(Okumaya başlayacağın 2016 yılındaki 3-4 aylık bu yaşanmışlığı, 2017 yılında yazıp kaydetmiştim. )
2016 yılı Ekim Ayı'nın 25'iydi ve ben, ülkemizin Sanal Gey Genelevi işlevini gören sohbet sitelerinden birine girdiğimin bir kaç saniye sonrasında Piç "selam" diye yazıverdi.
Selam'ıyla birlikte, içinde "nerden" sorusunun da olduğu karşılıklı 5-6 soruluk bir muhabbetten sonra da "skype?" deyip adreslerimizi paylaştık ve ekleştiğimizin 4üncü saniyesinde de kameralarımızı açtık.
Kamera açıldığı zaman karşımda içimi ürperten birini görünce bi an duraksadım ve acaba daha öncekilere de yaptığım gibi hiç konuşmasına fırsat vermeden "'uymadık. kusura bakma' deyip kapatsam mı" diye düşündüğüm anda, "onun ürkütücü duruşuna aldanıp ön yargılı olmamalı ve devam etmeliyim" diye bir cümleyi de içimde kurduğum gibi, yavşak gülümsememi takınıp "selam, nasıl gidiyor" deyiverdim.
Çünkü büyük ihtimal bu ürkütücü görüntüsünden dolayı zaten hep red edilen biriydi ve nedense, içimdeki iflah olmaz merhamet dalgası çoktan kabarmıştı.
Hem zaten kafa karışıklığını bir yana bırakırsak, nihayetinde iki medeni insan gibi sadece konuşabilirdik de. Bunun kimseye zararı yoktu ve en azından birini daha tanımanın iyi bir fikir olacağını düşünmeye başlamıştım.
Selamıma karşılık verdikten sonra 5-6 cümlelik daha bir konuşma geçti aramızda ve "buluşalım, dilersen bana gel" dedim ve o "farketmez. istersen sen bana gel" dediğinde "tamam" deyip bir kaç cümle daha sonrasında da karşılıklı olarak telefon numaralarımızı verip kapadık.
Kameralarımızı kapattığımızda, aklımda hâlâ onun o ürkütücü görüntüsü vardı ve bunu anlamaya çalışmakla bir kaç saniye daha geçirdim.
Neden böyle göründüğü hakkında kendimce bir sonuca varmaya çalışıyor, içimdeki "sakın gidip tanışma, aptal olma" çığlıklarımı susturmak için elimden geleni yapıyordum.
Kamerada görünürken, ışık arkasından vurduğu için simsiyah olan saçları, kirli sakaldan biraz daha uzun duran sakalının ve şişik gibi görünen yanaklarını çok önemsememeliyim diye düşündüm. Çünkü öne doğru eğildiği için kamera ve ışık açısı ona bu ürkütücü havayı katmış olabilirdi.
Hem nasılsa buluştuğumuzda, uyuşmayacağımızı düşünürsem "kusura bakma, uyuşmadık. başka zaman görüşelim" gibi bol cümleler kurabilir, sonrasında da kibarca "teşekkür" edip kalkabilirdim.
Böyle düşünerek kendimi sakinleştirdiğim sırada içim rahatladı.
Tabii tüm bu düşünceler arasında, şunu da aklımdan geçirmediğimi söylemem lazım; açıkçası, onun hikâyesiyle kendi hikâyemin kesişme noktalarını da merak etmiştim. Acaba ne olacaktı?
Bu sırada kameralarımızı kapatmamamızın üzerinden en fazla 6-7 saniye geçmişti ve online görünüyordu. Bu yüzden "ya kusura bakma, biraz acemi biriyim ve bu bu tür konularda fazla çevik değilim. bir şey yapmak zorunda değiliz, tanışmak güzel olur" diye yazdım ve o "tabiki, rahat ol" diye yanıt yazınca "ok" deyip skype'ı kapayıverdim.
Kapattıktan sonra banyoya girip dişlerimi fırçalamaya başladım ve bu esnada, onun Beyoğlu'nda oturması konusunu düşünmeye başladım.
Nedense Beyoğlu'nda oturan gayleri hep hafife almak zorunda kalmışımdır. Ki bende orada yaşayan biri olmama rağmen bunu yinede hiçbir zaman gözardı edemedim ve elimde olmadan ona da "beyoğlu'nda oturan orospu" etiketini yapıştırıvermiştim ve galiba sırf Beyoğlu'nda oturduğu için onu hiç ama hiç ciddiye almayacaktım.
Bunları düşünürken, diş fırçalama işim bitti ve üstümü giyinip ona doğru yola çıktım. Otobüse bindiğimde, onunla konuştuğumuz gibi "otobüsdeyim" diye yazdım ve o da karşılık olarak "ok" yazdı.
Yarım saat sonra ona yakın bir lokasyona vardığımda "whatsapp varsa konum atar mısın?" diye yazdım ve Piç 8 dakika sonra "Görmemişim mesajını bir saniye" diye yanıt yazdı ve ben "hımm, nedenini açıkladı. tamamdır bi ihtimal buna sümük gibi yapışabilirim." diye düşünüverdim.
Bu düşünce kesinlikle elimde olan bir şey değildi ve bu basit mesaj yüzünden içim kıpır kıpır oluvermişti bile. Oysa daha az önce ona Beyoğlu İbnesi etiketini yapıştırmıştım ve üstelik kamerada da ürkütücü bulmuştum. Peki şimdi ne oluyordu? Biri bana bunu açıklayabilir mi??!
(Hayır kimse açıklayamazdı. Küçük minik kar topu tepeden aşağı doğru yuvarlanmaya başlamıştı bile.)
Sonra tabii konumunu attı ve ona doğru gittiğimde, evini bulamadığım için sokakta bi o taraf, bi bu taraf gidip gelmeyi sonlandırmaya karar verince telefonu çıkarıp onu aradım;
-selam, geldim.
-selam, aa tamam. nerdesin?
-senin sokaktayım.
-ya kusura bakma, az önce duştaydım görmemişim o yüzden geç yazdım.
-tamam, önemli değil. senin ev hangisiydi. ben sanırım tam da attığın lokasyondayım
-aa tamam, xx numara. 2inci kat. kapıyı açıyorum
-tamamdır. görüşürüz.
-görüşürüz.
Telefonu kapattığımda, mesaja neden geç cevap verdiğini açıklamasına yine hayran oldum ve o sırada önünde durduğum apartmanın dış kapısının otomatı açılınca, ben o kapıdan içeri giriverdim.
Merdivenden çıktığımda, o'da evinin kapısını açmıştı ve karşılaşmamızla beraber, tekrar selamlaştığımızda, hafif bi acemi sarılma ile beraber yanak yanağa da öpüştük ve hemen ardından da içeri buyur etti.
Tüm bu sıcak, doğal ve samimi bir karşılama'nın içinde ona ait hafif donuk hareketlari olduğunu da söylemem lazım.
Eve girdiğimde, tüm evin 1+0 tarzında tamamen tuğladan yapılmış ve yer yer tuğlaların açıkta bırakılarak kiranın yükseltilmesi amacının saklanmadığı küçük bi ev olduğunu anladım. Karşı duvar, bel hizası yükseliğini geçmeyen kalın pervazlara sahip 3 pencereliydi ve hepside; kalın, siyah renkte kumaşla ışığı inatla dışarıda tutacak perdelerle kapalıydı. En sol pencerenin bitiş hizasındaki yan duvarda küçük bir kitaplık, raflarında ise tuğla kadar kalın kitaplar vardı. Pencerenin altında ise kitaplığın renginde siyah bir masa, masanın çevresine yerleştirilmiş 3 tane küçük sandalye vardı.
Masanın üzerinde su bardağı içine yerleştirilmiş 3 tane mum yanmaktaydı ve mumlar 3-5 saniye aralığında farklı bir renge dönüşüyorlardı. En çok ilgimi çeken şey bu olmuştu ama onlara sonra gelecektim. Şimdi amerikan tarzı mutfağa ve 3,5 metre uzunluğundaki reyonun üzerindeki bir iki bardak, ıvır zıvır diğer şeyler ve tabaklara bakınıyordum.
Köşede de bir su ısıtıcısı, bir kahve öğütme makinesi, eski usul kahve demleme demliği, bir bulaşık altlığı, mutfak dolabının altına denk gelen yerde çamaşır makinesi ve küçük bir buzdolabı yerleştirilmiş ve hemen önlerindeki küçücük halının üzerinde ise bir damacana su durmaktaydı. Beynim tüm bunları ve u an hatırlamadığım diğer şeyleri fotoğraflarken, ben de montumu çıkarmış onun gösterdiği askıya asıyordum.
Tekrar "hoş geldin" deyip "kahve içer misin?" diye eklediğinde, yabancılığın verdiği hafif çekingenlikle zoraki bi "olur" kelimesini kulaklarına bıraktım ve o hemen kahve yapmaya koyulunca, bende onun kahve yapışını izlemeye başladım.
Bu arada sağdan soldan bir şeyleri çok önemlilermiş gibi bir ses tonuyla konuşuyor ve aynı mekanın havasını ikimize uygun hale getirmeye de başlamıştık.
Oysa ben onu gördüğüm andaki anlık donuk ifadesi ve ifadesini tamamlayan aynı tarzdaki bi anlık donuk hareketlerini fark ettiğimde içimden "ımmm bundan bi bok olmaz, ama iyi biri gibi ya. muhabbet eder kalkarım" diye içimden geçirmiş ve onu çekici bulmadığım için de pek oralı olmadan sağdan soldan şeyler hakkında sakince konuşmaya devam ediyordum.
O, kahveleri yapmakla uğraşırken, ben de 2 kişilik siyah deri koltuğa oturmuş köşedeki kitaplığa bakıp, kitapların kenarındaki Hegel, Platon, Kant, Kafka, Goethe, Adrew Scull, Descartes, Gaskell, Edip Cansever, Nazım Hikmet, Behçet Necatigil, Enis Batur, Marcel Proust, Virgina Wolf, Scott Fitzgerald, Cahit Sıtkı Tarancı, Nikolay Leskov, Victor Hugo, Thomas Hobbes, James Joyce, Aristoteles vs vs isimlerini okumaya çalışıyordum. Bu kadar güzel kitapları olan birini iç dünyası nasıldır acaba" diye düşünmeye başladığım sırada o kahve hakkında bir şeyler anlatmaya başladı.
Bu aralar kendi kahvesini yapıp içmek üzerine odaklandığını ve yaptığı araştırmalar sonucunda da kahvelerin çekirdeğinden, demlenişine, suyun sıcaklık derecesinden, öğütülme şekline kadar kahvenin vereceği tat hakkında öğrendiklerini anlatıyordu.
O bunları anlatırken, benim aklımda ise "sıçtığımın kahvesini getir de içelim amınakoyim" cümlesi olmasına rağmen sürekli "aaa öylemi, bilmiyordum, tabi tabii bunu duymuştum, tüh be desene bunca yıl kahve adı altında başka şeyler içmişim, eeee, peki öğütücü makinesinin ayarını nasıl yapıyorsun, aaa ciddi misin ilk defa duydum, bunu ocağın üzerinde değilde, gerçek odun ateşi üzerinde yapınca tadı daha mı güzel oluyor" gibisinden yapmacık durmayan sahte nidalarla cevaplar veriyor, kahve hakkındaki yeni öğrendiği bilgilerini bana aktarma hevesini baltalamamaya çalışarak sohbeti devam ettiriyordum.
Kahveleri yapıp getirirken, kahve içmek için aldığı özel bardaklara doldurmuş, bu kez de bardakların özellikleri ve kahvenin ağza girdiği andan, boğazdan aşağı ininceye kadarki sürede alacağı tadın nedenleri ve kahvenin bu yolculuğuna dair hikayesini anlatıyordu.
Kahve dolu bardakları, önümdeki küçük orta sehpaya koymadan önce diğer kenardan iki bardak altlığı almış ve üzerinde kadın resmi olan altlığı önüme koyarken bi anda kahve hikayelerini bırakıp "lütfen bardağı sadece altlığın üzerine koy. sakın sehpaya koyma, sehpada leke olmasını sevmiyorum." dedi. Bu ani girişine tilt oldum ama çaktırmadım. Çünkü sıçtığımın kahvesini öyle bi anlatmıştıki, kahve dolu bardağı elime verdiğinde kalkıp iki rekat şükür namazı kılmamak için kendimi zor tutmuştum ve açıkçası o an, az önce dağdan inmiş Hanzo gibi içmek için sabırsızlanıyordum.
Neyseki bi-iki saniye daha beklemenin zararı olmazdı ve işte nihayetinde öve öve bitiremediği siktiğimin kahvesi elimdeydi. Artık içebilirdim, ama dangalağa göre hemen içmemeli, önce kokusunu tarif etmeliymişim falan. O bu cümleye başladığında dayanamadım ve ilk yudumu alıp çişe dönüşmesi için mideme göndermiştim bile.
Üstelik ona "doğuştan hiç koku almadığımı, koku körü" olduğumu da henüz söyleme fırsatını yakalamış olmadığım için, koku almadığımı bilmiyordu ve ağzımın içine bakıp, methiyeler düzmemi bekliyordu...
Yazının Devamı: https://hayaterkegi.blogspot.com/2023/03/blog-post.html
Güya daha sonra, o geceyi ve tanışmamız anında hissettiğim ve hissettirmeye özen gösterdiği her şeyi kafamda düzen içine oturttuktan sonra ölümsüzleştirecektim ama kafamda düzene oturtamadım ve öyle kaldı.
Fotoğrafın kaynağını görmek için tıkla )
Koku almıyorsan, tatda almıyorsundur. Alıyor musun?
YanıtlaSiliki duyu birbirinden farklı. tat duyum keskin değil ama alıyorum tabiki
Sil