Onunla aynı gecekondu mahallesinde oturuyoruz. Evlerimiz de birbirine sadece bir kaç gecekondu uzaklığında. Herkesin evinin küçük bi bahçesi var. Onların bahçesi bizimkinden bi kaç adım daha büyük ve bahçelerinde, geceleri dadandığımız 5-6 tane meyve ağaçları var. Çocukluğumun en güzel erikleri, elmaları ve dutları; sanırım onların bahçesinden çalıp yediklerimden oluşuyor. O tatlı ile ekşi arasındaki belirsiz tattaki erikler hala aklımdadır. Öyleki, o güzel eriklerin tadını, ölünceye kadar hatırlayacağımı düşünüyorum.
Mahallenin çoğunluğu fakir. Bu yüzden kendimize göre zenginlik kriterlerimiz oluşmuş ve kaynağını da bilmiyoruz. Belki bi ihtimal, bizde olmayanı başkasında görünce onların zengin olduğunu düşündüğümüzdendir. Oysa yokluk fakirlik değildi; bunu anlamak, uzun süren bir hayat macerasına dönüştü. Çok sonra ve zorla anladım.
Onların televizyonu var ve bu yüzden onları zengin olarak görüyorum. Sadece ben değil, hatırladığım kadarıyla yetişkinler de öyle görüyordu. Evinde televizyon olanları zengin olarak etiketleyip, onları başımızın üzerinde tutmaktan hiç geri kalmıyorduk. Yani onların, televizyonlarıyla beraber başımızın üstünde yerleri vardı.
Babasının küçük bir tuhafiye dükkanı var ve her 24 Kasım'da öğretmene hediye olarak ince ten rengi (öğretmen tarzı denilirdi) çorap ve bunlar gibi şeyler gönderirdi.
Anlatacağım konunun babasıyla alakası yok, televizyonla veya meyve ağaçlarıyla da alakası yok. Şimdiye kadar yazdıklarımdan hiçbiriyle alakası yok. Ama nedense konu hep başka şeylere kayıyor.
"Alakası yok" diyerek biraz da olsa kayılmayı önlemişken, tekrar okuldan eve geliş anına dönmem gerekirse; yol boyunca koşturuyoruz, yer yer aptalca şeylere, karnımız ağrıyıncaya kadar gülüyor, bazen küçük bir teneke kutusuyla maç yaparak mahalleye doğru yol alıyoruz. İkimiz de nefes nefese kalmışız. Her tarafımızdan ter atıyor. Fena da susamıştık.
Mahallenin biraz dışında, onun amcasının evi var ve yol güzergahımızda olduğu için, o bi anda kapıyı çalıp, dışarı çıkan genç kadından bi bardak su istiyor. Kadın 18 yaşlarında, evin en büyüğü. Ondan küçük 2 kız kardeşi ve 1 erkek kardeşi daha var. Kız kardeşlerden birinin vücudu ve yüzü, birbirinden farklı irili ufaklı bir çok yarayla kaplıydı. Aynı mahallede olduğumuz için bazen onunla karşılaşırdık ve her karşılaşmamızda, elimde olmadan öylece durup ona uzun uzun bakardım.
Diğer kız kardeşi ise sanırım spastik idi ve o yüzden çoğunlukla onu; evin balkonunda oturtarak çevreyi izletir, bazen de iki kişi kollarına girerek mahallede gezdirirlerdi. Konuşması da yok denecek kadar azdı.
Hatta şu an düşünüyorum da, sanki konuşamıyor da, sadece garip sesler çıkartıyordu gibi anımsıyorum. ama emin değilim.
Genç kadının erkek kardeşi de rahatsızdı. Ve ablasının kötü durumuna oranla biraz daha iyiydi. En azından yalpayalayarak da olsa kendi kendine yürüyebiliyor, çok olmasa bile bazen bizimle rahatça konuşabiliyor, hatta okula da gidip geliyordu. Derslerinin, doğal durumundan dolayı iyi olduğu söylenmiyordu ama yine de şükür derlerdi. Şükür ederdik.
İşte kısaca böyle bir aileydiler ve biz de okuldan çıktığımızdan bu yana koşturduğumuz için arkadaşım susamış ve çat diye kapıyı çalıp, dışarı çıkan kadından bi bardak su istemişti.
Kadın suyu getirip vermiş, oda kana kana içmiş ve işte arada da laflıyorlardı. Bi ara konuşmalarının bitişinden faydalanarak, utangaçlığımı alt edip, ihtiyacım olduğunu ve bi bardak su istemenin çok önemli olmadığını düşünerek genç kadına en masum halimle bakarak "hele bana da bi bardak su ver" dedim.
Sanırım o an gerçekten canım fena şekilde su istiyordu. Ki zaten okuldan koştura koştura gelmiştik ve arkadaşımda böyle iştahlı bi şekilde içince, bende cesaretimi toplayıp istemiştim. Hem bi bardak su istemenin nesi yanlış olabilirdi ki? veya neden istenmesindi ki?
Ama işte meğer öyle değilmiş. Benim, kadına "hele bana da bi bardak su ver" cümlem bittiği an da, genç kadın bana dönüp "sana su yok. hadi git burdan" dedi.
onun bu cevabıyla o an küçücük yaşıma rağmen öyle bi dondum ki; bu donuş, gerçek dünyada en fazla 1 saniye sürmüş olsa bile, o an bana öylesine ağır geçen saatler gibi geldi ki anlatamam. sanki zaman durmuş ve ben saatlerdir hissiz bi şekilde öylece kalmışım gibi bir ağırlık çökmüştü üstüme.
"sana su yok. hadi git burdan" cevabının üzerinden 23 yıl geçmiş olsa bile, hâlâ da o an'ı anımsarım ve genç kadının, neden beni bu kadar kötü hissettirdiğini anlamak için çaba gösteririm.
yani insan bi bardak suyu neden vermesindi ki, bi bardak su vermenin nesi vardı? çok mu zor bi iş, çok mu uğraştıracak bir şey istemiştim. altı üstü bir bardak suydu. üstelik mutfak en fazla 3-5 metre ötedeydi. hani kuyudan çıkarmayacak, sadece mutfaktaki sürahiden bardağa doldurup getirecekti. yani az önce yaptığından hiçbir farkı yoktu. olmayacaktı da. o ise su alıp getirmek yerine "sana su yok. hadi git burdan" demişti ve ben de 1 saniyelik donuştan sonra "işte bu yüzden bu haldesiniz. allah sizin eve bu yüzden böyle hastalıklar veriyor" deyiverdim.
o an o cümleyi nasıl kurdum, neden öyle dedim hiçbir fikrim yok, ama işte onun bana "sana su yok" demesiyle bir anda ağzımdan çıkıverdi ve benim cümlemden sonra, kadın "ah vah ederek" çığlık çığlığa mutfağa koştu.
o gelinceye kadar da ben kalkıp mahalleye doğru yürüdüm ve biraz sonrada elinde bi bardak suyla yetişip, suyu zorla bana içirmeye çalıştı. tabii inadım inat, götüm o yaşta da iki kanat olduğu için suyu içmedim. mahallede onun yalvarışlarıyla beraber gezindik ve sonra ben eve gidip yemek yiyip okula döndüm. akşam eve geldiğimde bizim balkondaydı ve benden özür dileyip "hakkını helal et" diyordu.
olayı ablamlara falan da anlatmıştı ve onlarda "niye öyle dedin, öyle laf denilir mi?" gibisinden bi güzel azarladıktan sonra günü bitirmiş olduk.
olayı ablamlara falan da anlatmıştı ve onlarda "niye öyle dedin, öyle laf denilir mi?" gibisinden bi güzel azarladıktan sonra günü bitirmiş olduk.
o çocuk halimle hakkımı helal ettim mi bilmiyorum ama herhalde etmemiştim. çünkü aklımda helalliğe dari net bir hatıra yok. aklımdakiler; sadece kadının bana su vermemesi, benim ona o cevabı yapıştırmam ve sonrasındaki koşuşturma ve ablamlarla olan konuşmalardan ibaret. varsa tabiki hakkımı helal ediyorum. ama sanırım bunu söylemek için geç kaldım, çünkü o iki kardeş geçen yıllarda öldüler. ikisi de yatalak olmuşlardı ve sadece sıvı gıda ile beslenebiliyorlardı. ailece hastanelerde süründükleri yıllardan sonra ölümleri, belki de bi kurtuluş oldu. bilmiyorum. allah yerlerini cennet etsin.
(not: hastalıklarının tabiki benimle alakası yoktu. ama yıllardır aklımdan çıkmıyorlardı. hatta geçen yıl aynı çocukluk arkadaşımla buluştuğumuzda, bunu ona da anlatmıştım. tebessüm etmişti.
umarım artık sırf yazmış olduğum için olsa bile; unuturum.)
umarım artık sırf yazmış olduğum için olsa bile; unuturum.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
düşüncelerini kendine saklama, benimle de paylaş.