-->

27 Aralık 2021

Kafa Tutan

yazı şurdan devam ediyordu güya: http://hayaterkegi.blogspot.com/2021/12/ani-gelisme-sonrasndaki-gelisememeler.html

...Telefonu suratıma kapatanların numaralarını kaydedip, bi kaç gün sonra paylaştıkları ailevi pozların verildiği fotoğraflarına veya dini mesajların paylaşıldığı whatsapp güncellemelerine yanıt olarak ise "Abi merhaba, mutluluğunuz daim olsun(veya Hayrlı cumalar abim benim)ne yaptın, abimle konuşacaktın. Beni evden kovarken karımı benden ne için istediğini sana söyledi mi? Ha bu arada biz eski karımla geçen ay resmi olarak da boşandık. Abime söyle artık karımı benden istemek yerine, gidip ana babasından isteyebilir. Herhangi bir engeli kalmadı" gibi şeyler yazıp durdum. Tabi yazmamla beraber engellemeleri de bir oluyordu.

Açıkçası engellemeleri çok da sikimde değildi. Madem benden daha ahlaki ve terbiyeli davranıyorlardı ve paylaşımlarımı yanlış buluyorlardı, daha ahlaki davranılacak ciddi bir konuda gerçekten ahlaklı olup olmadıklarını göstermeliydiler diye bu kışkırtıcı hareketi gerçekleştiriyordum.
Fakat onlar telefonla aradıkları dünkü çocuğu, şimdi karşılarında am göt muhabbetini rahat rahat yapan bi adam olarak bulunca ne kadar ahlaklı olduklarını gösteremediler, bende karşılık olarak bu amsalakları amdavala çevirerek içimin yağlarını eriterek rahatladım.
Ayrıca 20 yıldır iletişime geçmemiş, bunca zaman içerisinde de ne bok yediğimizden haberdar olmamış insanlardık, şimdi hangi yüzle çıkıp "şu yanlış, bu doğru, öteki yamuk, beriki düzgün" yorumları yapıyorduk ki? Bu yüzden içimizden birinin, diğerine haddini bildirmesi gerekiyordu ve had bildirme görevini devr aldığım için bunu seve sike yaptım...

(aklıma gelmişken şimdi konuya değineyim; daha önce yazdım mı bilmiyorum ama, evet karımla benim zorlamamla da olsa resmen Ekim ayında anlaşmalı olarak boşandık. Oğlumun velayetini ona verdim. Böylece "ayrı olmamıza rağmen, hâlâ evliyken, gay olduğum ortaya çıkarsa boku yerim" adlı o büyük gizli korkum da yok olup gitti :)) Artık etrafta gay olduğumu bağırsam bile kimsenin umrunda olmaz, olsa bile ben çok takmam, bu saatten sonra takan da kendisine taksın :))

Oğlumun velayetini annesine vermemi ise hiç sorun etmiyorum. Çünkü karıyı artık hiç sevmiyor olsamda, biliyorumki oğlumuza benden daha iyi bakabilecek tek kişi oydu ve zaten oğlumun ailemle büyümesini de istemiyorum. Gerçi karımın ailesi de pek doğru dürüst insanlar değiller ama en azından bizimkilerin bokluklarından daha az boklukları olduğunu düşündüğüm için, şimdilik böyle olması daha iyi.
Hem nasılsa çocuk 4-5 yıla kadar reşit olup, herkese kafa tutmaya başlayacak, sikinin kalkıp gösterdiği yöne doğru yol alıp hayatını iyi kötü yaşamaya başlayacak. O zamana kadar ve hatta sonrasında da para sıkıntısı olmayacak, eğer okumak istersede gayet paralı ve iyi sayılan bir okulu kazansa bile sıkıntısız bi şekilde rahatlıkla okuyabilecek. Yani çocuğumun geleceği, bi anlamda garanti altına alınmış durumda. 
Dur yine konu değişti. Gerçi zaten ne zaman tek bi konu üzerine yazıp çizebildim ki? hiç.
Ama bu konunun da böyle kapanıp gitmesine çok sevindim ve rahatladım. Oğlumla ise 2-3 haftada bir görüşüyoruz. Gelip annemlerde kalıyor, bende sürekli öpüp duruyor ve onu arada bir kızdırıp tokat atmaktan geri kalmıyorum. Tokat attığımda, yüzünde beliren o "babam beni çok seviyor, sevgisini hem öperek, hemde yalandan böyle arada benle boğuşup tokat atarak belli ediyor" adlı mimiklerine şahit olmak muhteşem bir his ve çok mutluluk verici.

Oğlumdan önceki konuya dönüp, konuyu bağlayacak olursam şöyle bağlamak daha iyi olur; ben genel olarak, insanların bana show yaparcasına büyüklük taslamalarını, bu tamamen sahtekârca olan ama kimsenin dile getirmediği yapay numaralarını/davranışları hiç sevemedim, hiç alışamadım. O yüzden karşımda kim olursa olsun, büyüklüğünün sadece lafta olduğunu çat diye suratına yapıştırmaktan geri kalmadım/kalamıyorum da. Ben de böyle rahatlıyorum.
Ailemle yaşamaya başladığım hayatımın bu yeni döneminde de, onlara gebe olmadığımı, kalmadığımı ve kalmayacağımı anlatmak için bu dikkafalı yönümü daha ilk günlerde göstermek zorunda kaldım ve şimdi herkes, geldiğim ilk günlere nazaran artık daha bi çok suspus. Hatta; bana karşı birer kör, sağır ve dilsize dönmelerine de az kaldı desem yeridir.
Ben böyleyim. Muhtaç da olsam, düşkün de olsam hiç fark etmez. Allah'tan başkasına el açmadan yaşarım, kibarlığımı ve iyi yanımı görmezlikten gelen herkese ise anında kafa tutarak yoluma devam eder, yaşar giderim. 

Tabii böyle kolaycacık oldu bitti gibi yazdım ama kolay olmadı. İlk şaşkınlıklarında bile bu yönümü sevmediklerini yüzlerinden okudum ve bu yüzden çatışmalarımızın su yüzüne çıkmasını sağladığım daha o ilk küçük anlardan itibaren, onlarda benden aşağı kalmayarak "madem bize karşı çıkıyorsun gör bakalım gününü" dercesine hemen "persona non grata in family" ilan edildim ve ilanlarıyla beraber defalarca evden kovuldum. 
Kovulmalar falan sikimde değildi, sikimde olmayacaktı. Fakat onlar, bu kovulmaların sikimde olmadığını hiç bilmediler, hiç anlamadılar. Çünkü beni kendileri gibi yalaka ve dışlanmamak için hemen uyum sağlayan biri veya deneyimleriyle hayatına yön veren hoppo bi bilge insandan çok, sürekli renk değiştiren bi bukalemun sanıyorlardı.
Hatta beni sürekli kovup dururlarken de, hasta olduğum için evden gidemeyeceğimi ve bu yüzden mecburen ne derlerse boyun büküp kabul edecğeimi, suusp yutacağımı sanıyorlardı. en kötü ihtimalle ise; gidersemde yine çok uzaklara gideceğimi düşünüyorlardı.
Ama hayır, ben sandıkları kişi ve akıllarındaki hiçbir ihtimalin sahibi değildim. Çünkü ben kendimce çıktığım yolun nereye varacağını merak ettiği için, yani sırf meraktan yolun en sonuna kadar giden biriyim ve tam artık bu leş kalabalığından bıkıp her şeyi bırakıp çekip gideceğim zaman aklıma 2numaralıabim'in içten içe üzerime böyle kumarlar oynadığı fikirleri gelip yerleşince ve hal hareketleri üzerine oturup düşününce emin oldum ki; evdekileri bana karşı doldurup bana kötü davranmaları için elinden geleni yaparken, bi yandan da kendisi sürekli siktir çekip durarak aslında onun istediği gibi davranmamı sağlamaya çalışıyordu.
Bende bu numarasını anlayınca, çektiği tüm siktirleri toplayıp kendime malzeme ettim ve bunları, yani evde olup bitenleri en ince ayrıntısına kadar kişisel instagram hesabımdan bir kaç günlük aralıklarla paylaşmaya başladım.
İnstagram hesabım artık cool bi havada değil, adeta bir Asmalı Konak anadolu versiyonunda dibiydi. Paylaşımlarım öncekilere göre gerçek bir deli zırvası gibi görünmeye başlasada ve hatta bir kaç kişi "bu ne lan" tadında sorup soruştursada, umursamadım ve inatla yazıp paylaşmaya devam ettim.
İnsanların benim için ne diyeceğini, dışardan nasıl görüneceğim gibi durumları umursamadan ısrarla eski çamaşırlarımızı bir bir sergileyip durdum, aile içerisinde kimin kimden etkilenerek bana karşı nasıl bir tavır takındığını vs vs en doğal haliyle yazdım ve her yazışımda 2numaralıabim başta olmak üzere, ablamlarda bana biraz daha korkak bir kibarlıkla yaklaşmaya başladılar...
Oysa istediğim bu değildi. Yani tabiki kibar davranmalarını istiyordum ama bunu benden korktukları için, rezilliğimizi gün yüzüne çıkardığım için değil, beni sevdikleri, saydıkları için yapmalarını istiyordum. Fakat nerdeeeeee...

Şimdi tüm detaylarını yazmaya üşendiğim şu bi kaç haftada olup biten acı verici gerçekleri gerimde bıraksamda, biliyorum ki ben ailenin asla sevilmeyen ve sevilmeyecek olan kişisi, zayıflığına rağmen en dik başlısı, her an herkese kafa tutabilecek potansiyellisi, kimseyi hiçbir durumda asla alttan almayan ve altında kalmamak için de elinden geleni ardında koymayanıyım ve koymayacağım da.

Önceki haftadan bu yana ise babamdan kalma gecekonduda değil, güya annemin ısrarlarına dayanamayıp 350metrekarelik doğalgazlı koca evimize gelmiş bulunmaktayım. Oysa ısrar falan da yoktu, hatta annemin gelip beni görmediğini bile ben komşu kadınlara söylediğim için komşu kadınlar anneme "oğluna sahip çıkmıyorsun" adlı laf soktukları için, annem onları alıp kapıya gelmişti. Geldiğinde ise ağız ucuyla "bak hava soğuk, üşüyorsun hadi gel evimize gidelim" demişti ve ben bi kaç güzel söz söylesin, biraz ısrar etsin diye naz edip bekleyeyim derken annem bi daha da "hadi gidelim" dememiş, ben ve komşu kadınsa gözgöze kalakalmıştık. ama gözlerimi kaçırıp, ardındanda burnumu çekip elimdeki peçeteye sümkürme numarası yaptığımda, komşu kadın hemen "hadi canım benim, anneni kırma onunla git" adlı bi cümle kurmuş ve ben annemin hiç umrunda olmadığını anlayınca peçeteyi cebime atıp "tamam, gidecem" deyip olayı bi anda kendi lehime çevirmiş, komşu kadınla birbirimize gizli bi bakış atıp sevindirik olmuştuk. Annem ise oyuna getirildiğinin farkında olmadan, komşu kadının onu zorlarcasına ayağa kaldırırken "hadi bak seni kırmadı, senle gelecek. ama eve geldiğinde siz de ona iyi davranın, karışmayın. laf edip durmayın" diyerek attığı hunhar fırçasından nasibini almaktanda geri kalmamıştı.
Bende bu arada içimdeki tüm havai fişekleri patlatıp, üzerimdeki koca montun altında sadece karnımı oynatarak göbek dansı yapıyordum. Asena falan şu an anca bokumu yerdi. 

Hem gitmeyip ne yapacaktım. Üstelik havalar artık yazı çoktan geri bırakmış, ciddi anlamda soğumuşken ve hatta önceki hafta mahallenin kedilerinden 1'inin donduğu söylenip dururken, sobalı evde yaşamak ahmaklıktan başka bir şey değildi.
Ve açıkçası komşu kadınlar bana acıyıp anneme laf etmeseler, ben "2022 Kışında Gecekonduda Buz Tutarak Donan İlk Gay Blogger " ünvanını taşımak dışında başka bi bok yiyemezdim. 
İyiki dedikodu denilen bi şey var. Ve keşke ben; dedikodu ile de işlerin halledilebildiğini çok öncelerden bilseydim. Ahhhh ahhh.

Devamı http://hayaterkegi.blogspot.com/2022/01/yasl-disi-kurtlarla-dans-dans-dans.html


26 Aralık 2021

Ani gelişme sonrasındaki gelişememeler

Bu yıl aniden gerçekleşmek zorunda kalan beyin ameliyatımla hayatım tamamen değişti. Ameliyat sonrası etrafımda kopan fırtınanın bitişine müteakip, kafamdaki tahtalardan birinin artık sonsuza kadar eksik kalacağını ve eksik tahtanın yerinde olmadığının, dışarıdan bakıldığında anlaşılacağı yeni eğik büğük kafa yapımı kabullenmemin gerçekleştiği günlerde, bende artık iyice sakinleşip bir adım geriye çekilip çevreme göz attığımda şaşırarak anladım ki; sadece görünen değil, görünmeyen dünyamda değişmişti.

Yani artık bütün dünyalarımın değişmek zorunda olduğu bir evredeydim ve ben o değişimi anlasamda anlamasamda, istesemde istemesemde, değişimin büyük bi kısmı çoktan gerçekleşmiş, kalanı ise değişim geçirmeye devam ediyordu. Bundan sonra yapmam gereken ise; kontrolüm dışında gerçekleşmiş olanı kabullenmem ve bu değişimi iyice sindirip içine düştüğüm yeni duruma ve durumlara göre daha akıllıca ve mantık çerçevesi içine sığdıracak şekilde hareket etmekti. Bu yüzden hemen o andan itibaren bir çok şeyi alelacele sindirirerek, bazılarını sindirmeye fırsat bile bulamayarrak ve bazılarını ise anında kusarak yaşamaya başladım.

O günlerde neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bence çok net olarak pek bilmiyor ve anlamıyordum ama çevremden aldığım işaretler, cümle aralarında fark edilmeden doğal bi şekilde kendine yer açarak dile gelen kelimeler, kırılan potlar, o en zayıf anımda maruz kaldığım mide bulandırıcı ters bakışlar, doğru ve yanlışın hangisi olduğunu anlamamda bana çok yardımcı oldular.
Üstelik o ilk günlerde içinde bulunduğum rahatsızlıktan dolayı her şeyi yanlış anlama olasılığım varken, şimdi dönüp bakıyorum da; buna rağmen hiçbir şeyi yanlış anlamamışım ve yanlış anlamamış olmama rağmen iyiki de daha ilk andan itibaren, sesimi çıkarıp kendimi haklıyken haksız duruma düşürmek yerine; inatla susup çekilen gizli siktirleri, yapılan nah anlamlı el kol hareketlerini, yemek zorunda kaldığım lafları aldığım haplarla birlikte tok karna bi bardak ılık suyla beraber şifa niyetine yutmuşum.
Evet, iyiki yutmuşum...

Ameliyat olmamın üzerinden 1 ay geçmiştiki, bu seferde iki aylık radyoterapi serüvenim başladı ve ben o süreci de güle ağlaya atlatıverdim. Onun ardından ise, şimdi artık rutine binen, iyice rutinleşen kontroller ve tahlilleri yaptırıp bunların sonuçlarına göre belirlenen kemoterapi haplarının dozajlarını düzenli alarak hastalığımı tamamen alt etmeye başladım. 
Şimdi tüm o hengamenin üzerinden aylar geçmişken ve 1 ay sonra, 1 yılı arkamda bırakacakken "geriye pek bir şey kalmadı gibi" hissettiğim daha iyi günlerimdeyim ve bu iyi günlerimi de Aile Evi adlı kaos ortamında yaşıyorum.

Bu süreçte öyle kolay değil, kolay geçmiyor ve kolay geçmesi, olması için de kolay biri olma çabalarına girmeyi de bıraktım. Çünkü beni zorlayan, bana kötü davranan, beni kötü hissettiren, beni sürekli olumsuzlayanlara karşı asla kolay biri olmadım, olmayacağım.
(Gerçi daha önce defalarca kolay biri oldum. ama karşılığında değişen bir şey omadı. O zamanlar deneyimleyerek öğrendim ki;
Siz karşınızdakiyle sırf anlaşabilmek için uygun zemin yaratma adına kolay biri oldukça, sizin bu davranışınızı hor görerek sizi ezmeye hakları varmışcasına daha da kolay olmaya zorluyorlar,
Siz uyum sağlama çabası içerisine girip kolay biri olarak davrandıkça, sizi daha kolay biri olmaya ve sınırlarınızı daha da zorlamaya devam ediyorlar.
Siz kolay biri olmaya devam ettikçeyse, muhataplarınız sizi, kırda kendiliğinden bittiği için farkında olmadan ezilip geçilecek kadar değersiz herhangi bir ot olarak görmeye başlıyorlar ve işte tamda bu yüzden siz artık onlar için bir insan değil, değersiz bir bitkisinizdir.
Hatta kolay biri olduğunuz için artık bir bitki bile değilsinizdir. Adeta nefes alıp veren ama buna rağmen canı olmayan bir eşyasınızdır.
Hatta ve hatta bazen siz de muhataplarınızın davranışından fark edersinizki; siz artık bir canlı bile değilsinizdir. canlı olmak dışında belirsiz bir "şey"sinizdir.)

Kolay biri olmak, yakın veya uzak, tanıdık veya tanımadık muhataplarınızın size her an hakaret etmelerine, sizi her zaman için kendileriden değer olarak düşük bulmalarına ve sizi kolay biri olarak kalmaya zorunlu bir yaratık olarak görmelerine yol açar.
Örneğin yine bu yıl yeniden fark ettim ki; siz kibar davranınca, insanlar sizi gülünç ve ciddiye alınmayacak biri olarak görüyorlar.
Siz yaptıkları jestlere karşılık olarak ne kadar teşekkür ederseniz, ciddiye alınma ihtimaliniz de o kadar düşüyor. Etrafınıza kibar davranıp, hayatınızı kibar biri olarak yaşadıkça muhataplarınız sizi zayıf, güçsüz ve hemen yok sayılıp geçilecek biri olarak görüyorlar. Bu yüzden kolay olmayı ve kibar davranmayı azalttım. Hatta kibar davranmak ve kolay biri olmamak adına insanlarla muhatap olma olasılıklarımı oldukça düşürmeye gayret ediyorum...

Kolay ve kibar biri olma çabalarımı sadece yabancılara karşı değil, en yakınımdakilere karşı da bıraktığımı söylemeliyim. Yakınım dediğim ise ailemden insanlardan başkası değil. Çünkü eve geldiğim günden bu yana herkes bana "kendisiyle iyi geçinmem gerektiği, aksi takdirde anında kapı dışarı edileceğim" tavrını takınarak yaklaşıyor ama bilmiyorlardıki, ben kimseyle anlaşmak zorunluluğuyla yaşayan biri değildim. Hem eğer anlaşacaksak da bu sadece bir tarafın vereceği değil, her iki tarafın da karşılıklı ve aynı zamanlı vereceği eşit tavizlerle olabilecek bir şeydi.

Ailem dediğim bu insanlar, sadece aynı annenin ammından çıkmanın verdiği tanışıklıktan kaynaklı olarak beni yeteri kadar tanıdıklarını sanıp aslında hiç tanımadıkları için; benim o an içinde bulunduğum düşkün, muhtaç ve zayıf halimin; beni onlar karşısında ne derlerse yapacak, nasıl davranırlarsa kaldıracak, maddi-manevi üstüme ne yüklerlerse çekecek biri olduğumu sanmaları yanılgısına düşmüşlerdi.
Bu yüzden sürekli laf oyunlarıyla ve hatta bazen açıkça onlara muhtaç durumda olduğumu yüzüme çarpıyor, kendilerine ihtiyacım olduğunu ve kendileri olmazsa perişan duruma düşeceğimi yineleyip duruyor, ne derlerse, nasıl davranırlarsa davransınlar onları sürekli alttan alıp anlaşacağımızı düşünerek sık sık siktir çekip duruyor ve benim de, onların bu siktirleri karşılığında kapı dışarı edilmemek adına, onları alttan alıp, dal taşak neleri varsa sabahlara kadar durmadan yalayacağımı sanıyorlardı.

Fakat öyle bir şey olmadı ve zaten yıllardır dal, taşak ve göt yaladığım için sike doyan ben, ilk siktirlerinde hemen sert bi şekilde karşılık verip alttan almayacağımı gösterdim. Bunun üzerine küçük bi şok yaşayıp sonrasında ise dozajı biraz artırdılar. Bu dozaj gittikçe artınca, bende karşılığını gittikçe daha da artırmaya başladım.
En sonunda dozaj artınca ise, şimdiye kadar imalı şekilde söylenen "neden geldin, ne zaman gideceksin, kim seni buraya getirdi, niye gitmiyorsun" lafları yerine, açık açık "git başka yerde yaşa, kimse seni burda istemiyor, hepimiz senden rahatsız oluyoruz" cümleleri kurularak evden kovulmaya başlandığımda, bende gururumu bir araya toplayıp, İstanbul'a dönmeye karar verdim.

Ama zaten amaçlarının beni yine kendilerinden uzaklaştırmak olduğunu, ben gidince ise konu komşuya, eş akarabaya da "geçmişi unuttuk, adam yerine koyduk gittik sahip çıktık tedavi edip eve getirdik ama o burda durmadı, yine eski rezil yaşantısına döndü. artık yapacak bir şeyimiz yok" cümlelerini kurmaktan geri kalmayacaklarını anlayıp, İstanbul'a dönmek yerine babamdan kalma terkedilmiş gecekonduya taşınıp, aile içerisinde kalmış sırlarımızı, yıllar önce olup bitmiş olayların iç yüzünü vs kişisel instagram hesabımdan uzun uzun paylaşmaya başladım.

Üstelik bunu yapmadan önce de tüm aile bireylerimizin hepsinin takip ettiği eş dost akraba, tanıdık tanımadık kimler varsa takip etmiş, sürekli geri takip edip durarak da, beni takibe almayanların ise profilimde paylaştığım son paylaşıma gelip bakmalarını davet edercesine hareket etmeye, ailevi olayları anlattığım paylaşımlarımı görmelerini sağlayarak, ailemiz içinde olup biten rezillikleri okumalarını sağlıyordum.
Bunu yapmaya başladığım ilk bir kaç gün içinde etrafta biraz sessizlik vardı ama sonraki hafta cadı kazanı kaynamaya başladı ve yazdıklarımın kızgınlıktan kaynaklı olduğunu düşünen bir kaç densiz, kendi kendilerine cesaretlenip bi yerlerden telefon numaramı alıp hiç utanmadan beni arayarak "paylaşımların hiç hoş değil kardeşim. hepimizin ailesinde bir takım tatsız şeyler var, ama bak hiçbirimiz yazmıyoruz, çizmiyoruz. sende sil olur mu kardeşim" cümlelerini kurdular. Onları "pardon abi sen kimdin. ben seni tanıyamadım inan. galiba senle en son ben 16-17 yaşındayken görüşmüştük. şimdiyse aradan 20 yıl geçmiş ve arayıp hiç utanmadan "sil" diyorsun. kusura bakma ama bana sil veya silme demeye hakkın yok. şimdi telefonu arkadaşça güzel güzel kapatalım. senle bi 20 yıl sonra yine konuşalım. tamam mı abim" türünden yanıtlar vererek göt edip duruyordum.
bi kaç tanesi telefonu kapatmak yerine, ısrar ettiğinde ise uzayan muhabbeti kesip atmak için;
-abi konuşma çok uzadı, ben sana bir şey sorayım; senin kardeşin veya abin var mı?
-bi abim var
-evli, barklı, çocuklu mu?
-evet tabii. çocukları da var çok şükür.
-peki abin seni annenin oturduğu evden kovsa ve sen tüm bu kovmalara karşın 2 sene sessiz kalıp en sonunda yine kovduğunda "tamam gidiyorum" derse ama abin buna karşılık bu sefer de senden karını istese ne yaparsın?
-ne demek şimdi bu?
-işte gayet anladın ne dediğimi ama ben yine açık açık soruyorum; abin sana 'madem gidiyorsun, karını ver bana bundan sonra ben sikeyim' derse nasıl tepki verirsin?
-kardeşim bu hiç olacak şey mi? öldürürüm herhalde, kötü şeyler yaparım
-hah tamam abi, bak ben bunları paylaşmıyorum, yazmıyorum, çizmiyorum. bunlar yerine daha hafif şeyleri yazıyorum. üstelik senin "öldürürüm" tepkini bende düşünmedim değil ama yapmamak için de yıllardır bu pislikten uzak duruyordum, kimseye bir şey anlatmıyordum. şimdi sen onu ara, onunla konuş deki "kardeşinden ne yüzle karısını istiyordun, karısını alıp ne yapacaktın?" ...dememle telefonlar yüzüme çat diye kapanıyordu. Hepsine aynı numarayı yaptım ve hepsi de telefonu suratıma kapatıyorlardı.

Dal yarraklar, din-iman, namus-amcık davası gütmeyi biliyor, ayıp-günah gelenek-görenek demeyi ağızlarından eksik etmiyorlar, ama ben "abin senden karını istese" ne yaparsın deyince telefonu suratıma kapatıyorlardı.

Devamı için tıkla: http://hayaterkegi.blogspot.com/2021/12/kafa-tutan.html

18 Aralık 2021

paramparça bi hiç

Biz komplike görünen basit canlılar, farklı parçalardan meydana geliyoruz ve bu parçalarımızdan görünür olanlar, sıkıntı çıkardıkları zaman üzerlerinde araştırma yapılabilip teşhis konularak tedavi edilip sorun giderilebiliyor.
Fakat hepimizin bildiği veya hissettiği için kabul ettiği gibi, sadece görünür olan parçalardan bir araya gelmedik. Görünen parçaların çalışması için lazım olan "görünmeyen parçalarımız"da var ve ne yazıkki bunlarda çıkan sorunlar, görünendekiler kadar kolay kolay teşhis edilemiyor ve hatta bazen bu parçaların varlığı red edildiği için olsa gerek, sorun sadece görünen parçaların oluşturduğu ve adına beden denilen şey üzerinde ilerleyip çözüm bulunmaya çalışılarak vakit harcanıyor. 

Birbirinden tamamen farklı parçaların bir araya gelerek bütünü oluşturduğu bu görünürdeki et yığınlarının içinden, biz diğer varlıkları ayrı tutup sadece insan'a odaklanalım ve kendimizden yola çıkıp devam edelim...
Çoğumuzun kabul ettiği ama anlamadığı bir durum varki; görünmeyen parçalar, görünen parçalarımızın işlerliğini sağlıyor ve bu işlerliğe sağlık deniliyor. 
Yani kısaca; et yığını olsakta, aslında sadece görünen parçalarımızdan ibaret değiliz ve bazen o görünmeyen ama orda bi yerde bizimle olan parçamız sayesinde ayakta durup yaşamaya, ya da dizlerimiz üzerinde çökük bi şekilde yalamaya devam ederek çıkmış olduğumuz yolda ilerliyoruz.

Çoğumuz aslında bir yolda bile değiliz. Hatta yolda olanların çoğunluğu bile aslında o yola çıkmış değiller ve öylece yaşam denilen bu hengamede ilerlemeye devam ediyorlar. Çünkü yapacak hiçbir şeyleri yok ve yapılacak tek şey yerinde saymamak olduğu için de ürümeye devam ediyorlar...

Yola çıkanlar, yola çıkarılanlar veya diğerleri. Hepimizin aslında farkında olsakta olmasakta ölmemekten başka amacı yok. En eğitimlimizden, en eğitimsizimize, en bakımlısından bakımsızına, en yakışıklı-en güzelinden en çirkinine kadar hepimiz aslında ölmemek için yolda ilerliyoruz. Üstelik yol uzun mu kısa mı bilmiyoruz. Sadece ilerliyoruz. Hiç durmadan, durmayı bilmeden ilerliyoruz.

(başka bir şey yazacaktım ama yazı böyle oldu. ne yazacağımı da unuttum. çok da önemli gibiydi sanki. zaten hangimiz boş konuştuğumuzu, yazdığımızı, çizdiğimizi düşünüyoruz ki? hiç..)

15 Aralık 2021

ey aşk

Birine köpek gibi aşık olmayı, onu özlemeyi, kendi kendimleyken onu düşünüp durmayı ve düşünürken gülümsemeyi özledim. Sahi nasıldı aşık olmak, nasıl aşık olurdum, aşık olduğumda nasıl birine dönüşürdüm, nasıl bir ben çıkardı ortaya.
Hepsini unuttum ve unuttuğumu şimdi fark edince görüyorum ki; tüm unutmuşlukların şu an farkında olmak çok can sıkıcı bi durum.
Vay be, demekki insan nasıl aşık olduğunu, aşıkken nasıl birine dönüştüğünü, aşkın ne olduğunu bile unutabilirmiş...

Tüm can yanmalarım ve üzülme ihtimallerim de dahil olmak üzere diğer her şeylere rağmen yine aşık olmak, aşık olmuşken tüm içtenliğimle üzülmek, hatta bir aşık olarak canımın tekrar yanmasını istiyorum. Çünkü ben aşıkken çok salak ve salak olduğum kadar da iyi biriyim. Aşıkken bilincim çok da yerinde olmasa bile; yaşadığımı, hayatı ıskalamadığımı, ıskalamamak için çırpınıp durduğumun ve sanki hatırlamadığım ama beni iyi hissettiren tüm o diğer şeylerin farkında oluyorum.
Evet eminim, ben yine aşık olmak ve biri için yanıp tutuşmak istiyorum.
Hazırım, ey aşk. (yıldız tilbe modu oldu bu "ey aşk" kısmı.)


07 Aralık 2021

Hayatım kendi doğrularımdan ibaret

Şu yazıda ( https://hayaterkegi.blogspot.com/2021/12/vicdan-muhasebe-defteri.html )aslında, usta birliğimdeki askerliğimin daha ikinci gününde, vatan borcu inancıyla ailelerini geride bırakıp gelen asker arkadaşlarımın önünde, kendini bi bok sanan komutanımdan yediğim haksız fırçanın karşılığını, askerliğimin son gününde terhis belgemi alıp, akşama doğru Ankara Otogarı'nda İstanbul Otobüsü'ne binerken nasıl verdiğimi anlatacaktım fakat yazının akışı bambaşka yere gitti ve bende kendimi tutmayıp akışına bırakarak ortaya çıkan sıçıntımı o şekliyle yayınladım...

Komutanım olan ama bence hiçbir zaman komutanlık payesi almaya hakkı olmamasına rağmen komutanım olan ve sadece sırf komutanım olmasının ona verdiği özgüvenle onca kişinin içinde bana attığı haksız fırçasının ve yüzümün tam da ortasına çarptığı kalın kitabın altındaki bedenimin uğradığı haksızlığın karşılığını 13 ay sonra, hayatın doğal akışı içerisinde nasıl verdiğimi illaki anlatmak istediğim için tekrar yazmaya koyuldum. Bakalım bu sefer becerebilecek miyim?...

Askere;
-o dönem ailemden gelen büyük dışlanmışlığın etkisiyle yaşadığım dehşetengiz iç çöküntüyle iyice işsiz güçsüz birine dönüştüğüm,
-kanat çırparak İstanbul'a sığınmış aciz bir saka kuşundan farksız olduğum,
-amaçsız olmama rağmen sanki bir amacım varmış gibi sokaklarda kararlı bir şekilde saatlerce gezmekten usanmadığım için aylaklığın hakkını da fazlasıyla ödediğim,
-istanbul gay ortamlarına düşmüş yeni yetme bir gay olmanın verdiği o ilgi budalalığının sonucu olarak aklımda ucuz bir seks işçisine dönüşme fikri, Einstein'in ampulu gibi yanıp yanıp dururken ve ben; taze bedenime duyulan ilginin farkına varmış olarak, ama bi yandan da gerçekten para karşılığı yatıp kalkma fikrinden ölesiye korkmaya başladığım,
-zaten o dönem herhangi bir seks işçisine dönüşmesem bile, çok geçmeden cebimdeki 3-5 kuruşun da bitmesi sonucu, kalacak yerim de olmadığından mecburen sokaklarda sürtmeye başlayacak olan biri olduğum günlerde, son çare olarak mecburen askere gitmiştim ve doğrusu bu mecburiyet canımı çok yakıyordu. 

Çünkü o zamanlar; siyasi fikirlerden uzak ve habersiz, düşünsel olarak da gelişmemiş olmama rağmen bana göre askerlik; ülkenin sırtına binmiş trilyonlarca liralık büyük bi masraf-bir sömürü düzeni, insanların ömründen aylar çalan gereksiz bir etkinlik, milyonların zamanını yok eden bozuk bir saat, sevsede sevmesede onları ailelerinden koparıp bombalarla uzaklara fırlatıp insan ziyanına neden olan bir uğraş, hükümetlerin-devletlerin kendi aralarında mecburen çıkardıkları savaşlarda öldürülmeleri için insanları kullandıkları canlı bi makine, gönülsüzce ve hatta sile sike yapılmak zorunda bırakılan cinsiyetçi bir uğraş olarak görüyordum.
Üstelik yıl 2005 olmuşken, eski çağlardaki ilkel kabileleri taklit etmek için binlerce insanı her an birbirini öldürmeye hazır tutmaya gerek olduğunu kim söylüyor, niye söylüyordu ki? Hadi bunu geç, neden buna inanılarak yaşanmaya devam ediyordu ki?
Hem ben 20. yaşıma yeni varmışken ve hayatın bana sunacağı için yiyeceğim onca boktan bile henüz haberdar değilken, neden ölmeye hazır tutuluyordum ki? Birileri yatağında karısını rahat siksin diye, başka birileri kocasının sikini iştahla yalarken akacak olan tüm meniyi de afiyetle içsin diye, bacak kadar çocuklar birbirine zorbalık uygulamaya devam etsin diye ben niye can verecektim ki????

İşte bunlar ve bunlara benzer ama artık hatırlamadığım daha binlerce şey düşünüyordum ve sonuç olarak şu düşünceye varmıştım; bence askerlik yapmanın tarihi çoktan geçmişti. Çünkü yıl 2005'di ve ilkel çağlardan kalma insan öğütme işlemlerinin de dahil olduğu her şeyin tarihi çoktan geçmişti ve işte tüm bu düşünceler içerisindeki ben, yinede de hatta sike sike 5'e2 olarak askere gidiyordum. Mecburen gitmek zorundaydım. En azından 1,5 yıllığına da olsa gece olduğunda sokaklarda kalacak tenha bi yer aramaktan kurtulacak, karnımı doyurmak için kimseye sakso çekmek zorunda olmayacak ve emindimki; uslu bi asker olursam, geceleri şirinleri de görebilecektim...

Kafam bi milyonken, birbirinden farklı fikirler, kendi geliştirdiğim saçma düşünceler eşliğinde bazen yıldızlar gibi yanıp sönerken, bazen ise Tarlabaşı'nda pörsümüş bedeniyle orospuluğa çıkmış 50'lik kaltaklar gibi göz kırpıp dururken askere gittim ve bi ihtimal ebemin ammın tersten görmeyi beklerken, kendimi gerçekten de boş bir aktraksiyonun içinde buluverdim.
Hele o ilk acemi birliği neydi öyle? Ondan daha gereksiz bir şey var mı yaea?
Devletin vergi adı altında topladığı trilyarları şirketlerin kasasına, kodamanların cebine yasal bi şekilde aktarmaktan, çar çur etmekten başka ne boka yaradı?


Hiç bi boka yaramadı ve işte şimdi de usta birliğimdeydim.
Kanı beş para etmez, ama sırf kabul edilen doğruların yazıldığı kitapları ezberleyebildiği için başıma komutan olarak atanmış birinden sebepsizce ve hatta sırf canı o an herkese karşı; gücünü ispat edebilme, güçlü olduğunu gösterebilmek için dayak yiyebiliyor, dakikalarca hakaret işitebiliyor ve onun özel hayatındaki aşağılanmalarının karşılığını ben ve gerçek anakuzuları burada ödüyorduk, ödemek zorundaydık. Bu yanlıştı ama kimi kime nasıl şikayet edecek, doğrunun ne olduğunu bana söyleyen birine, yaptığının yanlış olduğunu nasıl anlatacaktım? Anlatamadım. Üstelik dyak esnasında ters baktım diye de ayrıca mimlendim...

Bir kaç dakikalık aşağılanma seremonisinden sonra, onca kişinin içinde yediğim bol fırçayı iyice sindirip yerime oturdum ve devrelerimin de bir kaç günlük dalgalarıda geçip gidince bende olayı tamamen unuttum.
Unuttuğumu, laf olsun diye söylemiyordum. Gerçekten unuttum ve işte, evsiz kalmamak için geldiğim askerliği; yer yer aşk yaşayarak, tek taraflı çılgın bi aşık olarak, yer yer sik yalayıp yalatarak geçirmeye başlamıştım. Hem bi yere kapatılmış onca erkek olarak, birbirimizin sikini yalamayıp ne yapacaktık ki?
Yaladık ve beraber boşaldıktan hemen sonraysa toparlanıp hızlıca ayrı yönlere yürüyüp bi kaç gün boyunca birbirimizin gözünden de kaybolduk... 

Aylar böyle gelip geçti ve işte ben, terhisimi almış, komutanlarımdan hiçbirine "hakkınızı helal edin" yalakalıkları yapmadan, Ankara Şehirlerarası Otobüs Terminali'nde, nerden bulduğumu dahi bilmediğim çantamla otobüsüme doğru yürüyordum.
Otobüsümü buldum ve önümdeki 2-3 yolcunun binmesini beklerken, yan taraftaki sesin tanıdık gelmiş olmasıyla o yöne doğru döndüğümde onu gördüm. 
Sesin sahibi, fırçacı komutanımdı. Beni onca kişinin içinde aşağıladığı o günden sonra bir daha bana hiçbir şekilde kötü davranmamasına rağmen ve hatta diğer askerlere nazaran aramız nerdeyse daha iyi olmasına rağmen, o an onu orada gördüğümde, aklıma sadece beni fırçaladığı o büyük gün geldi ve ben başımı çevirip ona taraf bakarken göz göze kaldık.
O hafif tebessüm edip benim ona selam verip, helallik isteyeceğimi düşündüğünü belirttiği yüz mimiklerini suratına oturttuğunda, önümdeki yolcunun da otobüse binmesiyle beraber ben de otobüse bindim ve şans bu ya; tam da pencere kenarındaki koltuğa oturduğumda onun saçları iyice seyrelmiş kafatasına tepeden baktığımı ve onunda başını kaldırıp, samimi bir şekilde benim çantamı bıraktıktan sonra dönüp otobüsten inerek yanına gideceğimi belirttiği bakışını attı.
O bakışını tamamlayıp hemen gözlerini kaçıracakken, ben dalarcasına gözlerinin ta içine içine bakıp, alaycı bir gülümsemeyi dudağımın kenarına kondurup, ona 2-3 saniye daha tepeden bakmaya devam ettim ve o, bu sırada alnına "ne oluyor" gibisinden kırışıklıklar yerleştirip kaşlarını, kafasının içinde çıkmaya başlayan ünlem ve soru işaretlerine teslim ederken, güneşliği çekip onu iyice göte çevirdim.

Ne olduğunu, neden öyle yaptığımı anlamış mıydı bilemem ama yanındakiler gittiğinde ve hatta benim otobüsüm hareket edinceye kadar da orada tek başına durduğunu, belki de inip onunla vedalaşmamı beklediğinden eminim. Ama inmedim ve ona, hayatı boyunca unutamayacağı bir ders verdim. Çünkü artık terhis olmuştum ve tepeden bakma sırası bana geçmişti. Üstelik onun bana yaptığı gibi bağırıp çağırarak, kitap fırlatarak değil, sadece onun kendi kendine kafasında yarattığı beklentiden ibaret olan muhatap alınmayı gerçekleştirmeyerek, onu hiç muhatap almayarak ama muhatap alınacağını umdurarak yapmıştım. Yazık, üzerimde sürdürebildiği 1,5 yıllık mecburi krallığından eser kalmamış, üstelik kraldan soytarıya dönüşmüştü.

İşte böyle olmuştu.
Ben bana yapılan haksızlığı, vurdulu kırdılı olmasa bile karşılıksız bırakmıyorum, bundan sonrada bırakmayacağım. Biliyorum, hayatım kendi doğrularımdan ibaret değil fakat zar zor, yapa boza edindiğim mutlak doğrularım da olmayacak ve ben onlara göre de yaşamayacaksam, ne diye var ediliyoruz ve ne diye nefes alıp vermeye devam ediyoruz ki?

Dipnot: Fırçayı ve kalın kitabı kafama yememin sebebi ise, arkamdaki ciddiyetsiz iki arkadaşın kendi aralarındaki muhabbette kikirdemeleri ve komutanın, kikirdeyenin ben olduğumu sanmasından ibaretti. Oysa direkt fırçalayıp kitabı suratıma fırlatacağına, kikirdeyen kim dese arkamdakiler "bizdik" diyeceklerdi. Ama o sormamıştı, onlar söylememişlerdi ve ben konyayı görmüştüm.

02 Aralık 2021

Vicdan Muhasebe Defteri

Aklım her boka ermeye başladığı günlerden bu yana, alttan almama rağmen veya aslında zerre kadarını bile hiç hak etmediğim halde bir haksızlığa/aşağılanmaya maruz kaldıysam, o haksızlığı ve muhatabını kafamdan silemiyorum ve bu yüzden de, şu yaşıma kadar elimden geldiğince arkamda karşılığını vermediğim, bana haksızlık edeni cezasız bırakmadığım bir halt kalmamasına özen göstererek hayatımı sürdürdüm.
(Son bi kaç yıldır ise sadece bana yapılan bir haksızlığa değil, genel olarak başkalarına karşı yapılan haksızlığa karşı da biraz dik başlı olmaya başladığımı söyleyebilirim. Zaten gördüğümüz bir yanlışı düzeltme uğraşına girmeyeceksek, ne diye görüyor-duyuyor-konuşuyor ve hatta kısaca; neden şahit olarak yaşıyoruz ki?
Müslümanlıktan ve kendi içimde inşa ettiğim islam inancımdan şunu anladımki; sadece kendi hakkını korumak, dile getirmek için değil, başkasına yapılan haksızlıklara da kendine yapılmış kadar ses çıkarmalı ve yapanı kınamaktan geri kalmamalısın.
İslami inancım bu şekilde ve evet, güçlü biri olmasamda, hakkı savunabilme hakkım olduğunu bildiğimden dolayı sesimi çıkarabildiğim kadar çıkarıyor ve karşımdakine, yaptığının yanlış olduğunu söylemekten geri kalmıyorum, gücüm bitinceye kadar da söylemekten geri kalmayacağım. Çünkü inancıma göre haklıdan daha güçlüsü yoktur. Sığ kafalılar için örnekle açıkladığım bu felsefemi, sığ kafalı olmayanların beni doğru anladığı şekilde de dile getirerek parantezi kapatayım; haksızlığa, haklı olmanın verdiği güçlü olma haliyle yani güçlü olduğum için değil, haklı olduğum için sesimi çıkarıyorum.)

Yaşam mücadelem kendim odaklı olsada, sonuçta vicdanlı biri olduğumun bilincinde olarak, her zaman haksızlığa uğrayan-ezilen-sömürülen-itilen-kakılan  biri değilim. Ara sıra herkes gibi benimde hak ettiğim haksızlıklar oluyor ve o zamanlar susmayı becerebiliyorum.
Tabii susmayı da zamanla öğrendim. Çünkü dilin kemiği yokken susabilmek çok zor. Hele benim gibi her şeye diyecek lafı olan, her uzunun kısasını, her büyüğün küçüğünün olduğunu bilen birinin susabilmesi, susmayı öğrenebilmesi çok zorlu bir süreçti. Bu uğurda hak ettiğim çok acı çektim diyebilirim. İnşallah artık çekmem...

Ne zaman haksızlığa uğradığım veya haksızlığı ne zaman hak ettiğimi ise zaten zamanla öğrendim ve hak ettiğim haksızlığı da olduğu gibi, yaşadığım haliyle öylece gerimde bırakabilmeyi de zaman içerisine dağılmış o güçlü görünmez acıyla yavaş yavaş öğrendim.
Yer yer hak edip, etmediğim tartışmasını kendi kendime içimdeki kalabalıkla beraber dürüst bi şekilde sürdürebilmeyi başarsamda, bazen çektiğim acıdan dolayı neyin ne olduğunu iyice karıştırdığım da olmuyor değil. Bu gibi anlarda her şeyi olduğu gibi bırakmayı, doğruyu zamanın bana öğretmesini-göstermesini de beklemeyi öğrendim. Zaman en güzel öğretman...
İşte tamda bu yüzden, artık ufak bi şüpheye teslim olmuş olmanın verdiği  herhangi bir zayıflığa da baş eğmiyorum.
Hem gerçek bir haksızlık yaşamayı hak etmişsem, neden karşılığını vermeye kalkışayım ki? Karşılığını gördüğüm, hak ettiğim bir haksızlığa karşı çıkarak olayı uzatmaya gerek yokki?
Olan olmuş, başlayan bitmiş, başlangıcın sonuna gelinmiş ve vicdan rahat rahat yatıp kalkıyorken, onu neden uyandırayım ki?
Bu noktandan sonra artık bir uğraş içine girmek, kötü bir kalbe, karanlık bir zihne, çorak bir yüreğe sahip olmanın göstergesinden başkası değil. Bu yüzden hak edip yaşadığın haksızlığa karşı çıkmamalı ve hak etmediğine ise kesinlikle tüm gücünle karşı çıkıp, cezasız bırakmamalısın.
İşte dedim ya; ben aklım erdiğinden bu yana öyle yapıyorum. Böylece vicdanımın zırıltısı yersiz çıkmıyor, yerinde ise, bana avazı çıktığı kadar bağırmaktan geri kalmıyor. Beni kendime karşı koruduğu gibi, başkalarına karşı da sürekli savunmada tutuyor.

Bir de; yeterince acı çekmişsen, yüreğini dinlemeyi çoktan öğrendiğin için ne zaman haksız olduğunu ve ne zaman haklı olduğunu bilirsin. Haklı veya haksız olduğunu başkalarından duymaya gerek kalmaz. Çünkü insan ne zaman kötü biri olduğunu veya kötülüğe maruz kaldığını en iyi kendisi bilir. Vicdanı da daima onunla konuşur. Vicdan geveze bi ağızdan başka bir şey değildir. Seni diğerlerine karşı koruduğu gibi, diğerlerini de senden korur.