımın parlaklığını ve sağlığımı biraz da ona borçluyum.
Şu an o kadar methettim ki canım kelle paça çorbası çekti beee!

7-Şimdi biraz da iletişim:
"İletişim çağında yaşıyoruz" diye diye 24 saatimizi canlı yayınlar hâle gelmek normalleşti. Bende o normalleşenlerden biriyim. Ama artık bu normalliği kendi normalliklerime göre yeniden kurgulamaya karar verdim ve bu konuda "parasız yaşam"aya kesin söz verdim.

Biliyorsunuz ki; iletişim çağının başında da süper ötesi özelliklere sahip binlerce liralık telefonlarımız geliyor. Bu telefonların kullanılması için de bir gsm şirketine abonelik mecburiyetimiz var. Tabii aynı zamanda çok fazla internete giren ve hatta neredeyse sürekli online olan biri olduğum için, telefonumda internet de olmak zorunda!

İşte geçen yıl tam da bu "zorunda" kelimesi üzerine düşündüm ve aslında artık "zorunda" olmadığımı anladım! İşten çıktığımdan bu yana sürekli online olmama gerek yoktu! Artık zorunda değildim!
Hemen en ucuz hatları araştırdım ve bi müddet sonra en ucuz tarifeyi verenlerden birine taşınarak iletişime kaldığım yerden onunla devam ettim.

Devam ederken zaman su gibi akıp geçti ve geçen zamanla beraber anladımki, aslında en ucuz faturalı hat kullanıcısı olup düzenli para ödememe de gerek yoktu.
Hem 24 saat boyunca bağlantı da kalmak için fatura ödemek benim neyime.
Her an online görünmekle ne halt yiyordum.
Tuvalette sıçarken, internete girmezsem ne olacaktı ki?
Duşta şarkı söylerken canlı yayın yapmazsam ne kaybederdim?
Her an kim ne saçmalamış diye takip etmek zorundalığım yokki!
Yaptığım bok gibi yemeği minyonlarla paylaşmak zorunda mıyım? sorular, sorular, sorunlar.

Dönüştüğüm ve olduğum bu "online ben"i kontrol altına almak için ne olması gerekiyordu ki?
Boşuna sözleşme yapmış, bunun sonucunda da kullanmadığım mesaj ve konuşma dakikalarına da boş yere para ödemiştim ve hâlâ da ödüyordum.

Konu üzerine düşününce aslında genel olarak şu lüks sayılan bazı ihtiyaçlarda sözleşmeli hizmet alma olayının; kişinin kendini kaz yerine koydurtmasından, belli bir süre boyunca başına geleceklere rıza göstermesinden, tırt bi şirkete kendini köle etmesinden başka bir şey olmadığı sonucuna vardım.
Şirketler resmen bizi ufak ufak meblağlarla kendileri için çalışmaya mecbur bırakıyorlar. Bunu bozmalıyız. İnsanlık olarak bu süre gidecek olan düzeni bozmalıydık.

İnsanlığı olaya katmam güzeldi, ama henüz kendim için yapamamışken, insanlığı nasıl işe karıştıracaktım ki? Çünkü kendini kurtaramayan, başkasını hiçbir zaman kurtaramazdı.
Bu yüzden sözleşmem dolup da tamamen özgür bir birey olunca, sözleşmeyi güncellemeyip aylak aylak takıldım. bunun sonucundaki ay anladımki; parasız bir iletişim sadece dumanla mümkün :///////

Yani şirketler için çalışmayı kabullendim. Yani evet iletişimde kalmak için bi şekilde sisteme adapte olmalıydım. Tabii adapte olurken, onların istediği gibi değil, biraz kendi istediğimiz gibi adapte olmalıydık. Yani sistemin bizi kanımızın son damlasına kadar sömürmemesi için sürekli gözümüz açık bir şekilde tetikte olmalıydık.

Ben de "bu süreçte ne yapabilirim" diye kafa patlatırken, faturasız hat kullanmayı daha uygun bulup gittim hattımı kontörlüye taşıdım.
Biliyorsunuz ki kontörlüde de sürekli kontör alma mecburiyeti yok. Hatta 6 ay boyunca yüklemeseniz bile hattınız kapanmıyor, bu arada size ulaşmak isteyenler yine ulaşabiliyor. Ama tabii bana ulaşmak isteyen kimse yok. Zaten ben arayıncaya kadar, kimsenin beni arayıp sormamasına da çoooook uzun zaman önce alıştım. Hazır bu alışmışlıklar varken, neden küçük bi ücret gibi görünen alın terimi gsm şirketlerinden birine vereyimki? buna son vermekle iyi yaptım.
Böylece her ay 50-60 TL cebimde kalıyor.
Böylece her ay 50-60 TL daha az stress yaşıyorum.
Böylece böylece böylece.

Hem zaten artık gsm şirketlerine de eskisi kadar bağımlı değiliz. Çünkü yaşadığımız alanların dışında Starbucks'lar, özenti kafeler, restoranlar, avm ve belediyelerin beleş wifi noktaları var ve telefonlarımızdaki appler sayesinde iletişim, GSM şirketleri olmadan da mümkün hâle geldi. Böylece sevdiklerimiz veya sevenlerimizle iletişimde kalmaya devam edebiliyoruz.

8-İletişim de amma sıktı ha. Şimdi iletişimin kesilmek zorunda olduğu alanlarımdan birinden bahsedeyim:
Bi kaç yıl önce, banyo ve duş sıklığı çok çok çok olan biri olarak fark ettimki; aslında şampuan, sabun vs bilmem ne derken bir sürü paramı da bunlara veriyordum. Hem şu temizlik ürünlerinin içindeki kimyasallar bizi hasta eden ve aslında sağlığımızın bozulması için ilk tohumu atan olayların başında gelmiyor mu? Hımmm evet öyle.

Bunu bi kaç ay düşündüm ve sonra iyice kararımı verip, iki yıl önce de şampuan kullanmayı bıraktım. bi kaç sefer kaliteli sabun aldım ama onların da kimyasal olayı aklıma gelince yine kullanma sıklığımı düşürüp, onun yerine ise arap sabunu kullanmaya başladım ve onu da her duşta kullanmak yerine 3-4 duşta bir kullanmaya başladım.

Valla şakasız olarak şunu söylemeliyimki; özellikle şampuan, sabun vs kullanmayı bıraktıktan sonra insanlar çok iyi koktuğumu söyleyip "ne kullandığımı" sorduklarında "bir şey kullanmıyorum, sadece biraz terliyim" dememe rağmen, dalga geçtiğimi sandılar. Oysa gerçekten o anlarda biraz terlemiş olmaktan başka bir şeyim yoktu.
Bu arada koku duyusu olan biri olsaydım, "iyi koktuğumu" söyleyenlerin bana gerçekten iltifat mı ettiklerini, yoksa dalga mı geçtiklerinden emin olabilirdim. Ama koku duyum olmadığından net bir şey söyleyemem.
Hem aslında artık nasıl koktuğum da önemli değil.
Önemli değil çünkü; temizliğime dikkat ediyorum. Ayrıca birileri için iyi kokma çalışmalarında bulunmayı da gereksiz buluyorum. Böyle bi uğraş içinde olmak gereksiz bir zaman  kaybından başka bir şey değil. İyi kokmak zaten kendi başına kocaman bi mali sektör. Koku duyum olmamasından dolayı, doğuştan bu sektöre uzağım ve hiç ilgi alanıma girmedi. Koku alsaydım da, sırf uğraması etmesi ve tabii parası derken yine uzak durmayı tercih edecektim. Bana nedense doğallıktan fazla uzak, iğrenç derece de yapay geliyor.
Zaten ünlü bi atasözünde de denildiği gibi; insan pahalı parfüm değil, güven kokmalı. (sanırım burdaki güvenin ter olduğunu söylememe gerek yok)

9-Şampuanlar ıvır zıvırlar derken, saç sakal bakımına geldik.
Dış görünüşün önemli olduğunu tabiki düşünüyorum ama açıkçası bunların hepsinin içimize sinmesiyle bağlantılı olan bölümüyle ilgiliyim.
Bu yüzden kendini; var edilen sahte dünyadaki giyim kuşam, şekil şukül'e kaptırıp, arzulanılan bir objeye dönüştürme çabası içinde olmak bana doğru gelmiyor.
Doğru gelmediği için de giyim kuşamda ucuz ve ikinci el'e geçiş yapmam gibi, 3-4 yıl önce de saç ve sakalımı kendim kesmeye başladım. Böylece ayda 20-30 TL para cebimde kalmaya başladı.

İtiraf etmek gerekirse saçımı kendim kestiğim ilk zamanlar çok fazla yamuk yumuk kesiyordum. Bu yüzden çevremdekiler "kafan, bir çobanın keçilerini kırpması gibi duruyor" yorumlarını yapmaktan geri kalmıyorlardı. Hâla da böyle yorumlar alıyorum, ama çok iplediğimi söylemem. Çünkü kafamın dışıyla değil, içiyle ilgiliyim :)))))))))))))))

Hem saç benim saçımken, ona benden daha rahat dokunabilecek, onu benden daha iyi sevebilecek kimse olamaz. Ayrıca berber tacizlerine de son vermiş oluyorum.
Sakal içinde aynısını düşünüyorum. Onu kesmek daha kolay olduğu için, yamuk yumuk olmuyor. Olsa da ipleyeceğimi sanmıyorum. Sonuçta dış güzellik, gönle hitap etmek için gözden alınan milli piyango biletinden ibarettir. İkramiyeyi kazanmak için ise, gönülden gönüle akan yolu yürümemiz lazım.
Tabii dışı güzel bi aptal olmaktansa, ambalajı çirkin bir akıllı olmayı tercih ederim.

10-İkinci el ev eşyası.
Ev eşyalarını da artık ikinci el alıyorum. Henüz bitlenmedim. Zaten giyimde ikinci el giyinmeme rağmen bitlenmemişken, ikinci el eşyada bitlenmek imkansız gibi bi şey. Bu arada bir çok ev eşyamı, ihtiyaç sahiplerine vererek derin bir nefes aldım. Çünkü evi işgal edip bana daha fazla yer kalmamasını sağlamakla kalmayıp, taşınırken de çok uğraştırıyorlardı. Böylesi daha iyi oldu.

Bu arada yazmaya devam etsem liste uzadıkça uzar da, ama bence çok fazla gevelemeye gerek yok. Sonuç olarak hayatımı,  olabildiğince basitliğe odaklanmış bi şekilde yaşamaya çalışıyorum. Böylece dünyaya daha az zarar veriyor, ekonomik olarak kendimi fazla sıkmadığım için de daha az stress altına giriyor, gereksiz şeylere sahip olmak veya onların sürekli sahibi olarak kalmaktan da kurtulmuş oluyorum.
Dünya, öldüğümde ardımda bırakacağım şeylerin sahibi olmak için doğru bi yer değil. Zaten maddiyatın estetik güzelliği, bizim estetik bakış açımızla eşzamanlı. Bu yüzdendir ki "güzellik görecelidir" denir. Daha az eşya, daha az dışarıya bağımlı bir kişilik ile daha fazla mutluluk mümkün.


13 Eylül 2018

yazmayıp da ne yapacağım?

Eskiden canım sıkıldığında, kendimi kötü hissettiğimde veya işte bunlar gibi veya şu an unuttuğum ruh hallerinden birinin etkisine kapıldığımda burayı açar bir şeyler karalar, sonra yayınlardım.
Can sıkıntım, kötü hissetmelerim vesaire geçmezdi ama yine de belirginliği şüpheli olan görünmez bir hafifliğe teslim olur, sonrasında yine de kaldığım yerden sıkılmaya devam ederdim.

Yazarken çok düşünmezdim. Hatta hiç düşünmezdim. Öyle gelişi güzel yazar geçerdim. Ama şimdi öyle olmuyor. Ne canım yazmak istiyor, ne de yazmaya karar verdiğimde, açıp yazabiliyorum.
Sanki tüm bu yazmalarımın bana veya aslında yazının kendisine hiçbir yararı yokmuş ve olmayacakmış gibi bir düşünceye teslim olmuş halde burayı açıyor, daha sonra da uzun uzun baktıktan sonra kapatıyorum.

Evet aslında yararı yok. Yani yazarak ne olacak veya ne işe yarayacakki?
Doğrusu yazmanın kendisi, insanın içinde kocaman bir şüphe balonu oluşturmaktan başka bir şeye yaramıyor ve yazmaya devam etmek; şüphe balonunu şişirmeye devam etmekten başka bir şey de değil.

Tüm bu yararsız belki de şizofrenik farkındalığa rağmen ise içimde bi yerlerde yazmaya devam etmemi isteyen bir ses daha var. Bazen, kamçısıyla yazmama devam ettiriyor ve işte tüm bu gereksizlikler onun zordamıyla ortaya çıkıyor.

Zaten "yazıp ne yapacağım ki" sorusunun karşısında tek başına duran şey de şu "yazmayıp ne yapacağım ki" sorusundan başkası değil ve kamçılayan da yine ondan başkası değil.

Sahi bunca yarattığım boşluk ve yaratmaya devam ettiğim karşında yazmayıp ne yapacağım ki?
Yazmaktan başka çarem yok. Kendime karşı çıkmak için, kendime kendimi ve dünyayı ve dünyanın diğer yüzlerini göstermek için yazmaya devam etmek zorundayım.
yazmayıp da ne yapıcam ki?


06 Eylül 2018

ne yazacaktım? ne yazdım!

Tatil dönemi biterken, azalan müşteri sayısıyla beraber işten çıkmalar da artmaya başladı. Giden tatilcilerle beraber, çalışanlar da işlerini bırakıp memleketelerine dönüyorlar. Tüm bunlar olup bitmeye başlamışken, büyük vurgun önümüzdeki hafta onlarca kişinin bi anda işten çıkmasıyla gerçekleşeceği için buralar dutluğa dönecek. 
Tatilci sayısı da azalıyorken bu bir sorun değil ve işletmeciler buna alışkın. Zaten çalışanlardan bazılarının işten çıkmasını onlar da istiyorlar. Çünkü hem ortalığı dağıtıyorlar, hem de fazla kaba saba bir iletişim biçimleri var ve çoğu müşteriye salça olup, tacize varan davranışlarda bulunabiliyorlar.
Ama eleman bulmak ve bulunan elemanı doğru yerde kullanmak gibi sıkıntılar hiç bitmediğinden dolayı, yöneticiler çok mecbur kalmadıkları sürece çalışanları işten çıkarmıyorlar.

Geldiğimden bu yana işten çıkarılan elemanlara baktığımda şunlar aklıma geliyor:
1-Temizlik görevlilerinden biri, sarhoş bi kadının asansörde kendisini siktirmek istemesi sonrasında yaptıkları seks esnasında, görevli o deneyimi videoya çekmişti ve kadın ayıldığında video çekildiği için rahatsızlık duyup elemanı şikayet etmişti. Yönetim de elemanı işten çıkararak olayı çözmüştü.

2-Barboy'lardan biri işçi deposundan bir şeyler çalıp, arkadaşına vermişti. Yönetim öğrendiğinde işten çıkarmıştı.

3-Garsonlardan biri, su şişesine alkol doldurup, elindekinin içinde aslında su olduğu izlenimi vererek giderken, güvenlik elemanlarından birinin dikkati sonucu yakalanıp işten çıkarıldı.

4-İlk geldiğim günden bu yana, sürekli bana sataşıp aşağılamaya kalkışan kavgacı bi çocuk, bi gece yarısı iyice içip sarhoş olduktan sonra, karşı otelin çalışanlarıyla kavga etmişti ve kavga fazla büyüyünce onu şikayet etmişlerdi. Yönetim de işine son verdi. 
Çocuğun işten çıkarılmasına sevinmiştim ve hâlâ da seviniyorum. Çünkü diğer 3 arkadaşıyla beraber gruplaşmışlardı ve sürekli bana sataşıyorlardı. Sataşmalarına her ne kadar karşılık versem de, doğrusu baya huzursuzlanmaya da başlamıştım. Hele ki, bi gece yarısı işten çıktığımda beni otelin dışına "gel bi konuşalım" diye çağırdığında iyice ödüm bokuma karışmıştı. O gece polis'i arayıp çocuğu şikayet etmemek için baya kendimi tutmuş, ertesi gün ise bizim Şef'e olayı anlatmakla yetinmiştim. Neyseki Şef'in çocukla konuşmasından sonra, çocuk bi daha bana sataşmamış, 2-3 hafta sonra da, yukarıda bahsettiğim olaya karıştığı için işten çıkarılmıştı. 
Onun işten çıkmasından sonra ise diğer arkadaş grubu da dağılmış, ben de rahatlamıştım.

5-Sürekli hastalandığı için izin alan birini işten çıkarmışlardı.

6-Şişko bi çocuğu, 16 günlük izin istemesinin ardından işine son vermişlerdi.

7-Çok konuşan geveze bi garsonu da, müşterilere salça oluyor diye işten çıkardılar.

8-Sürekli işe geç kalan ve bazen "hastayım gelemiyorum" diyen bi çocuğu işten çıkarmışlardı.

Böyle böyle liste uzar gider. Bazıları zaten çıkarılmayı hak etmişlerdi. Ki onlardan biri, müşterilere cigaralık ot satıyordu. O yüzden işten çıkarılmasına sevinmiştim. Üstelik cigaralığı da gidip 50 TL'ye alıp, adama 300 TL'ye satmıştı :))) Enayi diye diye geziyordu etrafta.
bi tanesi ise aslında işten çıkarılmayı hiç ama hiç hak etmemişti. Çünkü hayatını toparlamak istiyordu ama nasıl toparlayacağına dair her hangi bir fikri yoktu. Sadece memleketten ayrılırken, telefonunu cebinden çıkarıp şehir dışındaki dereye atmıştı. Çünkü yeni bir hayat kurmak istiyordu. Hatta öyle bir hayat olmasını istiyorduki; burada işe başlarken, hayatı boyunca kullanmadığı ikinci ismini herkese söylüyor, isimliğine de sadece o ismini yazdırmıştı.
Onun için kötü oldu. ama diğerleri için iyi oldu. İyiki çıkarıldılar. 

Ben ne yazacaktım, ne yazdım.
Yazıyı bitireyim.