-->

11 Mayıs 2023

Ara Kontrol

Mart'ın 25'inde atladığım trenlerle İstanbul'a gitmiştim ve 1 ay süren tüm doktor koşuşturmacaları sonrası tekrar bindiğim başka trenler sayesinde memlekete, 3numaralıablam ve kendini hâlâ 18'lik çıtır sanan 85 yaşındaki annemin yanına döndüm. Zavallı olan bu iki kadından beni doğuranı, bu yaşında bile sokakta karşılaştığı herhangi bi erkeğin, onun buruşmuş amını sikmek istediğini sandığı için anında kara çarşafına sarınıp güya uzak kaçmaya çalışan dramatik hareketler sergilemekten geri kalmıyor. belki de aslında tekrar evlenip sikilse rahatlayacak ama...

Bu seferki doktor kontrollerimin nedeni SGK idi. Meğer benim gibi kronik hastalığı olduğu için "2 yıllık geçici malulen emeklilik" hakkını kullanan sgk'lılar, bu dönemin 1,5 yılını tamamladıkları zaman ara kontrole gitmek zorundalarmış ve bende SGK tarafından aranınca gidip kontrollerimi oldum. Çok şükür bir şey çıkmadı. Yani varsa bile yatağa düşünceye kadar haberim olmayacak. Çünkü doktorlar, velinimetleri olan benim gibi hastalarını başlarından bi an önce siktir etmek için o kadar hızlıca ve sırf resmi kayıtlara işlem yapıldığını düşmüş olarak iş yaptıklarını kanıtlama hakları var diye öylesine seri davranarak geçiştiriyorlardıki, mesailerini doldurup ay sonunda alacakları maaşı bi an önce cebe indirme telaşlarını saklama gereği bile duymuyorlardı. Bu sanayi tezgâhına dönüşmüş çalışma masalarının arkasındaki halleri yüzünden sıra bana geldiğinde kendimi, otomatik bi bantta düzenli bi şekilde geçmekte olan oyuncaklardan biri gibi, doktorumu ise kontrolörüm olarak hissetmekten geri kalamadım.
Bu yüzden, kovid döneminden bu yana özellikle sağlık çalışanlarına yapıştırılmaya çalışılan "kutsal meslek" etiketini götüme anlatsınlar. yada yapıştırsınlar.
Zaten hangi meslek kutsal değilki? Mesela bi orospunun kutsal bi iş yapmadığını kim söyleyebilir, ya da doktor ile sekreterine eli kolu poşetlerle dolu eşantiyonlarla gelen ilaç mümessilinin kutsal bi iş yapmadığını kim iddia edebilir? ya bir çöpçünün, garson veya kêrhâne kapısında asayiş sağlayan polis kardeşimizin?
Evet, her şeyin sanayileşmiş olduğu Tüm meslekler eşit derecede kutsal. Nazarımda biri diğerinden daha az veya daha çok kutsal değil. 
Buyrun, lütfen barkodu okunacak şekilde sağ kalçamdaki gamzenin biraz üstüne yapıştırın da sizden sonraki doktor rahat okusun...

Giderken ve gelirken trenle beleş yolculuk yaptığım için, son 1-2 yıldır yaptığım şeyi yapıp bi kaç saat süren TEK SEFERLİK ARKADAŞLIK'larla yine sosyalleşmekten geri kalmadım. Sadece trende gördüğüm, tanıştığım, her şeyi konuştuğumuz ve her şeyi trenden indiğimizde kendimizle beraber gözden kaybolarak yok ettiğimiz geçici arkadaşlıklar. Belki de aslında arkadaşlıkların en iyi türü-çeşidi budur. Tanıştığım insanların konuştuğumuz esnadaki davranışlarından, bu yaptığımızın onlar için terapi gibi bi şey olduğunu düşünmeye başladım. Geçici olsada, yargılanma korkusunun yaşanmadığı konuşulan bu anlardaki "insan insana" olmanın, karşımdakine iyi geldiğini düşünmeden edemedim. Belki de gerçekten insan, insana iyi geliyordur.
Karşımdaki insanlarda seviyorlar bu durumu. Sanki hayatlarının bundan sonrasında bi daha görmeyecekleri birine en mahrem anlarını anlatmak, ayıplanma ve dışlanma korkusu olmadan patronlarına-karılarına-kocalarına-çocuklarına-arkadaşlarına ve anne-babalarına karşı açık açık ağza almaya üşendikleri o birikmiş kin ve nefreti, yaşanması gerektiğine inandıkları ama yaşanmamış sevgiyi, merhameti, aşkı ve hatta boşuna geçip gittiği için mecburen yeri başka başka şeylerle doldurularak geçiştirilmiş onlarca yıllık hayatlarına üzüldüklerini zerre kadar bile olsa saklama gereği duymadan, dere kenarına oturup akan suya anlatır gibi rahatlıkla anlatmaya daha dünden hazır gibiydiler.
Konuşmalarımız sırasında derin derin oooohhhhh çeken bu insanların yüzlerini unuttum bile fakat içlerinde çok şey biriktiren bu zavallıların, kendilerini hiç tanımayan ve tanıştıktan sonra da ayrıldıklarında onları unutacak birilerine ihtiyaçları var gibiydi... 

Yola çıkarken, işimin en fazla 1 hafta süreceğini düşündüğümden pek bir şey almamıştım. Yanımda sadece eski otostopçu günlerimden kalan ufak mavi valize sıkıştırdığım oğlumun bebekliğinden kalma küçük yastığı, gece trende üşürsem üstüme örterim diye bi çarşaf, iki temiz çorap, terlik, diş fırçasıyla macunu, ufak tefek şeyler, sırt çantam ve işte onun içindeki ıvır zıvırlar. Birde termosum, 3 bardak su alacak kadar kapasitesi olduğu için Öğrenci Ketıl'ı adıyla satın aldığım ufak su ısıtıcısı, granül ve filtre kahve, bir kaç bitki çayı çeşidi, bunları demlemek için borosilkat denilen şeyden yapılan ufak demliği, 2 küçük kahve kupasını,  fındık fıstık çerez, yolda acıkırsam pahalıya almayayım diye yol öncesi 3harfli bi marketten aldığım 5 LT su, ekmek, labne falan. Zaten yenileceklerin çoğunu, İstanbul'a varıncaya kadar yiyip boka çevirdim. Yani bunlar sadece bi süreliğine mideme iş yükü oldular. Diğer öteberiler ise benimle cadde ve sokaklarda sürünmeye hazırdılar...

İstanbul'a varıncaya kadar sakindim ama indiğim anda biraz panikledim. Sahi nerede kalacaktım?
Hem gidinceye kadar panik yapsam bile ne bok değişecekti ki? Bu yüzden varış noktasına kadar kafama bi şey takmamayı öğrendim. Aslında hayatım boyunca da hep böyle yaşadım. Çünkü 2 dakika sonrasında neler olacağını bilmediğimiz bi dünyada yaşarken 2 gün sonrasını düşünerek şimdi paniklemek aptalca geliyor. Bu boşvermişlik veya onun gibi bir şey değil, bu daha çok kendini "küçük tanrı" olarak görmemeyi başarabiliyor olmakla alakalı. Aynı zamanda her şeyin değişebileceği ve benimde bu değişimlere hemen ayak uydurabilme yeteneğimin olması gerçeğini de hesaba katmalıyız... 

Trenden inmiş, valizim elimde, çantam sırtımda yol almaya başlarken, engelli kartımı göstere göstere binebildiğim tüm ulaşım araçlarını kullanarak Şişli'ye geldim ve eski bi hemşire arkadaşımı aradım. Çok umutlu olmadığım için "evinin müsait olmadığını" söylediğinde şaşırmadım. En azından şansımı denemiş olmak lazımdı ve işte denemiştim. 
Biraz oyalandıktan sonra, 20 yıl önce İstanbul'a ilk geldiğimde tanıştığım ve bi kaç ay sonra paramı çaldıkları için ayrıldığım ama yıllardır hep bi şekilde yolumuzun kesiştiği için telefon numaralarımızı sürekli verip birbirimizi kaydettiğimiz üçkağıtçı kardeşlerden Ali'yi aradım ve bu ara işletmekte olduğu, genelevvari yıkık dökük 3 katlı eski rum evinde kiralık boş odası olup olmadığını sordum. Sormaz olaydım. Çünkü o "valla travestiler yüzünden geçen ay mekânı polisler bastı moruk. bende artık bunlarla uğraşmaktan yorulup kapamak zorunda kaldım. hatta benim bile kalcak yerim yok, biliyorsun karıyla da ayrılmıştık. Allah'tan çocuk onda da rahatım ve bu yüzden sağda solda arkadaşlarda kalabiliyorum" dedi. Üzüldüğümü falan söyleyip kapadım ama aslında hiç üzülmedim ve zaten 2 gün sonra whatsapp güncellemesinde "gecelik kiralık odalar için irtibata geçin" cümlesini gördüğümde, ona üzülmediğim için kendi kendime sevindim bi kaç saniye sonrada "şerefsiz seni! numaranı siliyorum ve engelliyorum. sende beni sil ve bir daha herhangi bi yerde karşılaşırsak, hiç tanışmamış gibi selamlaşmayalım bile" diye yazdım, engelledim, sildim numarasını.

Neyse, onun "yerim yok" cümlesinin ardından bi kaç saniye daha gezindikten sonra sırt çantamı açıp diplerde bi yerde Öküz Herif'le yaşadığımız evin anahtarını aradım ve bulunca da Engelli Kartı'mın bana verdiği yetkiyle bulduğum ilk metro-metrobüs ve otobüse atlayıp eve gittim. 
Şükür evde yoktu, çünkü eğer olsaydı piç kapıyı açmazdı ve eve girmemek için elinden geleni yaptığı için de zevkten dört köşe olmuş halde bu başarısının şerefine bi otusbir patlatırdı. Fakat çok şükürki evde değildi.
Küçük odalardan birine yerleşip saatlerce dinlendim, öğleden sonra gibi kalkıp kendime kahve yaptım, dolaptan bir şeyler atıştırdım ve işte zaman su gibi akıp gitmişken saat 17:30 olduğunda mutfağın penceresinden yarı otopark, yarı bahçeli alana bakarken onun geldiğini görüp, elimde olmayan kontrolsüz bi sevinçle pencereden onun arabadan inişini, arka koltuktaki bilgisayar çantasını alışını, bagajdan mama çıkarıp bahçedeki kedilere verişini izledim ve sıra onun dikkatini çekeceğim ana geldiğinde, pencereyi açıp gülümsedim :)

Beni fark edip bi anlık donduğunda, suratının kirece dönmüşlüğünden öldüğü ilk anda, teninin nasıl görüneceğine dair fikir edinmiş olsamda,  gülümsemem hâlâ yüzümdeydi ve onun şaşkın bakışları bi kaç saniye daha sürünce "üff hadi hadi gel artık oyalanma yalandan" deyip, gülüşümün büyümesini önlerken içeri çekildim ve o da bu sırada bagajı kapayıp binanın arka tarafından dış kapıya doğru geliverdi. O gelirken, zili çalmasına fırsat vermeden kapıyı açtım ve kapıyı kapattığımda onun "olm nerden çıktın, ne oldu" sorularına "konuşuruz, hele bi geç de" deyip içeri aldım.
Şaşkınlığı hâlâ yüzündeydi lakin bedenindeki hareketler bu ani gelişmeyi nasıl olurda kazanca çevireceği üzerine zihnini bulandırmaya başlamıştı bile. Bu yüzden fırçalamasına izin vermeden "çay hazırladım, içer misin" deyip, sanki her şey dün kaldığı yerden devam ediyormuş gibi bir havayla mutfağa geçtim.
O güya şaşkınlığını atmaya çalışırken, 2 bardak çayı doldurdum ve

Devamı şu yazıda TIKLA

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

düşüncelerini kendine saklama, benimle de paylaş.