-->

07 Eylül 2021

Hayatımın Özetinin Özeti

Devlet hastanesindeki psikiyatrist'ime gidip teee yıllar önce yaşanmış şeylerimi anlattığım ve onunda (iki de bir saatine bakıp durduğu için )beni boş boş dinlediğini düşünmeye başladığımdan, hayatımdaki tüm bu olmuş olanları ara ara atlamış ve ara ara unutmuş olarak eksik yanlış anlatıp vaktini çalmak ve vaktimi çaldırmak yerine, hayatımın bugününün ve geçmişinin bir kısmının özeti olan aşağıdaki yazıyı blogdan derledim ve çıktısını alıp götürdüm.

Kendisi yerinde olmadığı için, yan odadaki diğer doktora kısa bi özet geçip "bunu X Hanım'a geç gelecekmiş, rica etsem bunu ona verebilir misiniz" diye rica bulunarak uzattım. Önce "sekretere bırak" gibisinden bir şeyler söyleyip "almak istemediğini" söyledi, ben de "oraya bırakmak istemediğimi, onun sekreter, ama kendisinin ise doktor olduğu için ona bırakmakmayacağımı" söyledim. Bunun üzerine "doktorumun ve benim aramızdaki özel bi konu olduğunu" vs söyleyip beni atlatmak istedi, bende "buna benim rızam var, size rahatlıkla bırakmak istiyorum" diye yanıtladım.
Cevabımın ardından ağzından çıkardığı bir kaç kem kümden sonra beni, mecburi bir "peki, alayım şöyle bırakırım, geldiğinde veririm" diye cevapladı. Bende hemen büyük bir sevinçle uzatıp, tüm içtenliğimle "çok teşekkür ederim, çok kolay gelsin" diyerek verip çıktım.

Çıktıyı doktora ulaştırma amacım ikimize de zaman kazandırmak ve böylece, görüşmelerimizde onun saatine bakıp durmasına boşuna göz yummamak ve sanki bir duvara konuşur gibi tepkisizliğini izlemek zorunda kalmamak.
Hem zaten eğer okursa ve bundan sonra konuşacak bir şeyler varsa, o okuduktan sonra daha rahat konuşulabiliriz. Öteki türlü ona da, bana da yazık. İkimize de yazık etmemek ve zaman kazandırmak için aşağıdaki yazıyı kendisine ulaşması amacıyla bıraktım.
----------------


Yazı başlığı: Borcunuz sadece 30.000 TL! Ödemeyi nasıl yapacaksınız?


Kendimi borçlu hissettiğim günlerin bu kadar çabuk geçeceğini düşünmediğim aile evinden herkese selam. Oysa hastane sürecimde yaptıkları büyük iyilik karşısında, kendimi borçlu hissediyor olma halim bir ömür sürecek ve ben yıllardır onlardan uzakta bir yaşam kurmama rağmen, bir kaçının gelip bilinçsizce can vermek için çırpınan bedenime sahip çıkmalarından dolayı, eve dönüşümden sonra neyi nasıl yapacağımı, nasıl davranacağımı tam bilmeden, nerde nasıl davranacağımı kestirmeden burada ezile büzüle yaşamaya devam edip sonsuza kadar da böyle gideceğini sanıyordum.
Fakat diğer şeyler gibi, her şeyin insanın düşündüğü gibi gitmediğini unuttuğumu da unutmuş olduğumu unutmuşum. 
Çok şükür ki, gelişimin daha beşinci gününde unuttuklarımı yaşayarak tekrar hatırladım ve durumun öyle olmayacağını, asla ama asla olamayacağını, bunun bana uyan bir davranış şekli olmadığı ortaya çıktı, bende çok geçmeden herkese göstermek zorunda kaldım.
Üstelik öyle sakin sakin değil, gayet çok ama çok yüksek sesli olarak, hatta sanki daha 3 hafta öncesine kadar can çekişen ben değilmişim gibi şimdi sinirden bağırıp çağırarak, daha geçen ay sesi bile çıkmadığı için konuşamayan ben değilmişim gibi lafını, sözünü hiç esirgemeden rap rap rap evdekilerle tartışarak.
Oysa tartışma konularımız da çetrefilli değil, tam aksine önemsiz ve hatta üzerine konuşulmasına gerek olmayan konulardı. Ama işte olan olmuştu ve ben borçlu olduğum hissinden kurtulmuş olarak çoktan açmış ağzımı, yummuştum gözümü.
Şimdi herkes hayretle bakıyordu bana. Ben yine her zamanki gibi sürprizlerle doluydum ve herkesi şaşırtmıştım.  

Şaşırtma/tartışma konularımızdan biri alt komşunun, gece yarılarına kadar bitmeyen yüksek sesle tv izlemeleri, çocuklarının gece yarısına kadar koştura koştura çıkardıkları ve bitmek bilmeyen gürültüleri yüzündendi.
Gece yarılarına kadar devam eden çocuk gürültüsüne, tv sesine ancak bir hafta dayanabilmiş ve en sonunda gecenin 1'inde kapılarını çalıp sessiz olmalarını rica etmiştim. 
Tabii adam yüzsüz çıkıp "gürültü çıkarmıyoruz yav, çocuklar da yeni geldi zaten" deyince bende "1 haftadır burdayım ve açıkçası gürültünüz hiç eksik olmuyor. bizimkiler rahatsızlıklarını komşuluk hakkı için söylemezler ama siz yine de televizyonunuzu da sadece kendiniz duyacağınız kadar açmaya özen gösterin lütfen" diye karşılık verip "iyi geceler" dileyerek eve döndüm. 

Benim bu artistiliğim ise ertesi gün, ablamların konuyu 2numaralı abime aktarmalarıyla patlak verdi ve o da bana bir sürü süslü yalan, anlamsız laf ebeliği, boş bir nutukla devam edip arada "20 yıldır burda oturuyorum ve hiçbir zaman alt kattan rahatız olmadım" diye söylediğinde, bende karşılık olarak "yalan söylüyorsun, 20 yıldır sen burda oturmuyorsun, ablamlar oturuyor ve onlarında duvardan tek farkı nefes alıp veriyor olmaları. komşuluk hakkı, ayıp vs diyerek asla da rahatsızlıklarını dile getirmezler." dedim. 
Benim böyle dememle onun bir anda "zaten derdinin bu olduğunu biliyorum" demesi bir oldu.
Bu cümlesini anlamadığım için bir kaç gündür ne dediği hakkında düşünüyordum ve aklıma bir şey gelmeyince, abime gecenin bi yarısını bunu yazıp attım.
Biliyorum cevap vermeyecek, ama en azından; ona, bu cümlesiyle ne demek istediğini sorarak içimi rahatlattım. 

Tabii konuşmamızdaki tek önemli nokta bu değildi. Karşılıklı yüksek sesli tartışmada bir kaç sefer "git başka yerde yaşa" cümlesini de sarf etmeden duramadı. Her sarf edişinde kalkıp diğer odaya gitmeye kalkışarak güya elbiselerimi toplayacaktım ama 3numaralı abim gelip benim "şimdilik sinirli olduğumu, yaptığımın doğru olmadığını, aslında ailecek çok duygusal olduğumuz için bu tepkilerimin de duygusallığımdan kaynaklandığını, bu hareketlerimin tartışmalarımın, alt komşuya tepki göstermemin normal olduğunu belirttiği cümlelerle beni durdurdu.
Durdurmasa, gerçektende valize dolduracağım giysilerle güya çekip gidecektim. Ama çekip gitmedim ve bana siktir çeken 2numaralı abime, gece yarısı "5-6 sefer git başka yerde yaşa demenden hoşlanmadım" diye yazdım.

Tabii şunlarıda yazmadan edemedim;

-Her zaman yük olduğumu söyledin ve zaten bunun farkındayım. Bu süreçte ise elimde olmadan yük olmama rağmen, yine de olabildiğince yük olmamaya gayret ediyorum. Şimdiye kadar yüklendiğin sorumluluk ve yaptıkların için allah senden razı olsun. Ama bana sürekli bunu söyleyip yüzüme çarpıp durman, borçlu olduğumu hissettirmen hoşuma gitmiyor.

-Kendim dışındaki insanlarla iletişimin hakkında bir şey söylemeye hakkım yok, ama benimle kurduğun iletişimdeki konuşmamız esnasında hoşuma gitmeyen cümlelerini sana açıkça ifade etmeme rağmen, lafı evirip alakasız bir konuya çevirmen, o an hemen başka bir yerinden tutup yanlış olduğunu söylemen hoşuma gitmiyor.

-Özünde kötülüğümü istediğine, hakkımda kötü düşündüğüne inanmıyorum ama bana kötü davranman, kötü sözler söylemeni de anlamıyorum. Çelişkili davranman hoşuma gitmiyor.

-Başkalarına değil ama bana net olmaman hoşuma gitmiyor.

-GİT BAŞKA YERDE YAŞA demenden ise rahatsızlığım bitecek gibi değil. Buraya gerçek anlamda sırf annemle vakit geçirmek için geldim. Buna bir süre izin verirsen sevinirim. Ama benim gitmemi beklemene gerek yok, gerçekten ne zaman gitmemi istersen söylemen yeterli.

Şimdiye kadar yaptıklarınız için allah sizden razı olsun.


İşte tüm bunları gece yarısı kaçan uykum sırasında yazdım ve içim rahatlamış şekilde uykuya bıraktım kendimi.

Ve gerçekten de bi kaç gündür ne zaman dönüp dönmeyeceğim, ne yapacağım üzerine düşünüyorum. Çünkü kendimi borçlu hissederek yaşamak bana göre değil ve zaten 2numaralı Abim'de bir kaç sefer bunu yüzüme çarparak, yaptıklarının karşılığını almış oldu bile. O böyle söylediğinde bi yandan sinir olsam da, bir yandan da rahatladım. Hatta artık ona borcum olduğunu bile düşünmüyorum ve daha bi rahatlamış gibiyimde.

Zaten ona göre ben "minnetsiz yaşıyormuşum" ve üstelik bunu bana daha ben hastanedeyken söylemişti. Şimdi aklıma gelince, evet, benim için doğru bir tespitte bulunduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Ben kimseye minnet duymuyorum, kimseye kendimi borçlu hissetmeden yaşıyorum ve yaşayacağım da. Tek minnet duyduğum ise allah'tan başkası değil ve olmayacak da.

ve şundan eminimki, beni tam olarak özgür kılan şey bu anlayışla yaşamaktan başkası değil. Böyle yaşamak, bu anlayışla hayata devam ediyor olmak, tüm ilişkilerimde-iletişimimde bu anlayışla hareket etmek bana huzur veriyor, rahat davranmamı sağlıyor.


Diğer tartışmamız ise oğlum'un çok arsız davranması yüzündendi. Çocuk anne-baba ayrı büyüdüğü için, herkesin onu şımartmasına alışmış ve konuşmaları çok fazla emir kipliydi. Herkesi hizmetçisi gibi gördüğü bir bakış açısıyla iletişim kuruyor, konuşuyor ve yaklaşıyordu. Bu konuda bir kaç sefer tatlı tatlı uyardım ama tatlı dilin yılanı bile deliğinden çıkardığı zamanları çoktan geçmiş olduğumuzu görünce baya baya kızdım.

Konu bu olunca, abime göre çocuğa kötü davranıyormuşum ve oğlum bunu hak etmiyormuş.

O anda bir şeyler daha geveledi falan ama gecenin bi yarısı bu konu kafama takılınca, ona mesaj atıp "oğluma nasıl davranmam veya nasıl davrandığım konusunda bir şey söylemen hoşuma gitmedi" diye yazıp rahatladım. Çünkü oğluma nasıl davranacağım, davrandığım, konuştuğum konusunda kimsenin müdahale etmeye hakkı yok ve bir seferlik bile olsa izin vermeyeceğim. Herkesin sınırını bilmesi gerek, yoksa sonrası daha zor oluyor. İyisi mi baştan belirtmek.


Bir diğer konu ise bana bir kaç sefer "artık kendine bakman lazım, kendine bakmayı bilmen lazım, senin kendine bakmayı öğrenmen lazım" laflarıydı. Bunun üzerine tartışmadık ama yine de kafama takıldı. Ona göre ben sanırım sorumluluğumu onun üzerine bırakmış biriyim ve bu yüzden daha büyük bir yüke dönüşmemden korkuyor.

Fakat özellikle yük olmamaya dikkat eden biri olduğum için bu konuda içim rahat.


İşte durumlar böyle ve bu lafların toplamında, içimdeki borçludan kurtulmuş bulunmaktayım. Kimseye borçlu değilim ve borçlu olarak yaşayacak da değilim. 

Bu ve diğer konuları anneme anlattım ve en sonunda da "sende benimle İstanbul'a gel, benimle yaşa" dedim, O da karşılık olarak "o ne derse desin boş ver, sen benim yanımdasın, hep yanımda kalacaksın. burda beraber yaşayacağız. İstanbul falan olmaz" dedi. 

Bense sanırım biraz daha kalıp sonrasındaysa İstanbul'a dönmeye karar vermiş gibiyim.

Ama bi yandan da "acaba burda kalıp, yıllardır birbirimize karşı içimizde biriktirdiklerimizi ve tüm bunların sonundaki deneyimleri yaşayıp, hep beraber rahatlasak daha iyi olmaz mı?" diye de düşünmüyor değilim.

Çünkü ben yıllarca ailemden kimseyi, sırf aileyiz diye kırmamak için, iyiliğimi istediklerini düşünerek bana attıkları ok ve sapladıkları hançer yaralarını kendi kendime iyileştirip durdum. Zehirli sözlere karşılık hep sustum ve artık dayanamayacak olduğumda ise konuşmaktan ve kendimden ve onlardan kaçtım da kaçtım. Üstelik her karşılaşmamızda bir çarpışma meydana geldiği için arkamı döndüğüm gibi uzaklaştım. Söylenenleri unuttum, yapılanları yapılmamış kabul edip sessizce ortadan yok oldum.

Şimdi ise tam tersini düşünüyorum, düşünmeye başladım. Artık ölüme bu kadar yaklaşmış ve belkide tam kıyıdan dönmüşken diyorum ki; ne olacaksa olsun, kimsenin içinde bir şey kalmasın ve kimse içine atmasın. Artık ne bok olacaksa olsun.


Tüm bunların içinde, beni üzen tek şey ise; aniden ortaya çıkan hastalığımın sonucunda yaptıklatı yardımların karşılığı olarak beni köleleştireceklerini sanmaları, onlara el açmış vaziyette yaşamaya devam edeceğimi düşünerek yaklaşmaları, konuşmaları, davranmaları. Oysa ben hiçbir şekilde köleliği kabul edecek biri değilim. Hiçbir şekilde çıkarım için yalanı, doğruya tercih edecek biri değilim. Bunu bilmiyor oluşları, bunu fark etmemiş olmaları, beni tanımamış olmaları beni üzüyor. 2.numaralı abimin, kişiliğimin kâr zarar hesapları karşılığında eğilip bükülecek kadar zayıf olduğunu düşünmesi, düşünerek bana yaklaşması beni üzüyor, fakat yapacak bir şey yok. Burda kalıp, yaptıkları iyiliklerin aslında iyilik olmadığını yüzüne demirden bir tokatın can yakması gibi çarparak göstereceğim. Böylece o da, benim aslında çıkarlarımla hareket etmeyen, etmeyecek biri olmadığımı öğrenmiş olacak. 

Ama yine de biraz sabırlı olup, ikinci raundda harcayacağı cümlelere kadar bekleyeceğim. Çünkü belki de aslında o da kızgınlıkla hareket etmiş ve o anda söylemek istemediği ama söylediği cümleler sarf etmiştir diye düşünüyorum. Belki yanılmışımdır diye düşünüyorum.


Her neyse lafı uzatıp durmanın, boş boş gevelemenin de anlamı yok. 

Borçlu olmadığımı hissederek rahat rahat yaşadığım günlere geçmiş olduğum için, üzerimden büyük bir yük kalkmış gibi hissediyorum. İçim rahatlamış olduğu için anneme sürekli sarılıp onu çok sevdiğimi söylüyorum, o da bana sarılıp "bende seni seviyorum, senin hasta olduğunu söylediklerinde günlerce ağladım, gelmek istedim ama beni getirmediler. fakat çok şükür bak şimdi burdasın ve çok iyisin" diyor.

-Ablamlara "size çok yük oluyor muyum?" diye sorduğumda "ne yükü, bir şey yapmıyorsun ki, öylece evde oturuyoruz zaten" diye karşılık veriyorlar. Haklılar da. Öylece evde oturup sadece yaptıkları yemekleri yiyorum.


Yazı Başlığı:
Vermem Gerekenler ve Daha Fazlası

Geçenlerde yazdığım yukarıdaki yazıya Anonim'in biri gelip şu yorumu yazmıştı:
Tuhaf.
"İsteyen çözüm bulur, istemeyen bahane" diye çok dolaşan bir söz var. Daha önce de yazdım galiba şimdi de yazıyorum;
Hiç bir sorumluluk almadan her şeyin yolunda olmasını bekliyorsun. Önce eşin, sonra oğlun, ailen... Onları yarı yolda bırakmamış gibi davranıyorsun onların seni kucaklamasını bekliyorsun...
Hayattan alacaklı değilsin vermen gerekenler var.
Bu arada inşallah tedavin iyi gider bir an önce iyileşirsin.
 

Ben de şöyle cevap vermiştim:
Benim dışımda herkesin doğru bildiği, doğru yaptığı, doğru yaşadığı ama benim ise hep yanlış bildiğim, yanlış yaptığım şu hayatta benimde elbette doğru yaptığım bir kaç şey vardır. Yoksa bile bir gün bende doğru şeyleri yapacağım.
Öte yandan kimseyi yarı yolda bırakmadım, hep beni bıraktılar. detaylara çok fazla girmediğim için girmeye hakkım olduğunu düşünmediğim için dışardan bakınca farklı görünüyor olabilir.
Yine öte yandan evet; beni kucaklamarını bekliyorum, hesapsızca, kitapsızca, kayıp kazanç ilişkisinden uzak bir şekilde kucaklanmayı bekliyorum. Bekleyeceğim. Ama sabrım da bitti, farkındayım.
Güzel temennilerin için teşekkür ederim, amin. Çok sağ ol.


Böyle cevap vermiştim ama sanırım yapacak daha iyi bir şey olmadığı için mecburen eve kapanmış olduğumuz şu Covid19 günlerinde, Anonim'in dediği "vermen gerekenler var" cümlesinden yola çıkarak biraz detaya girip vakit geçirmek benim için de iyi olacaktır. 

---------

Sevgili anonim "vermen gerekenler var" derken haklısın. Gerçekten vermem gerekenler var. Üstelik öyle laf olsun diye de değil, ciddi ciddi vermem gerekenler var. Ama...

İşin ama'sı şu ki; vermem gerekenlerin hepsini zaten verdim. Fakat karşımda aç gözlü, sürekli "ver, ver, daha da ver" diyen doyumsuz birileri olunca, her istediklerinden vermeme rağmen verdiklerim; sadece maddiyat olarak değil, ömrümden, psikolojimden, hayata bakış açımdan da götürdü. Yanisi; son olarak sağlığım da gitti ve gerçekten artık verecek bir şeyim kalmadı.


Burada çok bahsetmedim, bahsetmeyi de düşünmüyordum. Ama sonuç olarak burada hafif kurgulayarak anlattıklarımdan/yazdıklarımdan yola çıkarak yorum yaptığından dolayı, aslında anlatmayarak kendimi karşılıksızca kucaklanmayı bekleyen, sanki hiç vermemiş biri olarak göstermekten ileriye gitmemiş oldum. Böyle görünmesini biraz da ben istedim, çünkü ailemle yaşadığımız her şeyi buraya yazmadım. Yazmaya çekindim. Yer yer nasıl yazacağımı bilemediğim için, öylece üstünkörü geçiştirdim. (ve işte görüyorsun ya, sende karşılıksız kucaklamıyorsun. Sana da vermem gereken bir şeyler var. Sende bir şeyler istiyorsun. E hadi al sana gerçeklerimi, kucakla şimdi sımsıkı bir şekilde tüm kemiklerim geçsin içimden içine ve canın yansın, gül olsun.)


Oysa ailemin bana verdiklerinin karşılığını, ben onlara fazlasıyla vermiştim. Üstelik hem duygusal, hem bedensel, hem de zihinsel olarak verdim de verdim.

Elimden gelenin, elimde olanın ve olacakların hepsini vermeme rağmen, bir türlü şöyle içten, samimice, aile sıcaklığıyla, ya da en azından arada sıradada olsa karşılıksızca kucaklanamadım. Hatta kucaklanmayı bırak, artık verecek bir şeyim kalmadığı için veremeyince kötü oldum, çemberin içinden dışına doğru itilmeye başlandım ve çemberin dışına çıkarıldığımda da, kendimden son bir şeyler verebilme umuduyla; sanki çemberin dışına itilmemişim de, kendim çıkmışım gibi rol yaparak uzaklarına gittim. Böylece ailemle olanlar kendi aramızda kalacak, sonuç olarak da; dışardan bakanlar için ailem değil, ben kötü olacaktım ve çok şükür bunu da başardım.

Yine verdim. Son bir kez verebildiğim ne varsa verdim de verdim. Dışardan bakanların, olup bitenleri görmediği içeride, verecek son şeyimi de verip, kusulur gibi dışarı itilirken ben kötü oldum, onlar iyi kaldı. Yani yine verdim,  üstelik tüm karşılıksızlığımca..

Peki çembere dönecek olursak içinden nasıl mı çıkarılmıştım. Bak olay şöyle başladı:


Yazı başlığı:  Evden Kaçmak

---Evden ilk kaçış:
Henüz 7-8 yaşındayım. Nasıl olduysa, neden kapıldıysam sevilmediğimi düşünmeye başlamış ve bu yüzden evden kaçmaya karar verdiğim için şehirlerarası yola çıkıp yürümeye başlamıştım. Güya bi yerlere gidecek, başka yerlere ulaşacaktım. Öğleye kadar yürümüş, yürümüş, yürümüş ve evden çok çok uzaklaşmıştım. Ama çocuk aklımla uzaklaştığımı düşünsemde, aslında en fazla 6-7km kadar yürümüştüm. Dönüp arkama, evimizin olduğu dağın yamacına baktığımda çook uzak gelmişti bana. İyice uzaklaşmıştım ve hem acıktığım, hem susadığım için de ağlayasım gelmişti. Yürümeye devam edip, gözyaşlarımı sile sile ağlayarak ilerlerken karşılaştığım pis bir lağım birikintisindeki suyu görünce kana kana içip susuzluğumu gidermiştim. Ama karnım hâlâ açtı. yoldan geçenlerin, benim pis suyu içişime bakıp söylenmeleri de eklenince, evden kaçma işinin böyle olmayacağını anlamış ve tekrar gerisin geriye eve dönmüştüm.
Eve geldiğimde hiç kimsenin evden kaçtığımdan haberi olmamıştı. Onlara göre her zamanki gibi sokaklarda bi yerlerde vakit geçirmiştim ve işte evdeydim.

----Evden ikinci kaçış:
15 yaşındayım. 3-4 yıldır abim ve yengemle yaşıyordum ve onlarda bana kötü davranıyorlardı.
Yengem her şeye söylendiği için, söylenmeleriyle yüz göz olmamak adına yemeği bile doya doya değilde, daha çok sofra kurulduğu için yiyor, yengemden ise gizli gizli sürekli bir şeyler atıştırarak doymayı tercih ediyordum.
Yengemle durumlarımız böyleyken, abimle de pek iyi sayılmazdı, çünkü her sinirlendiğinde veya ona göre yanlış bir şeyler yaptığımda elini kaldırmaktan geri kalmıyordu. "okul okuyup ne yapacaksın ki" diyerek de okul okumama izin vermemişti. İzin vermediği o ilk gün sokaklarda boş boş gezmiş, neden okutmadığını anlamaya çalışmıştım. Ama anlamadım. Hâlâ da anlamış değilim.
Sonuç olarak ise o yaşta, tüm yaşadıklarıma dayanamadığımdan, abimin cebindeki parayı alıp evden kaçtım.
Bir haftalık gezinme esnasında, o aralar hizbullahçıların en kudurgun zamanları olduğu ve o aralar abimden sürekli zekât adı altında haraç istedikleri ve abimde parayı çok sevdiğinden vermediği için, benim kaybolmamla beraber hizbullahçılar tarafından kaçırılıp öldürüldüğüm söylentileri çıkmış ve yaşadığımız şehrin dere tepelerinde, polisler ve akrabalarımızca cesedim aranmaya, cesedim bulunamadığı için ise el-fatihalar okunmaya başlanmıştı. Çünkü hizbullah adam kaçırıp öldürüyor, öldürdüklerinin cesedi ise çoğunlukla bulunmuyordu. Bu yüzden ölümüm kabullenilip, fatihalar okunuyor, henüz 15 yaşında olduğum için günahsız bir şekilde öldüğümden, kesinlikle cennete gittiğim söyleniyordu. Oysa ben o yaşta bir kaç kişiyle sevişmiş, birbirimizin sikini yalayıp "hiç de porno filmlerdeki gibi değil" konuşmalarını yapmıştık. İlk yalama deneyimlerimi geçip, benim kaçışımla gelişen arama-tarama aşamalarını nasıl öğrendiğime gelirsek; tüm bunları bir hafta sonra eve döndüğümde, konu komşudan ve yengemin sürekli bana hakaret etmeleri esnasındaki "senin fatihanı da okuduk zaten, ölsende kurtulsak" deyişlerinden öğrenmiştim.

Evden kaçmaya en fazla 1 hafta dayanabilmiş, bu süre boyunca komşu şehirde sokaklarda gezmiş, sınav zamanı olduğu için sınava geldiğimi söyleyerek bir otelde 3-4 gün kalmayı başarmış, geri kalan günlerde ise parklarda vs yatmış, o dönemin mantar gibi biten mekânlarından olan internet cafelerde sabahlarcasına oyalanmış, evden kaçan biri olduğumu kimseye çaktırmamıştım.
Hatta yerli biri olduğumu göstermek için kendime bir kaykay bile almıştım. Ama kaykay yük olmaya başladığında kargo ile eve göndermiştim. Bende zaten kaçış maceramı bir hafta sonra eve dönerek sonlandırmıştım.
Aldığım Kaykay ise aradan 20 yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ evde duruyor ve oğlum bazen alıp kullanıyor.

----
Evden üçüncü kaçış
Yaş olmuş 18, köpek gibi çalışmama rağmen hâlâ açık açık dayak, gizliden gizliye yemek yiyorum. Dayağı açıktan, yemeği gizliden yemeye alışmıştım ama 18 yaşında olmama rağmen hâlâ arkadaş edinmeme izin verilmiyordu. Eğer olurda dükkanı akşam ezanından sonra kapatıp eve gelirsem tüm ev ahalisinin önünde bol fırça ve sağanak yağmurlu tükürüğe tutuluyordum.
Tüm bunların sonucunda bir gün dayanamadım yediğim dayağın verdiği haklılığın ağır etkisiyle yeğenlerimi göstererek "onların bile arkadaşları var, 'arkadaşıma gidiyorum, arkadaşımdan geliyorum, arkadaşımla oynadık' diyorlar. Benim hiç arkadaşım yok" diye ağlamamı devam ettirdim. Hazır konuyu açmışken "eğer yeteri kadar ağlarsam, belki bundan sonra arkadaş edinmeme izin verirlerdi" diye düşünmüş, ağlamamı da kendimi zorlayarak biraz daha devam ettirmiştim. Ama rol yapamayan biri olduğum için, yüreklerine dokunacağını düşündüğüm zırıltım, sert güzel bir tokatla sonlandırılmıştı. Mecburen sustum, her zamanki gibi gittim yüzümü yıkadım, gelip hazırlanmış olan sofraya oturup azıcık yemeğimi yedim.

Bu olayın üzerinden bir kaç ay geçtikten sonraki günlerden birinde, abimden iki defa dayak yemiştim ve üçüncü dayağım esnasında yengem dükkana geldiğinde ona "ben ne yaptım size, niye bana kötü davranıyorsunuz. bugün iki defa dövdü beni." diyerek zırıldayıp durdum. Bu sefer rol yaparak devam ettirmedim, gerçekten hem canım yandığı, hemde sevilmediğimden emin olduğum için en içten halimle ağlıyordum.
Yengem ağlamamamı söyleyip "bir şey olmaz, abindir" dediğinde, ben daha da içten bir şekilde ağlamaya devam ettim ama kimse iplemedi. Biraz daha ağladıktan sonra, abimin tükürükleri eşliğinde gidip yüzümü yıkadım geldim. Soğuk su beni kendime getirmişti. Kaçma fikri kafamda canlanmış, ilk fırsatı kollamamı öğütlüyordu.
Yediğim dayaklar yanıma kâr kalmış olarak, gün geçip gitti, ben yanağımın sızlayışını, gözyaşlarımın ve sümüğümün tadını unuttum, gün bitti akşam oldu.
Ertesi günde köpek gibi çalışıp, yorgun argın bi şekilde biraz erken bi saatte eve geldiğimde, evde kimse yoktu. Bende kafamda dönen kaçma fikrini hayata geçirmeye karar verip, yengemin elbiselerinin arasına sakladığı paraları alıp evden kaçtım.
18 yaşında birinin evden ayrılmasının bu kadar kolay olacağını hiç bilmiyordum. O güne kadar 18 yaşına geldiğiminde farkında değildim.
İlk olarak Diyarbakır'a gittim, orda bi kaç gün oyalandıktan sonra farklı bir ile geçtim, ordan başka bir yere derken, en son alakasız bi şekilde kendimi Ankara'ya buldum ve sonra nasıl ve neden olduysa bi şekilde İstanbul'a gidiverdim.
Üstelik ne yapacağım, nasıl yapacağım konusunda da bi fikrim yoktu. Öylesine kaça kaça ve sokaklarda tırsa tırsa gezerken, insanların bakışlarından veya birinin beni takip ettiğinden korktuğum ilk anda başka bi şehre geçiyordum. İstanbul'a da böyle gelmiştim galiba ve o dönem araba yıkama servisinde çalışan tanıdıklarımın yanına yerleşivermiştim.

Yeni gelmiş olmanın verdiği heyecanla sabah erken saatlerde, servisin arka tarafındaki yataktan kalktığım gibi kendimi dışarı atıyor, akşama kadar yakın çevrelerde kendimce gezip, gece olup iyice karanlık çöküp artık tırsmaya başlayıncaysa, araba yıkama servisinin arka tarafındaki yataklar kısmına gidip uyuyordum.
Bu "tanıdıklarım" dediğim insanlar, 3 kardeşlerdi ve köyden uzak akraba sayılırdık.
Biriyle (yaşıtım olanla)henüz 15-16 yaşındayken, birbirimizin sikini yalardık. Ama buraya geldiğimde öyle bir şey yapmadık, çünkü aradan hem 2-3 yıl gibi bir zaman dilimi geçmiş, hem mekânlar değişmiş, hem de ben evden kaçan biri olduğum için onlarda mecburi kalıyordum. Bu yüzden ekstra heyecana girmeye gerek yoktu. 
Zaten bi kaç gün sonra yükselen gizli stresden dolayı olsa gerek dayanamadım ve gezine gezine farkında olmadan Taksim'e gelmiş, neresi olduğunu bilmeden İstiklal'de gezinmiş ve "bu kalabalıkta yaşanır" diyerek o çevrede takılmaya başlamıştım.

Bi kaç günlük parklarda yatıp kalkma olaylarımdan sonra, burda bi yerlere yerleşeyim diyerek yatacak daha sağlam bi yer aramaya başlamıştım. Çünkü paralar suyunu çekmeye başlamıştı ve ben kalacak yer olarak parklardan başka bir yerle beraber bir iş de bulmalıydım. Bu yüzden etrafa yapıştırılmış kiralık oda ilanlarından birini aradım ve olumlu bir konuşmadan sonra verilen adrese gittim.
Her halinden, hareketinden, konuşmasından, tiklerinden, geviş getirir gibi konuşmasından, gözlerini kocaman açarak etrafa bakışından üçkağıtçı olduğu belli olan Tuncay'la tanıştık, gidecek başak yerim olmadığı için mecburen anlaştık, ilk ayın oda kirasını peşin olarak verip orda kalmaya başladım ve bir dahada, araba yıkama servisine gitmedim. Evde ben, Tuncay, Tuncay'ın Kardeşi Ali ve Fatih adında biri daha kalıyorduk.

Evde kalmaya başlamamın üzerinden bir kaç gün geçmiştiki, Fatih iyi biri olduğumu söyleyip, gel sana iş bulalım diyerek beni aldı, beraber İstiklal'deki iş ilanlarına başvurmaya başladık. Ama köyden yeni şehre inen biri olduğum için beğenilmiyordum ve bana açıkça beğenilmediğim söylenilmiyor bunun yerine "ararız, bakarız vs" gibi şeyler söyleniyordu. En sonunda İstiklal'in girişindeki McDonalds'da başvurduk ve onlarda hemen gelip başlamamı söylediler. Ertesi gün gidip işe başladım ve 1aylık çalışmadan sonra işten çıkıp, yine istiklal'deki pasajlardan birindeki çay ocağında ÇAYCI olarak işe başladım. McDonals sigortamı yapmıştı ama maaş olarak oda kiramı anca karşılıyordu. Bende param olmadığı için, mecburen daha iyi para veren bir iş bakmış, çaycılık olmasına bakmadan işe girip, akşama kadar koştura koştura çalışmaya başlamıştım.

2 ay sonra, ev arkadaşlarımın paramı çalmaları yüzünden atışmıştık, ama onlarında çaldığına dair elimde yeteri kadar kanıt olmadığı için hepsine lanet okuyarak yanlarından ayrılmış, pasajın sokağında takı satan tezgahın sahibi olan Adanalı Abla'ya durumu anlatmamla, daha uygun fiyata onlarda kalmaya başlamıştım. Aradan şimdi 18 yıl geçmiş olmasına rağmen, hâlâ tanışıklığımız devam eder ve ben dönem dönem gidip günlerce onlarda kaldığım olur.
Çay ocağında ise 7-8 ay gibi bir süre çalışmış ve sonra ailemle arada bi telefonla konuşmanın verdiği güvenle, 2 numaralı abimin "artık dön" demesine uyarak memlekete dönmüştüm.
Döndüğümde ise, başkasıyla beraber kurulmuş olan ortaklı toptan dükkanında köpek gibi çalışmaya başlamış ve aileyiz diyerek maaş gibi şeylerde almamıştım, almak aklıma gelmemiş, istemeyi ise zaten ayıp bulmuştum.

----Evden dördüncü kaçışım:
Günler geçip çalışma yılımın dolmasına yakın bir zaman diliminde ise abim başka bir iş kurmuş, 3-4 eleman işe almış, kardeşimle beraber oraya geçmişlerdi ama bana kimse bir şey dememişti. Bana garip gelmişti. Aklım durumu tuhaf bulmuş ve kendi kendime oturup bir durum değerlendirmesi yapmıştım. Küçük aklımın değerlendirmeleri sonucu olarak "şimdiye kadar ailemin işi diyerek çalışıyordum, ama artık ailemin işi değil. niye başkasının yanında çalışayım ki? üstelik ailemin kurduğu işe de başka elemanlar alındı, ben niye çalıştırılmıyorum  ve hatta ben biye başkasının işinde çalıştırılıyorum ki. Ben o kadar değersiz, o kadar işe yaramaz biri miyim? bu yapılan haksızlık. eğer illaki başkasının yanında çalışacaksam, gider uzak bi yerde çalışırım" diye kendi kendime atarlanmış, ertesi gün ise işi devrettiğimiz adamların şöföründen 60 TL borç alıp, kimseye bir şey demeden İstanbul bileti alıp tekrar İstanbul'a dönmüştüm.

Bu sefer daha öncesinden İstanbul deneyimim olduğu için artık yabancısı sayılmazdım. Hemen Adanalı Abla'ya gidip onlarda kalmaya başladım, bi kaç gün sonra Mor Kedi Cafe adlı bir gay cafe'de garson olarak iş buldum ve aylar hızla akmaya başladı.
Cafe'nin sahibi şişko bi lezbiyendi ve daha sonra beni parasını çaldığımı iddia ederek, diğer elemanların benim asla öyle bir şey yapmayacağımı söylemelerine rağmen işten attırmıştı. Para çalmadığım için, işten çıkarmak istemesinin gerekçesi olarak bi yalan bulmak zorunda olan ŞİŞKO Lezbiyeni çok da kafaya takmadım ve kafamdan da sildim. (Neyse bunu geçeyim ve kaldığım yere döneyim.)

Adanalı Abla'da kalmıyordum ama sık sık görüşüyor, hatta bazen gidip onlarda kalıyordum. Kalıcı olarak ise cafedeki garsonlardan birinin evinde ücretsiz kalmaya başladım ve zaten o dönem askerliğim de yaklaştığı için o da bunu sorun etmedi.
Ama nedense ondan kaldığımda iyi anlaşsak da, hep huzursuz ve rahatsızdım. Çünkü bu garson cafe'ye gelen veya internetten tanıştığı veya o dönem bizim beraber takıldığımız TekYön'de tanıştığı yaşlılarla bi şekilde anlaşıyor ve para karşılığı birlikte oluyordu. Yani hem para karşılığı götünü siktiriyordu, hemde beni de yavaş yavaş böyle şeylere sürüklemeye çalışıyor gibi hissetmiştim. Çünkü para aldığını saklamıyor ve "insan sevdiği, zevk aldığı işi yapmalı" minvalinde söylemleriyle de kahkahalarını sürekli patlatıp duruyordu.
Doğrusu göt onundu, ne yapacağı sadece onu ilgilendirirdi ve bende bu yüzden bu konuya takılmıyordum. Hem gidecek bir yerim yoktu, hem param yoktu, hemde şimdi başkasının götünü nasıl ve neden siktirdiği nedenleri yüzünden ortalığı karıştırmaya gerek yoktu.
Ayrıca insan olarak iyi biriydi, bana zararı dokunmazdı. Varsın götünü satmaya devam etsindi, ama bana da aşılamaya çalışması biraz rahatsızlık vermiyor da değildi.
Acaba ne yapmalıydım, ne yapacaktım derken askerlik durumlarım geldi çattı ve zaten paramda bitti. Hatta yol param bile kalmamıştı. Askere gidiş yol parasını ise şöyle buldum:

Yazı başlığı: Her İbne Asker Doğar!!

Herkesin hayatında mecbur kalıpta, sonucu kendisini mutlu etsede, etmesede bi karara vardığı an olmuştur. O karar içine sinsede, sinmesede o kararın gerektirdiklerini yapmak zorunda kalmıştır. Çünkü o an, başka bir çıkış yolu ve o mecbur kalıp aldığı karardan başka onu kurtaracak hiçbir şeyi yoktur. Benim için askerlik  kararı da sanırım hayatımda mecbur kalıp aldığım kararların en iyisi olmuştur. Oysa ben askerlik yapıp yapmadığımı soranlara bile yapmayacağımı söylerdim. Çünkü ibnenin  tekiydim ve götümü siktirip rapor almayı düşünüyordum. Hani böylece her türk asker doğar saçmalığına, kendi hayatımda bir son verecektim. Ama ne oldu her şey insanoğlunun planladığı gibi gitmediği için, bu söylemlerimde boşa çıktı ve ben aç, susuz, evsiz kalınca, askerlik adeta cennetim oldu.


Askerlik cennetim olmuştu, ama cennete gitmek hiç de kolay olmamıştı çünkü devletin beni askere alırken yol parası diye ödediği para, anca bir iki defa umumi tuvalete sıçtığımda biten miktardaydı. Ailemden de alamadım. Çünkü aileme döndüğüm zaman, ailem bana ‘’o kadar dolandın, şimdi askerlik dönemin geldi de bize mi dönüyorsun?’’ dediler. Ailemin bu sözleriyle yıkılmadım, çünkü zaten o güne kadar beni  ayakta tutan onların sözleri olmamıştı. Aslında onların gözünden dönüp kendime baktığımda haklıydılar.

Ama işte ne biliyim,  o günleri düşünüyorumda, gördüğüm tek şey çok çaresiz olduğum ve askere gitmek için bilet alacak paramın bile olmayışı, beni bi tek ailemden yana umutlandırmıştı. Aslında umutlu değildim mecburdum. Hani ne olursa olsun, yinede ‘’sen bizdensin, atsan atılmaz, satsan satılmaz cinstensin’’ diyeceklerini umuyordum. Bu kadar saftirik, bu kadar gerizekalıydım.Yoksa gözümün yaşına bile bakmadan siktir çekeceklerinin farkındaydım. 


Dedimya; bi umuttu benimkisi. Hani Nasrettin Hoca’nın bir fıkrasında vardırya ‘’ya tutarsa’’ bende öyle düşünmüştüm. Ya tutarsa diye bi umut aileme el açtım. Ama el açmam bi boka yaramamıştı, o melul zavallı halimi takınıp karşılarına çıktığımda, siktiri basmışlardı. Siktiri yediğim zaman taştan bir puta dönüp, kala kaldım. Artık hiçbir şey umrumda değildi.Ailevi değerlermiş şuymuş, buymuş hepiniz siktirin ordan.


 Zaten onları görmeye gittiğimde, hiç kimse sevinmemişti, sadece sevinmiş gibi yapmışlardı. Çünkü rol yapmak konusunda ailecek çok başarılıyız, sanırım bende bundan fazlasıyla nasibimi aldım.  Oysa evde dışardan bakıldığında kocaman bir sevinç havası vardı. Evin çılgın, kopuk, kendi başına buyruk çocuğu eve dönmüştü. Hatta dışardan bakanlara göre eve döndüğüm için, sevinçten havaii fişekler patlatılıyordu. 


Oysa durum hiçte böyle değildi, sadece dışardan görünmeyen ve evdekilerin büründüğü bir matem havası vardı. Zaten onlara göre ben,  kendi hayatını yaşamaya çalışan şu gerizekalı, askere gidiyordu ve parası bitince eve dönmek zorunda kalmıştı. Evet haklıydılar, tüm bunları gezip tozarken düşünmeliydim. Bir şey demedim, tartışmaya gerek yoktu zaten. Çünkü beni ilk olarak kendilerinden görmeyip ayırdıklarında sessiz kalmıştım şimdi kalkıp ne diyebilirdimki?  Zaten şimdi koparacağım fırtınanın hiç kimseye yararı olmayacaktı. Sadece herkes benden biraz daha nefret edecekti o kadar. Evde olduğum o bi kaç gün süresince herkesin yüzü birbirine asıktı. Adeta birbirimizin anasını sikmişiz de, o yüzden öfke doluyduk birbirimize karşı.Hatta sırf bu yüzden, birbirimizin yüzüne bile bakmıyorduk.


Sonra baktım bu soğuk rüzgarların dineceği yok yok, evden tekrar ayrılmaya karar verdim. Ama kararım yersizdi. Çünkü cebimde beş kuruş  para yoktu. Son paramı aileme dönerken harcamıştım. Evde altı üstü bir hafta kaldım ve bir hafta sonrasında ablamdan, varsa bana bi miktar para vermesini istedim. Oda sadece 50 tlsi olduğunu söyledi ve getirip verdi. Ablamı tanırım, çok iyi kalpli, çok iyi düşünceli ve elinden geleni yapan biridir. 50 tlsi olduğunu söylediyse doğru söylemiştir. Zaten çalışmıyordu başka parası olamazdı da. 50 tlyi verdiğinde gitmek için aldığımı biliyordu. Hiç sesini çıkarmadı. Evdeki huzursuzluğun farkındaydı, parayı verirken gözlerinde adeta gitmeme razı olmaktan başka seçeneği yokmuş gibi bir bakış takınıp parayı vermişti. Parayı verdiğinde gözlerinin dolduğunu hatırlıyorum, ama oda başka seçeneğim olmadığını biliyordu, buna rağmen sırf benim kendimi iyi hissetmem için gülümsediğini hiç unutmam. O an, şimdi gibi hala aklımdadır...


 ...Ablamın, o an beni rahatlatmak için, zoraki olarak ortaya çıkardığı ve gittikçe büyüyen gülümsemesi, hayatımda gördüğüm en içten gülümsemelerden biri olmuştu. Zaten gülümsemesinden başka yapacağı hiçbir şeyi yoktu. Çaresiz, bana ışık olmasını umud ettiği bir gülümsemeydi o.  Parayı alırken bende o rahatlasın, bir sorunum olmadığını, kafamın rahat olduğunu düşünsün diye gülümsedim.


 Bide ablamdan parayı alırken ‘’çarşıya gidiyorum, bi ihtiyacın var mı? sanada alıyım’’ dedim ‘’yok saol’’ dedi. ‘’tamam, ben çıkıyorum. Parayı bi kaç güne kadar sana geri öderim’’ dedim. Böyle söyleyerek aslında onun yanıldığını, bi yere gitmeyeceğimi ifade etmeye çalışıyordum. Oysa yanılmıyordu. Parayı aldıktan birkaç saat sonra hiç kimseyi görmeden şehirler arası yolculuk yapan araçların kullandığı yola çıkıp İstanbul otobüsüne bindim. Otobüse bindiğimde kendime baktım da, sahip olduklarımın envanteri; kemik yığını üzerindeki beş para etmez bedenim,  onun üzerinde ise siyah kot ve tişörtüm vardı...


Yol parası o zaman için 35 tl tutmuştu ve cebimde yalnızca 15 tl kalmıştı. O 15 tl yi harcamamalıydım ve bunun içinde otobüste dağıtılan çay, kola, tost, bisküvi ne varsa hepsinden 2şer tane alıp tıka basa doymaya çalışıyordum. Evden tekrar ayrılmıştım, gidecek tek bir yerim vardı, oda ardahanlı bir arkadaşımdı. Kocasından boşanmış,  3erkek 1kız çocuğuyla adeta yaşam mücadelesi veriyordu. Sanırım yer yüzünde hiç konuşmadan, sadece gözlerime bakarak ne dediğimi anlayan tek varlık 55 yaşında tombiş bi kadındı.


Bazen O’nun Dünya’ya; kendisi hiç kimseye çaktırmadan acı çekerken, diğer acı çekip akşama kadar söylenenleri teselli etmesi emredilmiş bir görevli olarak gönderildiğini düşünürüm. Beyoğlu’nda küçük bir tezgahı vardı ve o tezgahta incik boncuk satardı. Ama kaliteli incik boncuk alacak parası olmadığı için toptancılardan sadece satılmayan ve kıyıda köşede kalmış, bu yüzden ucuz olan şeyleri alıp satmaya çalışırdı. Kazancı günlük ihtiyacını anca karşılardı. Kirası, çocukların masrafı derken parası hiçbir şeye yetmiyordu. Halinden hiç bir zamanda şikayet etmezdi. Bazen ona bakıp nasıl bu kadar sessiz kaldığına hayret ederdim. Hani kalkıp üstünü başını yırtmasını beklemiyordum ama, en azından yaratıcısına da bu yaştan sonra artık bi isyan bayrağı çekmeliydi diye düşünürdüm. Ama yok, hiç bir zaman şikayet etmezdi ve üstelik ima ettiğim zaman şıp diye anlayıp "Boş ver oğlum, her şey olur biter, gelir geçer ammmman" derdi. Tüm sıkıntılarına rağmen hiç söylenmezdi. Geçim sıkıntılarının üstesinden nasıl geldiğini görüyordum. Ama bu kadar ağır bi yükün altından kalkmak kolay değildi. Emin olamasamda, sanırım paraya çok sıkıştığı zaman tezgahının olduğu caddenin 2 alt sokak altında para karşılığı bedenini satıyordu...


Tamam bedenini satıyordu lafı biraz hafif kaldı, ama ona orospu demek içimden gelmiyor. Ona oruspu diyemem ki ben, çünkü onu annem olarak görüyordum. Aşık olduğumda, biriyle çıkmaya başladığımda veya biriyle çıkacaksam gelip ona anlatırdım. O beni hep dinlerdi, hiçbir zaman beni dinlememezlik etmedi. En kötü anlarımda ‘’bunları yaşaman gerekiyordu yaşadın’’ derdi. En güzel olduğunu düşündüğüm anlarımın başlangıcında ise ‘’Güzel, bu sefer her şey istediğin gibi olur inşalla oğlum’’ derdi.


İşte bu ve kendi annemden bile görmediğim o beni sahiplenme duygusu sayesinde  ona oruspu demek istemiyorum. Eğer dünyaya gelirken annemi seçebilecek bir şansım olsaydı, kesinlikle hiç düşünmeden onu annem olarak seçerdim. Ondan başkası annem olamazdı ve o bana öz annemden bile daha yakın oldu. Eğer ölümden sonra yaratıldığım zaman, annemden gidip helallik istemem söylenirse, beni dünyaya getiren annemden önce gidip ondan helallik isterim. İşte bu kadar, onu seviyorum…


Neyse işte  istanbul’a tekrar döndüğümde, cebimde sadece 15  tl vardı ve askerliğime sadece bir hafta kalmıştı. Gidecek yer olmayınca ardahanlı annemde kaldım. Gündüz yapacak bir şey yoktu ve bi an önce gece olsunda yatıyım, böylece bi gün daha geçsin diye düşünmekteydim. Artık mecburi bi "asker olmak" hevesi sarmıştı götümü. Bunun nedeni ise çok basitti, çünkü askerlikte kalacak yer sorunum, yemek sorunum olmayacaktı. Ardahanlı annemde ise zaten para yok, kendi çocukları bile sırf ona yük olmamak için doğru dürüst eve gelmiyorlardı. Kendi çocukları bile, ona yük olmamak için böyle yaşarken, ben neden yük olacaktımki??


Sabahları evin en küçüğünü, evin beyini  ben okula götürüyordum. Çok da fırlamaydı, hiç uslu durmaz sürekli sokakta diğer çocuklarla oynamak için bahaneler üretirdi. Onu okula bıraktıktan sonra bende öğleye kadar sokaklarda dolanıp tekrar eve geliyordum. Bazen eski ev arkadaşlarımı özlemiyor değildim, özlediğim zaman gidip görmek istiyordum ama onlarında arası açılmıştı ve biri işsiz kalmıştı. Onlarla  görüşemezdim. Bende eve gelip nete takılıyordum.


Yine bi gün evde oturmuş nette dolanırken, bir sohbet odasında biriyle konuşmaya başladık. Adını unutmadım, çok iyi hatırlıyorum. Zaten hiç unutamayacağımda. Ama adsız olmasın Hakan diyelim biz ona. Tatlı biriydi, hoş bi havası, insanı kendine alıştıran bi muhabbeti vardı. Neyse işte, sohbet odalarında Hakan’la tanıştık, msn de ekleştik ve bir iki günlük sohbetin ardından ona ‘’bu hafta sonu askere Kütahya’ya gidiyorum’’ dedim. O da bunun üzerine ‘’senin için de uygunsa  Cuma günü buluşalım, yoksa bi daha görüşemeyiz’’ dedi  ‘’tamam’’ dedim ve ertesi gün buluşacağımız yeri belirledik. Bir semtte Ender mağazasının önünde buluşmaya karar verdik ve çıktım...



Yazı başlığı:
H
epimiz orospuyuz! Tek farkımız bahanelerimiz.

...Buluşma yerine tam saatinde geldim. Öyle cadde üzerinde durmuş, etrafa mal mal bakınıyorum. Aradan bi on dakika falan geçmişti ki ömrümde ilk defa gördüğüm 2 kapılı bi mercedes, önümde durdu. Camı açıldı ve ben araçtaki hafif tombulumsu herifin adres sormasını beklerken, onun yüzümdeki mal ifadeyi görüp, bana şaşırdığını fark ettim. O anda gülümseyerek adımı söyleyip ‘’binsene’’ demesiyle kendimi bi pamuk gibi arabanın koltuğuna attım. Ama arabaya nasıl oturdum varya. Hiç rahat değilim, nefes alsam araç kirlenecek diye doğru dürüst nefes bile almamaya çalışıyorum. Böyle sanki cansız bi manken gibi donuk bi şekilde oturuyorum. Hatta hareket etsem, bi yer çizilecek ve ardından adam buna karşılık  bedenime el koyup, ömür billah götümü sikecek diye ödüm kopuyor.


Sonra zaten dayanamadım ve ‘’bune ya, doğru dürüst bi araban yok mu?’’ diye söylenerek patlayıverdim. Oda kahkahayı kopardı ve ’’yok, şimdilik bu vardı. Ne o beğenemedin mi?’’ dedi. Bende ‘’beğendim, beğenmesine ama çok cikssss, bi yer çizilecek diye korkumdan rahat oturamıyorum, nerdeyse nefes alamıycam’’ dedim. Oda ‘’yok yahu rahat ol, araba senin sikine kurban olsun’’ deyip piç piç güldü. Ama ben hala bi yer çizilecek diye tırsıyorum. Nerdeyse korkudan ödüm götümden çıkacak.  Oda bu halimi farkedip ‘’boşver, rahat ol’’ dedi ve radyoyu açıp ‘’şurdan güzel bi müzik aç da, dinleyelim’’ ekledi. Bende böyle ağır ağır elimi attım 80 yaşında, ruhu osurduğu an götünden osuruğuyla beraber çıkıp gidecek yaşlılar gibi parmaklarım tir tir titrerken radyo kanallarını geziyorum. En son bi tane radyo kanalında ‘’seninde hoşuna gittiyse dur bu kalsın’’ dedi. Durdum, çalan şarkı o günün ünlü parçası Dale Don Dale'ydi. İkimiz beraber gülmeye başladık ve bu arada bi otoparka girdik.


Aracı durdurdu, benim askere gidişimden, onun iş hayatına kadar, sağdan soldan falan biraz konuştuk. O küçük sohbetten sonra, araçtan inip park yerini işleten adama doğru gittik ve cebinden 10 tl çıkarıp adama uzattı. Ama adam zaten Hakan’ı gördüğü andan itibaren havalara girmişti. Biz yanına gittiğimizde nerdeyse Hakan’a sokak ortasında fermuarını açıp saxo çekecek. Sanırım arabanın havasından olsa gerekti. Böyle bi hürmet bir hürmet, ben ömrümde böyle bir şey görmedim. Neyse biz adamın hürmetinden fırsat bulup ordan ayrıldık ve alt sokakda bi apartmana girdik. Asansöre bindik çıkıyoruz, ben hemen konuya girdim ‘’bak benden fazla bir şey beklemeyeceğini biliyorsun değilmi? Sadece sevişiriz o kadar, başka bi sikim için öyle zormalamak üstüme gelmek falan yok değil mi?’’ diye sordum oda ‘’evet evet, sadece sevişeceğiz’’ deyip sırıttı. Rahatlamış bi şekilde gülümsedim ve dudaklarına yapıştım...


O gün için 40 yaşında, esmer, benden 3 cm falan anca uzun, hafif seyrek saçlı, tombulumsu, kirli sakallı, üzerinde mavi bir kot ve beyaz bi tişört vardı. Asansör durduğu anda ayrılıp birbirimize piç piç gülümsedik ve inip eve girdik. Ev koyu tonlarda bir renge boyanmıştı. Sanırım kırmızının çok ağır bir tonuydu. Çünkü evi hatırlamaya çalıştığım zaman aklımda dairenin boğuk, hatta eşyaların bile o rengin içinde kaybolduğu hissi uyanıyor. Diğer odalardan birinden ses geliyordu ve Hakan bunun üzerine, bu evin bi doktor arkadaşına ait olduğunu söyledi. İçerde olan da doktordu televizyon izliyormuş. Ardından yatak odasına girdik ve anında öpüşmeye başladık.


Ama nasıl öpüşüyoruz varya, sanki günlerdir çölde susuz kalmışız da, suya kavuştuk kana kana içiyoruz. Zaten bi yarım saat sonra falan susuzluğumuz geçmiş, artık zoraki su içmekten çatlayacak gibi olmuştukki boşalıverdik : )) sonra durduk sarıldık birbirimize ve konuşmaya başladık. Evli olduğunu söyledi, hımm demekle yetindim. Bir de çocuğu varmış 4 yaşında. Yine hmm demekle yetindim sonra sağdan soldan konuştuk ve ben dayanamayıp neden evli olmasına karşın erkeklerle beraber olduğunu sordum. Oda "evliliğinin bununla alakası olmadığını, eşini ve çocuğunu çok sevdiğini ama bir erkekle yatmanında farklı bir tadı, inanılmaz bir keyfi olduğunu" söyledi "iyi güzel öyleyse" dedim. Nedenini bilmiyorum ama, o gün için evli olduğunu öğrendiğim andaki huzursuzluğum, bu cevabının ardından biraz geçmişti ve içimi azda olsa rahatlatmıştı. Biraz daha muhabbet edip giyindik ve hemen ardından çıktık.


Aşşağı indiğimizde, ben "işimiz bitti, hadi kendine iyi bak" gibilerinden vedalaşma havalarına girdim ama O "Gel ben seni bırakırım" dediğinde teklifini ikinci defa yapmasına fırsat vermeden kabul ettim. Arabaya bindik yine diken üstündeyim, yolda huzursuzluğuma bakıp "rahat ol, rahat ol" deyip duruyordu. Biraz daha ilerleyince cebinden bi miktar para çıkardı ve bana uzattı. Önce neler oluyor gibisinden dönüp sakin sakin yüzüne baktım. Bir şey demedi. Sonra beynimde şimşekler çakıp olayı kavrayınca, sinirden gözlerim yerinden fırlamış halde tuhaf tuhaf yüzüne bakınmaya başladım. O'da tipimden bozulduğumu anlayınca  " al şunu ihtiyacın olur, bizde adettir askere gidene yol harçlığı verilir" dedi. Ama ben hepten tutuldum hiçbir şey diyemedim. Böyle boğazımdan  bir iki cümle çıksın cevap veriyim veya olmadı kem küm diyebileyim diye uğraşıyorum ama olmuyor. Dilim tutulmuştu, nefes bile alamıyordum. Hayatımda böyle bir şeyle, ilk defa karşılaşıyorum. Bugüne kadar, kendime erkeğin oruspusuyum diye hep söylerdim ama onlarca kişiyle yatıp kalkmama rağmen hiiç para almışlığım olmamıştı ve zaten böyle bir düşünce aklıma bile gelmemişti...


Ama şimdi bi kaç gün önce tanışıp, bugün altına yattığım adam elindeki parayı bana doğru uzatmış ve durmadan "al al" diye ısrar ediyordu. Bende aşşağlandığımı düşündüğümden dolayı kaşlarımı çatmış, dudaklarımı amcık gibi büzmüş ona bakıyordum. Bi yandan da, içimde bir ses;  

"Al lan parayı! ne olacak ki? Parayı alınca oruspu mu olucaksın? Onca adamın altına yatarken ne boktunki, şimdi bu parayı alınca adın değişsin? Hem kim bilecek para aldığını? Sen kimseye söylemezsen kim bilecek? Gerizekalı askere gidiyorsun, cebinde beş kuruş paran yok, yol parasını nerden bulucaksın, ardahanlı annenden mi isteyeceksin? O nerden getirecek, tezgahından mı? Yoksa eski ev arkadaşlarında mı alacaksın? Yoksa kendi ailenden mi? Haaa söyle aptal herif, neyine güveniyorsun, kimin varki?"


İçimdeki ses gittikçe yükseliyordu, ses yükseldikçe ben koltuğu çizme korkularını aşıp, iyice gömülüyordum. Parayı alırsam para karşılığı yatmış olucaktım. Buda kaltak, olduğumun imzası demekti. Oysa hayır hiç böyle bir şey yapmamıştım ve para kazanmak için sex yapanları normal karşılasam bile, bunu kendime asla yakıştırmamıştım. Hiç böyle bir düşünce aklıma gelmemişti. Yüzüm pancar kızarıklığında, nefesi götümden alıp veriyorum, gözlerim kızgınlıktan dolayı pörtlemiş bi şekilde kinle ona bakıyor ve oda habire al al diye ısrar ediyordu.


Sonra "al al bizde adettendir" laflarına yenilerini ekledi ‘’ayıp bir şey değil bu ve sende sırf yattık diye veriyorum sanma’’ bu ve buna benzer birkaç cümle daha ekledi. O anda Galata Köprüsü'ne gelmiştik ben rica eden ezik ses tonunda "beni şurda indirir misin?" diyebildim...

Yavaşlayıp aracı kenara çekti ve "al bunu için rahat olsun" dedi. Yüzüne bakmadan elindeki parayı aldım.
Almak zorunda olduğumu içimden kendi kendime fısıldayınca, burnuma sanki bir yanık kokusu geldi. Resmen burnum bi koku alıyordu, canım yanmıştı sanki. Sonra gözlerim tam dolacakken sadece
 "saol" deyip indim. O aynadan bana bakarak, sadece bi an gülümsedi  ve başını hafifçe öne eğip gözlerini sorun yok anlamında kapatıp açtı siktir olup gitti. Bende parayı cebime attım ve köprüde balık tutmaya çalışanlara bakıp içimden kendimle kavga etmeye başladım.


Tek bir gerçek vardı ben artık bi orospuydum, hatta sadece orospu değil dünyadaki gelmiş geçmiş en büyük  oruspuçocuğuydum da. Diğer insanların çoğu da sırf ihtiyaçları olduğu için götlerini siktirmiyorlar mıydı? Ne farkım vardı ki? Tek farkımız bahanelerimizdi. Onun dışında hepimiz aynı bok değil miyiz? Sonra köprüde orospu olduğumu kabullenip yürümeye başladım. Ardahanlı annemin evine geldiğimde akşam olmuştu uyudum ve sabaha kadar yataktan hiç çıkmadım. Bi an önce cumartesi olsun atlayıp gidiyim bu siktiğimin şehrinden diyordum. Çünkü kolay yoldan para kazanmanın tadını alırsam, çok geçmez sadece göt sikmekle kalmayıp, götümü de siktirmeye başlardım diye korkuyordum. Bunu sırf espri olsun, sırf laf kalabalığı olsuın diye söylemiyorum, o gün için kendimden o kadar çok korkmuştumki, eğer askere gitmezsem çok kalmaz bi kaç aya kadar para karşılığı her önüme gelenle yatıp kalkmaya başlardım…


Ve nihayet Cumartesi oldu.  Gidip Gümüşsuyu’ndaki acentelerden birinden 35tlye biletimi aldım. Geriye cebimde 25 tl kalmıştı. Öğleden sonra 13:00 de kalkıyordu araç. O zamana kadar İstiklal'de birkaç tur attım, eski ev arkadaşlarımı aradım ve adeta götümden konuşurcasına boğuk bir ses tonuyla helallik istedim. Ammına koyım sanki savaşa gidiyordum. Sanki ilk defa askerlik yapan tek ben mişim gibi bir ruh haline bürünmüştüm. Böyle telefonda vedalaştık, sonrada ardahanlı annemin yanına gittim. Biraz lafladık, sonrada biletimi aldığımı ve gideceğimi söyledim. "Oğlum böylemi gidiyorsun, bişi almıycak mısın?" dedi. Ben de "Ne alıyımki, orda ne alınacaksa alırım." dedim. "Paran var mı ki?" dedi. İşte sormamasını umut ettiğim soruyu sormuştu. Soruya nasıl bi cevap vereceğimi şaşırdım, oysa sadece evet demem gerekiyordu  ama ben evet bile diyemiyordum. Belki cebimdeki paranın varlığından utanmıştım, belki başka bir şey. Bilmiyorum işte tutuldum kaldım. Sonra güç bela yutkundum ve "var var" deyip cebimde kalan 25 tl yi gösterdim.


Çünkü göstererek ikna etmesem, cebimde para olduğuna asla inanmazdı. Konu uzamasın, bi an önce bu sahne bitsin diye ısrarına gerek kalmadan ben göstermeliydim. Parayı görünce "iyi hadi bakalım" demekle yetinirken gözlerimin taa en içine, sanki benim bile göremediğim, benim bile farkında olmadığım en derinlerime baktı. Elini öptüm kendine iyi bak olur mu dedim. O'da bunun üzerine büyük bi kahkaha patlattı sonrada ‘’ayy salak bana kendine iyi bak diyene bak , sen kendine iyi bak oğlum, bir şeye ihtiyacın olursa muhakkak ara, seni seviyorum unutma olur mu?’’ dedi  ‘’tamam, saol’’ dedim ve ayrıldım.
Saat zaten 13:00 e geliyordu. Yolda ağlaya sızlaya acenteye gittim. Acentedeki görevli, en kibar halini takınmış, adeta durumumu biliyormuş da beni kırmamaya çalışarak çantanız, herhangi bir eşyanız varsa teslim alalım dedi. Bende gülümseyerek olmadığını söyledim. Aradan bi kaç dakika geçtikten sonra acentenin servis aracı geldi binip otogarda bizi bekleyen aracımıza götürdü. Araç hareket ettiğinde herkes yerini almıştı. Sonra tıngır mıngır Kütahya’ya doğru yol aldık ve bir kaç saat sonra vardık.


Kütahya'ya vardığımda çarşıymış şuymuş buymuş falan hiç oyalanmadım. Gidip birliğime teslim oldum. Etraftaki askerlerin hepsinin omzunda, elinde kolunda onlarca çanta valiz falan filan kaynıyordu. Bende nerdeyse üstümdeki kot ve tişörtü de çıkarıp, çıplak bi halde  gelecektim. Sonra işte kimlik zart zurt sorulunca ehliyetimi, kimliği çıkardım, kağıdımı falan çıkarıp verdim ve içeri aldılar. (Bu arada askerden 1 yıl önce çay ocağında çalıştığım dönemde ehliyetimi almıştım,  şans buya askere de şoför olarak gidiyordum.)


Her neyse işte etraf ana baba kaynıyordu. Oğlu için ağlayan sızlayan analar babalar, kardeşi için ağlayan genç kızlar, genç erkekler, ağabeyler falan. Asker adayları nizamiyeden içeri girmeden önce son kez aileleri tarafından sımsıkı kucaklanıp, sarmalanıyorlardı. Durup onlara baktım, sanırım biraz kıskanmıştım ama gülümsemekten başka yapacak bir şeyim yoktu. Orda öyle dikilip, etraftaki curcunaya bakıp gülümseyebilmek; kendi kendine "acı yok roky, acı yok" demek gibi bir şeydi.


(not: aşağıdaki yazı, diğer yazıdan devam ediyor)
….Ben askerdeyken ise 2.numaralı abimin işi devredip, yinede çalışmamı istediği iş yerinin ise benimle beraber çalışmamı istedikleri şöför tarafından, şimdinin parasıyla 300BİN tl gibi bir meblağda dolandırıldığı olayını, Babamın ölümüyle izne gittiğimde öğrendim.
Bunu öğrendiğimde bi rahatlık-ferahlık, işi bırakıp kaçmış olmakla bi yanlış yapmamış olma özgüveni geldi banaki anlatamam. Çünkü eğer bende o işte o şöförle çalışmaya devam etseydim, dolandırılma olayı benimde üzerime de yapışacaktı, geçmişi sürekli evden kaçan biri olarak temizlememde zor olacaktı.
Neyseki ben işin devredilmesinin hemen ertesi günü çekip gitmiştim ve kimse bana bir şey diyemiyordu.
Ama tabiki 2 yıl sonra, 2numaralı abim "şöför sana 100 TL vermiş" demekten geri kalmamıştı. Neyseki sadece 100 TL'lik hırsızlık yapmıştım. Geri kalan binlerce liradan ise sorumlu değildim.
Ya birde kafamın dikine gitmeyip, uslu bi çocuk gibi çalışmaya devam etseydim neler olacaktı?
Çok şükür durum bununla kapanmış, bende kaçışlarımı zaten askerlikle taçlandırarak sonlandırmıştım.
Zaten askere gitmeyip ne yapacaktım ki? Sokaklarda para karşılığı götümü siktirmeye başlayacak olmaktan ölesiye korktuğum o günlerde, askerlik bana sıcak bir yuva oldu. Hemde sımsıcak.
Üstelik yemeğim, yatacak yerim vs gibi şeylerim de dert değildi.


Evet, parasız sevişiyordum ama sırf sevişmiş olmak için sevişsem bile, sırf birbirimizi beğendiğimiz, sırf birbirimizden hoşlandığımız için sevişiyorduk. Üstelik bu bizi kötü hissettirmiyor, ne yaptığımızı biliyorduk. Bazen kafamız karışıyor, sevişme sonrasındaki günlerde birbirimizden köşe bucak kaçtığımız oluyordu ama bi kaç gün sonra yine sevişerek olayı kendimiz için normalleştiriyorduk.


Şimdi düşünüyorum da; aslında askerliğin, biseksüelliğimi normalleştirmemde çok katkısı olmuş. Hemde çok fazla. Üstelik erkekleri beğendiğimi kimseden de saklamıyordum ve bu konuda cırtlak olmasamda, aslında gayet gay hayatımı da yaşamaktan geri kalmıyordum.

Şimdi dönüp bakınca, güzel bir askerlik hayatım olmuş. 



————

Daha erken zamanlara dönerek devam edecek olursam, olaylar şöyle gerçekleşmişti:

Henüz 19 yaşındayım. Çalışmakta olduğum eski ortak aile işimiz, yeni bir iş kurulunca devredildi ve hiç kimse bana bir açıklama yapmadan o işte devam etmemi beklediler.

Çok kırıldım, ama kimseye çaktırmadım.

İşin devir kısmının tamamladığı ve artık bizimkilerin tamamen yeni işe geçiş yaptıkları gün, hâlâ bi umudum vardı ve bana "gel çalış" diyeceklerini bekliyordum ama kimse bir şey demedi. Beklediğimle kalmış bi haldeyken, kendimi çok daha kötü hissettim ve bana "gel, yeni işte çalış" denilmek bir yana, sanki yokmuşum gibi davranıldı, davranılmaya devam edildi. Kimseye bir şey demedim, huzursuzluk çıkmasın diye mecburen sustum.


Kendimi o gün çok çok çok çok çok çok ama gerçekten çok kötü hissetmiştim. Sanki işe yaramazın tekiydim, sanki aileden değil konu komşudan biriydim gibi davranılmıştı. Üstelik kendi işimize 3-4 eleman alınmış, ben ise başkasının yanında eleman olarak çalışacaktım. Bu haksızlık, yok sayılmak, sıfır olduğumu yüzüme çarpmak değil de neydi, bu hareket; benim onlar tarafından sebepsizce çemberin dışına atılmam değil de neydi.

Ama yine de kimseye hiçbir şey demedim, kimseye kızmadım, bağırmadım, çağırmadım. Sessizce ne yapacağımı düşündüm ve çözümü buldum:


...Zaten kızsam, bağırsam, çağırsam bile yine de bir şey değişmeyecek, hatta bağırıp çağırarak olay çıkardığım için, huzursuzluk çıkartan kgötünün teki olacaktım. Bu yüzden kavga ederek kötü olmaktansa, kavgasız-gürültüsüz bi şekilde kötü olmaya karar verdim ve "illa başkasının yanında çalışacaksam, istediğim yerde de çalışabilirim" diye düşünerek, bizimkilerden kimseye bir şey demeden, ertesi gün ilk otobüse atladığım gibi İstanbul'un yolunu tuttum.
İstanbul'a vardığımda da, bi kaç gün sonra Beyoğlu'nda şişko bi lezbiyenin işlettiği Mor Kedi adlı bi leş gay kafe'de garson olarak iş bulup, bir kaç ay çalıştım.

Tabii bir garson için günler hızlı geçerdi. Bende bir garson olduğum için günler hızlıca geçip gitti ve askerlik zamanım gelip dan diye çattı. O zamanlar benim için yapacak en iyi şey de askere gitmekti. Çünkü ücretsiz yatacak yerim, ücretsiz 3 öğün yemeğim vs olacak ve üstelik bunların karşılığında yapmam gereken tek şey sadece herkes gibi verilen görevi yapmaktı. Görev de ne olacaktı ki? Savaş yok bir şey yok. En fazla çöp toplama, şöför olarak komutanları gezdirmek, subay karılarının güzellik uykularının bölünmemesi için, lojmanlardan birinin altındaki kulübede nöbet tutma olaylarım olacak diye düşünüyordum. Nitekim bir kaç gün sonra gittiğimde de farklı bir şey olmadığını da gördüm.

Tabii dan diye gitmedim. Öyle ortadan yok olmuş gibi gitmiyeyim, gidip bizimkileri görüp sonrasında askere gideyim diye memlekete gittim.
Amacım gerçekten sadece onları görmekti. Ama 2numaralı abim beni ilk gördüğü anda bana "askerlik zamanın geldi, paran yok diye geldin değil mi" dedi. Oysa bu cümlesi yerine birbirimize sarılıp helalleşiriz diye düşünmüştüm. Hiçbiri olmadı, tek bir şey bile demedim. Öylece taş kesilmiş bir şekilde bir kaç dakika boşluğa bakındım, sonrasını hatırlamıyorum. Üzerinden yıllar geçti zaten, o andan sonrasını o an dahil olmak üzere unutmuşum.

Ama hatırladığım şey şu ki; gerçekten öyle bir beklentim yoktu. Zaten askere gidecek kadar yol parasını da adamın biriyle sadece ama sadece sevişerek çok önceden bulmuştum. Buraya da biraz o parayla gelmiştim. Sadece bizimkileri görmek için ve tabii birazda "belki askere uğurlanırım" adlı düşüncemin sonucunu görmek için gelmiştim. Ama gelişim 2numaralı abim tarafından çok yanlış anlaşılmıştı.
Üzüldüm ve yapılabilecek olan tek şeyi yaptım. Yani gittim sokaklarda gezerek üzüntümü giderdim, önemli bir şey yokmuş gibi kendi kendimi iyileştirmiş olarak akşam saatlerinde eve döndüm. Duyduklarım yüzünden canımın sıkılmasını önledim ve bi kaç gün sonra da kimseye bir şey demeden çekip askere gittim.

Askerliğim mesleki olarak şöförlüktü. Bi kalem, siktiri boktan bir çer çöp parçasını almak için o an görevli olan komutanımla bilmem kaç km yol gidiyor, akşama kadar Ankara trafiğinde gezinip, sonra kalemi, çer çöpü alıp üsse büyük bir savaşta, tüm düşmanı alt etmişiz gibi geri dönüyorduk. Akşamları ise birbirimizi beğendiğimiz diğer askerlerle köşe kuytuda sevişerek rahatlıyordum.
Askerliğimin bilmem kaçıncı ayında, ailemin çalışmamı istediği devredilmiş olan işte çalışanların dolandırıcılık olayı patlak verdi. Meğer çalışanlardan biri şirketi dolandırmış, şimdinin parasıyla 300 bin TL gibi bi rakamı cukkalamıştı.

Dolandırıcılık olayını ilk duyduğumda çok rahatladım. Çünkü eğer sırf abimler istedi diye devredilen o işyerinde kalıp, çalışmaya devam etseydim, bu dolandırıcılık olayında bende hırsız ilan edilecektim ve hırsızlık olayının çoğu benim üzerime yüklenmiş olacaktı.
Oysa bir gün bile çalışmamıştım ve kendimce "iş devredildi, ama hâlâ benim de aynı şekilde çalışmamı istiyorlar. ben bu kadar işe yaramaz biri miyim ki, kendi işimizde değil, başkasının işinde çalıştırılayım?
hem başkasının işinde çalışacaksam gider cehennemin dibinde bir yerlerde çalışırım, burda niye çalışayım ki." diye uzun uzun üzülerek düşünnnnnnmüş, kendi kendime durmadan söylennnnnmiş ve derdimi de kimseye hiçbir şekilde anlatamayacağımı anladığımdan dolayı, cehennemindibi olan İstanbul-Beyoğlu'na kapağı atmıştım.

Üstelik devredilen işte çalışsaydım, şimdi ben askerdeyken patlamış olan dolandırıcılık olayının meblağı olan para miktarının yarısından çoğunu bizimkiler ödemek zorunda kalacaklardı. Çünkü işin hesabını kitabını ben tutuyordum ve güya elemanları da ben yönetecektim.

Üstelik geçmişi sürekli evden kaçan biri olarak, dolandırıcılık olayı ben çalıştığımda patlayacak olsaydı, hırsızlıkla ilgim olmadığını da kimseye anlatamazdım. Kimse bana yani evden sürekli kaçan birine inanmazdı. Ben bile kendime inanmazdım ya neyse...

Durum böyle olunca, dolandırılma sonucu kaybolan para bizimkilerden de sike sike çıkacaktı. 

Ama işte oyunu çoooook önceden hisleriyle görmüş olan allahın en sevgili ve akıllı kulu olan ben, evden kaçarak oyunu bozmuş, kendimi sadece ailemiz arasında kötü ilan ettirerek çekip cehennemin dibine gitmiş, tüm aileyi de çalınan paralardan, dolandırıcılıktan sorumsuz tutarak BİR ADET KOCAMAN iyilik yapmıştım.


Fakat dolandırıcılık olayından sonra bile kimse bana dönüp bir şey demedi, sanki hiç öyle bir şey olmamış gibi davranıldı, ben dolandırıcılık detaylarını hep başkalarından duydum, öğrendim, olay ise zamanla öylece kapandı gitti. Kaçak eleman ise hâlâ memlekete dönmüş değil. Paraları afiyetle yiyip bitirdikten sonrasından bu yana, sağda solda çalışarak günlük geçimini sağlamaya devam ediyormuş.

Üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen ailemiz arasında bu dolandırıcılık konusu ise konuşulmaz. Sanki hiç öyle bir şey olmamış, ben aslında çalışmayarak büyük akıllılık etmemişim gibi davranılır durur.

Zaten ailecek iyi şeylerin üzerinde durmayız (gerçi hangi aile duruyorki?) en ufak olumsuz şeyleri ise asla unutmaz, sorumlu kişinin suratına her zaman-her yerde ve her şekilde yüzüne çarpıp dururuz. 


Her neyse işte, işin benim askerde olduğum kısmına dönecek olursak; dolandırıcılık olmuş bitmiş, ben ise askerde günümü gün ederek yaşayıp gidiyordum. Tamda o günlerde babamın öldüğü haberi komutanlarıma iletildi ve mecburi olarak da izin işlerim başlatıldı, sonraki gün de hemen izne gönderildim. Memlekete geldiğimde her şey normal bir şekilde devam etti, babam fatihalar eşliğinde uğurlandı, benim de bi kaç gün sonra iznim bitti, babamın ölüm kağıdını alıp birliğime geri döndüm.


Birliğime geldiğimde 2numaralı abim beni, daha önce hiçbir şey olmamış gibi aramaya-sormaya başladı. Hatta arada bazen lazım olur diye para falan da gönderdi. Bende gönderdiği her kuruşu afiyetle yedim. Fakat aylar sonra bi gün aniden jetonum düştü ve 2numaranın bana neden ara ara para gönderdiğini anladım, bu yüzden bir sonraki arayışında ona;

"bana neden para gönderdiğini biliyorum ama aklında olsun, ben askerliğim bittikten sonra memlekete dönmeyi düşünmüyorum, sadece gelip bir iki ay kalıp dönerim. madem bana memlekete dönüp orda kalayım diye para gönderiyorsun, istersen bundan sonra gönderme, parana yazık olmasın" dedim. "tamam" deyip telefonu kapadı. Gerçekten de bi daha para göndermedi, bi daha da aramadı.





Yazı Başlığı:
Karını hangi erkek kardeşin sikmeli?


Bu son konuşmamızdan aylar sonra, gündüzleri şöförlük yaparak, geceleri ise tenhalarda-menhalarda birbirimizi beğendiğimiz askerlerle sevişerek askerliğimi bitirdim. Terhis olup sanki askerlik öncesinde bir şey olmamış, sanki beni onlar askere dualarla göndermişlerde, ben işte kazasız belasız bi şekilde askerliğimi bitirip dönmüşüm gibi memlekete gittim...


Bi kaç gün sonra, ben araya askerlik girmemiş gibi her şey normale döndü sanırken, 2numaralı abim, askerdeyken onunla gerçekleştirdiğim para mevzulu konuşmayı unutmamış ve bana o konuşmamızı hatırlatıp, ona söylediklerim yüzünden şok olduğunu söyledi.

Önemsemedim. Çünkü yine bir şeyler çeviriyor gibiydi ve konuşması samimi olmayı bırak, içtenlikten uzak, yapay ve zoraki bir yakınlık tonu barındırıyordu. Üstelik şok olduğunu, şaşırdığını söylediği andaki ses tonu da "sen kimsin ki" adlı birikmiş nefretiyle kaplıydı.


Zaten çok geçmeden de asıl söylemek istediği şeyi açık açık olmasada imalı imalı, ama imalı olmasına rağmen yinede zorlana zorlana söylemeye başladı. Yani altımdan girdi, üstümden çıktı, lafı saatlerce uzattı da uzattı fakat ne demek istediğini bi türlü açıkça söylemeden, vermek istediği mesajı subliminal olarak veriverdi. 


O açıkça söylemesede, çok zeki ve akıllı olan ben, onun bana, aslında onunla yeni kurulan işte çalışma teklifinde bulunduğunu anladım.

Açıkça "gel beraber çalışalım" demeyi ise sanırım zayıflık olarak görüyordu. Çünkü daha önce ortaklara devrettiği işte çalışmayıp kaçmıştım ve kaçışımdan aylar sonra o işyeri çalışanlar tarafından yüksek bi meblağda dolandırılmıştı. Dolandırılma olayıyla birlikte, benim o işte çalışmayıp kimseye bir şey demeden kaçışım ise böylece çok haklı bir nedene dayanıvermişti. Bu yüzden de kimse bana "işi bırakıp gittin" diye yüklenemiyor, askerde de bu abim güya bana para göndererek, tekrar onlara gebe olmamı istiyordu. Ama ben gebe olarak yaşayabilecek biri değildim ve bana neden para verdiklerini düşünürken jetonum düştüğünde, bunu ona da söyleyerek güya onu şok edivermiştim...

Oysa o şok olacak biri değildi, hatta dünyadaki son kişi olsa bile şok olmazdı. 

Çünkü onun benim için, bana söylemeden, açıkça teklif etmeden, ne düşüneceğimi umursamadan hazırladığı güzel mi güzel planları vardı.


Zaten o böyle biriydi ve hâlâ da böyledir. Asla ama asla isteğini-istediği şeyi açıkça karşısındakine söylemez, eğer çok sıkışırsa da; tek bir kelime edip sonrasında karşısındakinin bülbül gibi şakımasını bekler, suskunluk başladığı anda bir kelime daha edip tekrar susar ve bütün konuşmalarına bu şekilde devam edip, istediğini alıncaya kadar yani; sonsuza kadar sürdürür.

Yanisi; Karşısındakinden bir şeyler almadan, kılını bile asla vermez. Karşısındaki onun ne demek istediği üzerinden yola çıkarak konuşma tahminleri etmezse asla ama asla sohbeti devam ettirmez. Ama eğer sonunda kazançlı çıkacak, kazanç hanesine puan yazılacak olan o ise, işte o zaman durum çok fazla değil ama birazcık değişebilir, onun tarafından değiştirilebilir. Aile arasında bile.


Karakter analizini geçip asıl mevzuya gelirsek;

Onun gizli iş teklifine sevinmiştim. Hem askerlik öncesi dağılan götümü askerlik yaparak biraz da olsa toparlamışken, şimdi tekrar istanbul'a dönüp kaportayı bu sefer tam dağıtmaya hiç niyetim yoktu.

Yani açıkça söylemek gerekirse; eğer olurda askerlik sonrası İstanbul'a dönersem, zamanla götümü siktirerek veya göt sikerek para kazanma durumlarına girmekten korkuyordum.

Zaten bu para için göt siktirme mevzularına bir sefer girildi mi, sonu travesti olmaya kadar giderdi ve ben ne yazıkki travestiye dönüşmeye hiç niyetli değildi. Travesti olmasam bile zamanla tamamen bir jigoloya dönüp aids'den yavaş yavaş geberme olasılıklarına da kapılmak istemiyordum. O yüzden 2 numaralı abimin yaptığı bu gizli teklife de balıklama atlamayacaksam neye atlayacaktım ki?

Üstelik travesti veya jigolo olmasam bile, sağda solda çaycı ya da garson olarak çalışıp, İstanbul'un en kenar semtlerindeki bodrum katlarından ibaret rutubetli, kapkaranlık ve sıvası dökülmüş evlerde daha ne kadar yaşayacaktım, zaman zaman parasız kaldığım için sokaklarda yatıp kalkarak nereye varacaktım ki?

İşte bu yüzden, 2numara'nın gizli teklifine seve sike atladım.

Sonunda bomboş havuzun sert beton zeminine RAP diye çakılsamda, o gün mecburen büyük bir hevesle atlamaktan başka çarem yoktu, bende atladım.


Teklifinden bi kaç gün sonra onun iş yerinde çalışmaya başladım ve başladığım andan itibaren her gün bana hakaret etti, köpek gibi çalışmama rağmen her gün ama her gün aslında işe yaramadığımı söyledi, herkesin içinde bağırıp çağırmaktan geri kalmadı, en ufak bir hatada günlerce söylendi, hakaret etti, bir sonraki hataya kadar hiç susmadı ve sonraki hatada da, bu sefer o hata üzerinden hakaretlerine devam ederek, döngüyü herkesin içinde bu şekilde devam ettirdi de ettirdi.


Ben ise tüm bu bana karşı olan olumsuz davranışlarına içimden "abimdir kötülük yapmak için söylenmiyor, bana doğruyu öğretmek için böyle davranıyor, küfürlerinden bir şey olmaz sonuçta biz bir aileyiz onunla abi-kardeşiz, gidip başka yerlerde başkalarının hakaretlerini işitmektense ondan hakaret işiteyim" diye düşünerek hiç ses çıkarmadım, asla karşılık vermedim. Hep boynumu kıldan ince tutup, söylediklerinin hepsini sabırla dinledim, sabırla hakaretlerini yedim, büyük bir sabırla yüzümdeki tükürüklerini sildim de sildim.

O ise, beraber çalıştığımız 4 yıl boyunca hiç değişmeden hakaretlerine, haksızlıklarına devam etti.

Üstelik çalıştığım süre boyunca hiç maaş almadım ve bu süreçte aklıma maaş almak da gelmemişti. Sadece askerlikte karar verdiğim evlilik konusuna, askerlik sonrasında ben evlenirken yardım etmişti ve bu davranışını da yeterli görüyordum.

İşte maaş buydu. Yani; mahallemizde gerçekleşen evlilik masraflarını karşılamıştı, alınacakları almıştı, (sonradan, hatta geçen hafta öğrendiğime göre karımın, benimle evliliği karşılığında pazarlık yaparak kararlaştırdığı) takıları vs almıştı. İşte yıllardır olan çalışmamın karşılığı, yani yıllardır almadığım maaş buydu. Bana daha ne kadar maaş verecekti ki? Bence yeterliydi. Ama evleninceye kadar vermediği fakat vermiş gibi davrandığı her kuruşu, milyon vermiş gibi burnumdan getirmeye de devam ediyordu. Çünkü ona göre ben, tüm iş bitirmelerime karşılık, işe yaramazın tekiydim ve ortalıkta görünmek yerine dizimi kırıp evde otursam yeriydi.

(aa bu arada evlilik olayını, karıyla nasıl evlendiğimi falan bi anda araya karıştırmış olarak atladık değil mi? dur o konuya da geleyim. Bak şimdi olay şöyle başladı....)


Askerlikte günler şeker askerlerle sevişirken bacaklar bazen omuzlarda, bazen tüfek koyduğumuz dolapların askılarında, sikler ise arada ağızlarda, arada bir bacak aralarında gidip gelirken, bu arada zamanda hızla geçiyor, ben de seksi bir askerlik yapmaktan arta kalan zamanlarımda hayat ve hayatım üzerine düşünmeye devam ediyordum. Yani aklım hep sikimin ucunda veya bacak arama girip çıkan sikin verdiği o bi kaç saniyelik zevkte değildi. Çünkü askerlik öncesi sokağı koklayarrak tanımıştım, tek başınalığı dibime kadar yaşamıştım. Kötü de olsa geçip gitmiş olan parçalı bulutlu aile yaş am ını deneyimlemiştim ve işte tüm bunların sonucunda bir karar vermeye çalışıyordum.

Evet doğrusu, seviştiğimde hayat bir kaç saniyeliğine de olsa güzelleşiyordu, ama hayat bu bi kaç saniyeden ibaret değildi ve olmayacaktı da..

Askerdeyken seviştiğimiz evli asker ve komutanlarımla geçen keyifli uçucu anlarım da dahil olmak üzere aylar boyunca düşündüm, taşındım ve bu ayların sonunda kararımı verdim:

"hayat, elinde sikini sokacak bir delik, arada bazen gaza geldiğinde deliğine sürtünecek bir yarrak arayarrak geçmemeliydi, geçmeyecekti.

Üstelik askerlik dışı yaşamımdaki o sürekli yeni insanlarla tanışıp durmaktan, sürekli "aşık oldum, gerçek aşkımı buldum" diye yanılmaktan da yorulmuştum.

Hem gerçek aşk hangisiydi ki? Nerdeydi?

Gerçek aşkım geçen yıl aşık olduğum kumral çocuk muydu, evden kaçmadan önce memlekette çıktığım koca memeli, dolgun dudaklı kuaför kız mı, lüks otomobiliyle beni gezdirip kendini siktirdikten sonra bi daha telefonlarıma cevap vermeyen kodaman mı, yoksa yakışıklı haber spikeri miydi gerçek aşkım? hangisi gerçek aşktı? 

Yoksa hafta sonları aldığı gazetelerden çıkan sudoku bulmacalarını toplayıp bana getiren, ara ara seviştiğimiz komutanım mı gerçek aşkımdı?

Belkide gerçek aşkım, benden 5 yaş büyük olan ve bana bi keresinde ağaçtan kopardığı yaprağı uzatırken dalga geçerek "al aşkım sana hediyem olsun" diyen evli asker arkadaşım mıydı? Gerçek aşkım hangisiydi, kim olacaktı?

İşte bu yüzden kararımı vermiştim. Yani; askerlikten sonra mutlaka ama mutlaka, şimdiye kadar yediğim tüm bokları siktir edip, doğru insanı bulduğum an evlenecektim..

Nitekim askerlik bittikten sonra öylede oldu, o süreç ise şöyle oldu:

------

Askerlik sonrası memlekete yerleşip, hakaretler eşliğinde köpek gibi çalışırken, nasıl ve kiminle evleneceğimi de düşünüyordum. Belliki hakaretler hayatımda hep olacaktı ve sahibi de 2numaralı abimdi. İşin olumlu yanı şuydu ki; hakaretlerin sahibi yabancı birinden değildi.

Ya varsın herkesin içinde ağzıma sıçmaya devam etsindi. Ne olacaktı ki?

Sonuçta abim değil miydi?

Aile içinde böyle şeyler olmaz mıydı? Yediğim hakaretlerden kime ne ki?


Böyle düşüne düşüne dünler-haftalar-aylar geçti ve bir gün ablam, uzaktan akrabamız da olan komşumuzun kızından bahsetti. Önce yakın olduğumuz için "yok-mok" dedim ama zamanla kızı görüp, izledikçe baktım ki; terbiyeli, utangaç ve iyi birine benziyordu.

Böyle düşündüğüm anda "sanki aslında olur gibi"yi de düşünmeye başladım.

Üstelik yabancıda sayılmazdı. Aynı bölgede yaşadığımız için örf-adetlerimiz de nerdeyse aynıydı. Evlenirsek aileler arasında da yabancılık çekmezdik. Ailelerimiz tanıştığı için, herkes birbirinin yapısını az çok bilirdi. Bu da anlaşmak için +1 puan demekti.

Kız, benim aksime biraz fazla dindardı ama olsun, sonuçta dindarlığı da kendinceydi. Bundan bana ne zarar gelecekti ki?


Derken ablamın sürekli onu göstermesi, ondan bahsetmesi de artınca bi kaç ay sonra kafama yattı ve bende kızla iletişime geçip "amacım eğlenmek falan değil, gerçekten evlenmek için seninle tanışmak istiyorum" dedim ve tanıştık.

-Çok utangaçtı, hatta sanki yüzü kızarmaktan, fırında180 derece sıcaklıkta saatlerce unutulmuş bütün tavuk sırtı gibiydi.

-Terbiyeliydi, insanın gözünün içine dik dik bakmıyordu ve ani çıkışları olmuyordu. 

-İyi biriydi, diyeceğim ama henüz iyiliğini görmemiştim. Sadece ablamın anlatışlarından kardeşlerine iyi baktığı, annesine çok yardım ettiği, sürekli kur'an-ı kerim dersleri aldığı, konu komşuyla iyi geçindiği, hiç kimseyle atışma dahil, asla kavga etmediği cümlelerini duymuştum.

-Dindar'dı diyeceğim ama dinini örtünmekten öteye götürmesi dışında henüz bir şeyini görmemiştim ve açıkçası dindar olup olmaması da umrumda değildi.


Sonra biz işte bir kaç buluşma, bir kaç görüşme falan derken ailelerimize söyledik ve bi kaç ay içinde de kendimizi mahalle düğününün içinde bulduk.

İlk evlendiğimizde ailemle, 250 metrekarelik evde yaşamaya başladık. Koca evde 3 ablam, erkek kardeşim, annem, ben ve o vardık.

Herkesin kendi odası vs güzel güzel gidiyorduk. Bunu sorun etmedik. Güya bir kaç yıl öyle kalacak, sonra başka ev alıp ona yerleşerek ayrı yaşayacaktık. Durum bana göre güzeldi. Ama eşime göre hiç de güzel değildi. Her gün pencereden annesinin evine bakıp "acaba şimdi ne yapıyorlar" diye içleniyor, kardeşlerini özlediğini söyleyerek "şimdi şu yatmış, şu oyalanıyor, şu şöyle yapıyor" diyerek sesli sesli düşünüyordu. 


Tüm bunlar olabilirdi. Normaldi.

Sonuçta bir insan ailesini bırakıp başka bir aileye katılıyordu. Odun değildi ki bi anda alışsındı. Ama bu ne kadar sürecek, nereye kadar devam edecektiki?

İlk yıl bu şekilde geçti ve bir kaç ay sonra oğlumuz olduğunda söylenmeleri birazcık azaldı, çünkü tüm dikkatini oğlumuza vermeye başlamıştı. Bu da onun başka şeyler için söylenmesini engelliyordu.


Çok şükür oğlumuz sağlıklı ve sıhhatliydi.

Bir kaç ufak hastalık atlatarak geçen ilk yılının sonunda, artık bir problemde kalmamıştı.

Ben ise bu arada yine köpek gibi çalışmaya devam ediyor, hakaretlerimi yemekten bir an bile geri kalmıyordum. Sabahın 7'sinde gittiğim işe, en erken gecenin 9'unda eve dönebiliyordum.

Olsundu, mutluydum, huzurluydum, herkesin sağlığı yerindeydi. Allah'tan daha ne isteseydim ki?

Ama demekki allah'tan, vermiş olduklarından daha fazlasını istemem gerekiyormuş, o zamanlar bunu bilemedim allahım. sen affet beni...


Eşim ailesini özlemeye, ben hakaretlerimi yemeye devam ederken aradan 4 yıl geçti. Oğlumuz artık 3 yaşındaydı. Sağlıklıydı, akşamları ben eve geldiğimde ise ortalığı bi curcuna tutturuyor, uyuyuncaya kadar devam ettiriyorduk.

Dediğim gibi gündüz iş saatlerinde yediğim hakaretler ise bitmiyordu ve üstelik yenileri de eklendikçe, ekleniyordu.

Bunların çoğuna alışmıştım ve o yüzden duymazlıktan geliyordum. Ama günlük hakaretlerimden olan "bi boka yaramıyorsun, ne halt yediğin belli değil, hiç çalışmıyor hep kaytarıyorsun, diğer elemanlara bak birde dön kendine bak! adamlar köpek gibi çalışıyor(oysa aslında çoğu sürekli işten kaytarıyor, müşterileri dolandırıyordu ve bu olaylar da sonradan patlak verdi) sense oturmaktan başka bok yemiyorsun, anamızı sikecekler haberin yok, anamızı siktiler daha ne olacak"lara yeni olarak şunu eklediği gün "siktir ol git evinde otur, hepinize bakıyorum, sana da bakarım, ejdadını siktiğim, siktir ol git evde otur" dediğinde dondum kaldım ve suratına bakıp ciddi olup olmadığını anlamaya çalıştım.

Yani tamam şimdiye kadar ettiği hakaretleri o anki kızgınlığından dolayı yapıyor olabilirdi ama bu çok ağırdı.


 "siktir ol git evinde otur, herkese bakıyorum, sana da bakarım, ejdadını siktiğim, siktir ol git evde otur" ne demekti ki? "Anamızı siktiler" ve türevleri bile bana bu kadar koymamıştı, çünkü anamız aynıydı. buna bir şey diyemezdim, açıkçası demekte aklımdan hiç ama hiç geçmemişti. 

Şimdi bunu geçip "siktir ol git evinde otur, herkese bakıyorum, sana da bakarım, ejdadını siktiğim, siktir ol git evde otur" lafına dönecek olursak, bununla ne demek istemiştiki?

Yoksa aslında şimdiye kadar ettiği hakaretleri falan sinirinden değil de,  gerçekten içinden geldiğinden miydi?


E ben o küfürleri, hakaretleri vs hepsini kızgınlıktan söylüyor sanıyordum!

Anamızı siktirmesi falan sinirlenmesindendi diyordum.

O anda çok sinirlendiği için ağzından kaçıyor, kızgınlıktan ne dediğini bilmiyor, öyle bi anda söyleniyor varsayarak pek ciddiye almıyordum ve bağırıp çağırmasından sonra hiçbir şey olmamış gibi hayata devam etmelerim hep böyle düşünmemdendi.

Ama şimdi kartlar karılmış, beynim iyice dağılmıştı.

İyisi mi ben yine susayım, sonuçta abimdir. Mutlaka başka bir şey demek istedi, ama kızgınlıktan ağzından böyle bi laf çıkmıştı.

Sustum ve kızgınlığından kaynaklı tüm söylenmeleri, hakaretleri, ana-baba ve tüm ejdadı kattığı küfürleri, tükürük bezleri kuruyuncaya kadar savurduğu tükürmeleri bitince çekti gitti. Ben de hiçbir şey olmamış gibi gittim çalışmaya devam ettim ve akşam oldu.

Akşama kadar çalışırken söylediği sözleri, ettiği küfürleri düşündüm. Günün sonunda "söylediklerine kendi kendime uydurduğum anlamları yüklememem gerekir" diye düşünerek günü noktaladım.


Akşam iş çıkışı, her zamanki gibi eve hiçbir şey olmamış gibi gidip, kakara kikiriler eşliğinde akşam yemeğini ailecek yedik ve Karımla yatak odamıza kapanıp, sırf ben istiyorum diye hepten zevksizleşmiş olan seksimizi yapıp uyuduk.

Sabah uyandığımda, karım tatlı uykusundan henüz uyanmamıştı ve her zamanki gibi uyanmaya da niyeti yokmuşcasına derin derin nefes alıp verirken, arada bir horlamaktanda geri kalmıyordu. Elimi yüzümü yıkayıp ablamın hazırladığı kahvaltıyı oğlumla oynaya oynaya yaptıktan sonra koşarcasına işe gittim, ama dünden kalan hakaretlerin etkisinden henüz tam kurtulamadığım için, abimle konuşmamaya karar verip işimi yapmaya odaklanarak çalışmaya başladım.


Bir kaç saat sonra 2numaralı abim de geldi ve günlük konuşmalarını yapıp işe başladık. Ama geveze olan ben, hiçbir şey konuşmamaya devam edip akşamı ettim.

Bu halim üst üste 3-4 gün sürünce abim beni kenara çekip sert bi ses tonuyla;

-"hayırdır niye durgunsun, neyin var?

-bir şey yooook." diye en pısırık halimle cevapladım.


Cevabım veya pısırık ses tonum onu biraz sinirlendirmiş olmalı ki gözleri yuvalarından çıkmışcasına kızgınlıkla;

"-o zaman 3-4 gündür niye hiç konuşmuyorsun" diye bağıra çağıra söylenmeye başladı. Bende bunun üzerine, uzatmamaya karar vererek şöyle dedim:

-'ya sen geçen gün "siktir ol git evinde otur, hepinize bakıyorum, sana da bakarım, siktir ol git evde otur" dedin. Bu çok ağırdı.' dedim ve böyle dememle o, aylardır aç kalmış bir aslan gibi kükreyiverdi.

Ne dediğini şimdi hatırlamıyorum ama yine küfürler, hakaretler, söylenmelerle devam edip, en sonunda da "siktir ol git evinde otur, hepinize bakıyorum, sana da bakarım, siktir ol git evde otur" cümlesini yine tekrarladı.

Ben en azından, sırf sorduğu için bu seferlik ondan "geçen kızgınlıkla söyledim" cevabını beklerken, o bunun tam aksine aynı cümleyi, noktasına virgülüne dokunmadan tekrarlayıp söylediğinin arkasında durarak yine siktirini çekti, tükrük bezlerini çalıştırarak en okkalısından ağız dolusu tükürüğünü suratıma tükürdü. 


Siktirini çektiğinde, tükürüğünü bir kurşun gibi suratıma attığında gidip bir şey olmamış gibi, elimle yüzümü silip çalışmaya devam ettim ve yine sessizliğimle bir kaç gün geçirmeye başladık.

Aradan 2 hafta geçtikten sonra, beni kenara çekip, yine neden suskun olduğumu sordu, ben yine aynı cevabı verdim, o yine siktirini çekti ve bende, dediği gibi karşısından siktir olup kendimi yine çalışmaya vererek günlerimi harcamaya başladım.


Günler geçip giderken 3-4 hafta doldu, ben tüm putluğumla ona çok görünmeden, ama işlerimi de hiç aksatmadan dilsiz bir köpek gibi, sessiz sessiz çalışmaya devam ettim. İşte tamda o günlerde beni yine kenara çekti, yine aynı konuşmamız gerçekleşti ve ben yine siktirimi yediğim için gidip bir şey yokmuş, hiçbir şey olmamış gibi çalışmaya devam ettim.


Kafamda ise onun gözünde bir sıfır olduğum, bir işe yaramadığım, hiçbir zaman bir işe yaramayacağım, aslında sabahtan akşama kadarki tüm köpek gibi çalışmalarımın boş olduğu gerçeğinden emin olmuş olmak dışında bir şey yoktu. 

"Ne yapayım, ne yapayım" diye düşünürken, işi bırakıp İstanbul'a yerleşmek fikri geldi kafama oturdu ve bi kere oturunca da bi daha gitmek bilmedi.

Sonuçta ben hep çalışan, çalışmayı seven, çalışmaktan kaçmayan, çalışmaya üşenmeyen ve asla ama asla çalıştığı için söylenen biri değildim. Üstelik kendimce inançlı da olduğum için "rızkı veren allah, kimse için değil, ben çalıştığım için veriyor" diye düşünerek, çalışmaktan kendimi hiç geri çekmiyor, sadece yiyeceğim ekmeğin helal olmasına özen gösteriyordum. Yani; burda çalışıyordum diye ekmeğimi burdan yiyordum, eğer başka yerde çalışırsam ekmeğimi ordan yerdim. Rızkı veren allah'ımın tek şartı çalışmamdı ve bende çalışmaktan kaçan biri değildim.

Ama bir sorunumuz vardı ki, Abim 2-3 ay sonra hacca gidecekti ve eğer ben şimdi, işi bırakıp başka yerdeki ekmeğimin peşinden gidersem, burdaki işler yürümez, bana tam da ihtiyacı olduğu zaman onu yarı yolda bırakmış olduğum için haksızlık etmiş olurdum.


Aslında yapmam gereken tam da bırakıp gitmekti, ona yakıştırdığım şey tam da buydu. Bu hareketim ona yakışırdı ama bana yakışmazdı. Çünkü ben kimseyi yarı yolda bırakmam, kimseyi bana ihtiyacı olduğu an ortalık yere sıçılmış bi hayvan boku gibi bırakarak ona hakaret etmem.

Ben böyleyim, ben buyum ve hâlâ öyle yaşamaya gayret ediyorum. Elimden geldikçe de edeceğim.


O günkü bu düşünmelerimin sonucu olarak onun hacca gidip gelmesini beklememin daha iyi, daha doğru ve bana yakışan bir davranış olacağını düşünerek yediğim tüm siktirleri sineye çekmiş bi halde ayların gelip geçmesini bekledim.

Tabii bu arada yerime de bi eleman almak gerekiyordu. Bu yüzden etrafa bakınıyor, tanıdığım insanlara pazarlamadan, esnaflıktan anlayan, pazarlama yapabilecek düzgün bir eleman aradığımı söylemeye başlamıştım.

Çok geçmeden birini buldum ve tamda aradığım elemanı bulduğum gün abim beni yine kenara çekip "neden hâlâ çok sessiz olduğumu ve hatta onunla hiç konuşmadığımı" sordu, ben de şöyle cevap verdim:

-ya sen bana "siktir ol git evinde otur, hepinize bakıyorum, sana da bakarım, siktir ol git evde otur" demiştin. Sana bunun yanlış bir cümle olduğunu, ağır bi cümle olduğunu söyledim ama sen söylediğinin arkasında durdun. Üstelik seninle bu konuyu 3-4 sefer konuştuk ve sen her konuşmamızda da söylediğinin arkasında durup, tekrar aynı cümleyi kurdun. Burdan anlaşılıyorki, ben senin gözünde bir hiçim ve her zaman da öyle olacağım. Madem öyle, o zaman ben yerime çalışacak birini bulayım, işi öğreteyim, tüm müşterilerle tanıştırayım, bir kaç ay da beraber çalışalım sonrasında işi bırakayım. zaten şimdi işi öğretmeden işi bırakamam, sen hacca git gel, bu arada ben işi vs öğretmiş olurum, sen gelincede bırakacağım." dedim ve abim 2-3 saniyeliğine de olsa puta döndü. 2-3 saniyesi dolduğunda toparlandı, arabasına binip bi yerlere gitti.


Bu konuşmayı gerçekleştirdiğimizde ve daha doğrusu ona kafamdaki şeyi tam olarak açıkladığımda rahatladım. Ama bu sefer o rahatsızlanmıştı. Buna rağmen kararımdan dönmedim ve bi kaç gün sonra benim zorlamamla da olsa elemanı işe aldık, beraber çalışmaya başladık ve eleman işi öğrenirken, o arada da abim hacca gitti geldi. Abim hac ibadetini yapıp geldikten 3 hafta sonra ise ben işi bıraktım.


Gideceğim günün öncesindeki gün "işi bıraktığımı ve gideceğimi" 2numaralı artık HACI ABİ olmuş olan abime söylediğimde "gitme kurban olduğum. söylediklerim kızgınlıktandı" diye söylenerek ayaklarıma kapanıp yalvaracağını ummuyordum tabii, ama "gidiyorum" dememe karşılık olarak da "evde 2 bekâr erkek kardeşin var, karını kime bırakıyorsun" demesini de hiç ama HİÇ beklemiyordum. (o ara 3 numaralı abim, yediği siktiri ve abim tarafından evden kovuluşunu unutup eve dönmüştü. Bende zaten onun, o zamanlar benim gibi çılgın olduğundan dolayı evden ayrılıp Marmaris'te çalışmaya gittiğini sanıyordum ama aslında olay öyle değilmiş ve 2numaralı abim tarafından tekme tokat evden kovulduğunu yıllar sonra yani daha henüz geçen yıl öğrendim. bu konuya girmeyeceğim çünkü dallana budaklana büyüdükçe büyüyor, uzadıkça uzuyor yazı ve sanırım yavaş yavaş yazmaktan bıkmaya başladım. Diğer konuya, 2numaralı abim tarafından bana yöneltilen ahlaksız soruya dönecek olursak)

Hatta bu çok ama çok ahlaksızca soruyu sorduğu ilk anda, yanlış duyduğumu bile düşündüm ama donup kaldığımdan dolayı cevap vermeyişim üzerine bir kaç saniye sonra "hee karını kime bırakıp gidiyorsun?" diye ikinci sefer sorarak, beni onu yanlış duymadığımdan emin kıldı.

Abim cümlesini tamamladığında aptal aptal karşısında durmaya devam edip öylece suratına baktım.
Bir şey söylemem gerekiyordu ama ne diyeceğimi bilemiyordum.
Suskunluğum uzadı, o ise suskunluğumun uzamasından sıkılmış olacakki çekti gitti. 
Ben o donmuşluğumla biraz daha öyle durup, sonra hiçbir şey söylememek, zaten bu soruya ne cevap verirsem vereyim kendimi ondan daha aşağı duruma düşüreceğimden emin olarak işi de, emeğimi de, her bi şeyimi de o anda öylece bırakıp yeni bir hayata adım attım.

İşi bırakırken, olayın siktirli tükürük yenilen ve kendisini kardeşlerimden hangisine siktireceğim konusu ve diğer iğrençlikler hariç "geçimsiz bir iş ortamında olduğum" gibi daha yumuşak cümlelerle durumu karıma anlattım ve kendi huzurumuz, rahatlığımız için İstanbul'a yerleşmemizin, bizim için daha iyi olacağını vs söyleyip, ben gittikten en fazla 10 gün sonra ev tutup, onu da mutlaka yanıma alacağımı, geçimimizi de, orada Allah'ın izniyle rahat rahat sağlayacağımın sözünü verdim.
O da bunun üzerine hiç uzatmadan "tamam, ben bu arada annemlere gideyim, sen evi ayarladığında gelirim" deyince içim kocaman bi şekilde rahatladı ve ben 2numaralı abimin hac ibadetini yerine getirip gelişinin 3. haftasında, karımı kardeşlerimden birine bırakmadan "ver bakalım elini koca İstanbul. Seni yenmeye geliyorum" diyerek, ona yerleşmek üzere yola çıktım.

Karımla zaten seks hayatımız öyle ahım şahım değildi. Ben seks istemedikçe o kılını bile kıpırdatmıyor, sırtını dönüp çat diye uyuyordu. Dolayısıyla İstanbul'a gidersem, yani ben yokken canı seks isterse kendini benim dışımda birilerine siktirecek potansiyeli yoktu. Ulan ben bile onunla nerdeyse zorla seks yaparken, o bensiz neyi nasıl nerede kiminle yapacaktı ki?
Ama tabii seks dışındaki potansiyelini görmemiştim, ya da şimdi olduğumdan daha salak olduğum için onu her konuda potansiyelsiz sanmıştım. Ama dur şimdi diğer detaylara girmiyeyim. Bitmek bilmeyen detayları yazmaktan da sıkıldım zaten...

İstanbul'a geldiğimde Adanalı Abla'mda bi kaç gün kaldım ve bu arada kendimiz için de ailecek kalacak bi ev aramaya başladım. Çünkü gelirken karıma "10 gün içinde" diye söz vermiştim ve ne olursa olsun sözümde durmalıydım. Bu yüzden yana yakıla bulduğum borç paralarla ev arayışım başladı.
(Memlekette iş bizim işimiz olduğu için maaş vs almıyordum ve bu yüzden İstanbul'a geldiğimde cebimde öyle ahım şahım bi ev tutacak param yoktu. Sadece ihtiyaç olur diye bi kaç aydır, maaş gibi sayılan 1.000 TL'yi kardeşimden parça parça alıp biriktirmiştim ve buraya geldiğimde 1.000 TL'nin bi kısmını da yol ve yemek olaylarına harcamıştım. Zaten geldiğimden bu yana da onunla geçiniyordum.)

Çok şükürki gelişimin ilk haftası dolmadan bi ajansta sosyal medya işi buldum ve hemen atlayıp kabul ederek işe başladım. İşe başlar başlamaz, eş dosttan borç edinerek, iş yerine de fazla uzak olmadığı için mecburen Tarlabaşı tarafına yakın biraz köhne de olsa, eşyalı bi ev bulup ilk kirasını ödedim ve 10. gün dolduğunda karımı arayıp ona bilet aldığımı, evi tuttuğumu söyleyip müjdeyi verdim.
Kısacası; sözümde durmuştum ve onuncu gün onu da getiriyordum.

Müjdeyi verdiğimde "çok sevindiğini, mutlu olduğunu" falan söylemişti. Ama en çok da ben mutlu olmuştum, çünkü allah yardım etmiş ve ben sözümde durmuştum. Fakat hesaba katmadığım şey şuyduki; karım ertesi gün mahalleye gelir gelmez, bana "gerçekten bu çöplükte yaşayıp yaşayamayacağımızı" sordu, evi gördüğünde ise "bu ne, burası nasıl bi yer" sorularını ekledi, bende oğlumuzla ilgilenerek olayı geçiştirmeye çalıştım ama olmadı, rol yapamayınca olay çığrından çıktı ve karım bana söyleye söylene ilk günümüzü geçirdik.

Ona biraz sabırlı olmasını, kısa zamanda daha iyi bir yere geçeceğimizi söyledim ama sakinleşmedi. Sonraki 10 günde de hiç ama hiç sakinleşmedi ve zaten 10. gün kardeşine aldırdığı uçak biletiyle, oğlumuzu da alıp bi anda çekti gitti, beni de öylece götümde patlamış olan kiralar, evi tutmak için arkadaşlardan aldığım borçlarla baş başa bıraktı.

Bunlar sorun değildi, nasılsa en fazla 3-5 ay içinde yine parayı toparlar, borçları öderdim ama üzüldüğüm şey, ilk küçük tümsekte beni bırakıp, arkasında bile bakmadan çekip gitmesiydi. 
Oysa hani "iyi günde, kötü günde, her zaman yanımda olacaktı falan" diye düşünerek bir kaç akşam geçirdim ve onunla telefonda konuşarak ikna etme yollarına başvurdum ama iplemedi bile. Sonraki telefonlarıma da cevap vermeyince, iyice umudur kestim ve baktım değişen bir şey yok, değişen bir şey olmuyor, aynada kendime bakıp "toparlan yavrum" diyerek anında toparlanıp hemen bi ev arkadaşı arayışına girdim. Ajanstaki çalışma arkadaşlarımdan birinin  yönlendirdiği biriyle konuşup anlaştık ve ev arkadaşı oluverdi. Adamla aylarca iyi kötü anlaşarak, ama olabildiğince birbirimizle muhabbet etmeyerek gaylarımızı geçirdik ve ben bu sayede götümde patlayan borçları ödedim, hatta aldığım maaşı da direkt kenara koymayı becerdim. Karım ise bu arada memlekete yerleşir gibi dönmüş, gününü gün etmeye başlamıştı bile.
Oysa biz güya evlenmiş ve iyi günü-kötü günü birlikte yaşayacaktık diye düşünüyordum ama olanlar böyle söylemiyordu. Üstelik elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyordum ve o anki gücüm anca bu ilk köhne evi tutmaya yetmişti, ama o sadece "beğenmek veya beğenmemek" üzerinden karar vermeye yetkili biri olarak davranmış ve beğenmediğini açıkça söyleyip, beni de anamın yaşlı amından daha az önce çıkmışım gibi tek başıma bırakıp, oğlumuzu alarak benim ne hissettiğimi, ne düşündüğümü umursamadan çekip memlekete gitmişti. 

Şokumla öylece ortada kala kalmıştım ama yapacak bir şey de yoktu. Mecburen şimdi şoku atlatıp borçları ödeyince ise sanki hiçbir şey olmamış gibi yine seve seve ev bakmaya başladım.
Şişli tarafında bi ev bulunca, hemen tuttum ve onu arayıp yeni bir ev tuttuğumu vs söyledim. Evin durumunu sorduğunda:
-Ev teras katta, ufak bi mutfağı, 2 odası var, banyo tuvalet bir, bir de ufak bi ara salonu var. bir de şehir manzaralı bir küçük balkonu var" diye cevapladım. Sevindiğini ama hemen "gelemeyeceğini" söyledi. "tamam, ama 2 hafta içinde geleceksin" diye karşılık verdim ve anlaşmış olarak telefonumuzu kapadık. 

Söylediği tarihte gelmedi, kardeşlerinden birinin hasta olduğunu belirttiği için bir şey diyemedim, bir iki ay sonra geldiğinde gidip onu havaalanından aldım, heyecanla eve gittik ama heyecanım kursağımda kaldı. Bu evi de beğenmemişti. "Olabilir, ama bi kaç ay sabredelim beraber bakıp, senin beğendiğin bi evi tutarız" diyerek ikna ettim. Kabul etti ve düğünümüzde takılan 15 tane burma bileziğini şıngırdatarak "ah sen yok musun sen, insanı deli edersin" diye söylenirken, memelerinin üzerine düşen altın gerdanlığı, kolyeleri ve gösterişli küpeleri de başının hareketlerine göre hafifçe sallanmaya devam ediyordu.
Oğlumuz ise bu arada içerde koşturuyor, etrafa bakınıp duruyordu.

Sonra bizim mutlu günlerimiz başladı sandığım o günlerimiz başladı. Bir kaç aylık sabır numarasından, fakat hiç eksik etmediği söylenmelerinden nihayet kafam şişti ve ben yine gidip birilerinden borç para alıp geldiğim için yeni bi ev aramaya başladık.
Bir kaç semt, bir kaç mahalle, bi kaç ev gezdikten sonra Eyüp taraflarında bi daireyi beğenince hemen emlakçıya komisyon ücretini, ev sahibine 2 kirasını ödedim ve anlaşmış olarak evi tuttuk, bi kaç gün içinde koltuk takımı, eksik olduğunu söylediği kap kacakları vs alarak da yeni eve yerleşiverdik.

Ben "artık bu sefer kesinlikle huzurlu günler geldi, artık mutluluğumuzdan konu komşuya da dağıtırız" derken o sürekli annesini, kardeşlerini, memleketi özlediğini söyleyip durdu.
Ben "artık kavga edecek bir şey yok, her konuyu tartıştık bitti" derken, o kavga edecek bir şeyler buldu.
Ben artık "şöyle-böyle olacak, bu evde mutluluktan gebericez, leşimizden yükselen pis kokuyu melekler üstümüzde uçuşup dururken kanatlarını çırparak dağıtacaklar ve böylece hiç kimse rahatsız olmayacak" derken, o huzursuzluk çıkaracak yeni bir şeyler buldu da buldu.

Fakat bunları çok takmadım, hayatımızın olumlu yönlerine odaklanayım diye düşünerek canımın sıkılmasını önledim, ona da sussun diye hep yalakalık yapıp durdum lakin yalamama rağmen şikayet etmekten geri kalmadı.
İş olarak ise artık başka bir ajansa, önceki maaşımın iki katı ücretle geçiş yapmıştım ve yeni iş yerimde de güzel güzel çalışmaya devam ediyordum.
Çalışma hayatında olduğumdan dolayı bazen işler uzun sürebiliyor, hatta evden de çalışmak zorunda kalabiliyordum. Onun için ise bu da hep sorundu. Bu yüzden "çalışmasam mı?" diye düşünmeye bile başlamıştım ama çalışmayıp ne yapacaktım ki?
Nerden para bulup kirayı ödeyecek, karımı istediği yerlerde gezdirecek, ne bok yedirip içtirecek, eve ne bok alıp yiyecektik ki?
Bu yüzden iş konusundaki söylenmelerine çok takılmadım ve o da hep söylenmeye, her şeyden ama her şeyden şikayet etmeye devam etti.

Seks hayatımız ise ben istediğimde yalnız canlanıyordu ve açıkçası o hiç istekli değil, adeta kaçarcasına yaklaşıyor, seks yapmamak için de sürekli bir bahane buluyordu.
Bazen "acaba kendisi seks yapalım mı diye teklifte bulunur mu" diye beklediğim de ise, haftalarca seks yapmıyorduk. Bunun üzerine biraz ondan öç almak, biraz kızgınlıkla, biraz da ibneliğimden dolayı o arada bir erkekle sevişerek rahatlıyor, osbir çekip her hangi bir şey yüzünden kavga etmeye hazır olan karımın yanına, mutlu görünen yuvamıza, eşsiz evimize geliyordum.
Hadi ben erkeklerle sevişiyor, osbir çekerek rahatlıyordum? Peki ya o?
Bunu ona da "cinsel hayatımızdan memnun musun" diye söylüyordum, fakat o bu konuları konuşmak bile istemedi. Hiç konuşmadık, hiç ama hiç konuşamadık. Bu konuda konuşmaktan hep kaçtı. Lakin diğer tüm konularda papuç kadar dilini göstermekten geri kalmadı.

Günler geçmeye devam ederken "ben bi çocuğumuz daha olsun istiyorum. hem oğlumuza bi kardeş bi arkadaş lazım ve bu yüzden artık korunmayacağım" dediğimde bana "şimdi değil" dedi. Biraz sıkıştırdığımda ise "2 sene sonra yapalım" dedi. Özellikle süre belirtince şaşırdım.

Evet evliydik ama sonuçta, beden onun bedeniydi ve ben; bedenini de istediğim gibi kullanma hakkına sahip değildim. Tutup zorla sikmek ise zaten bana göre değildi. Hem o da gerçekten doğurmak istemedikçe bu iş olmazdı, böyle bir hakkı vardı ve ben haksızlık yapmayacaktım. Ayrıca "istenmeden yapılan çocuk piç olur" diye bi atasözü varken, isteyerek yapmak daha iyi olabilirdi..
Bu yüzden benim zorlamamla da olsa oturduk, çocuk yapma konusunu konuştuk ve sırf o istediği için 2 sene sonra bir çocuğumuz olmasına karar verdik. 

Ama zaman denilen şey demir gibi ağır değildi, su misali hemencecik akıp geçiyordu ve 2 yıl bi anda geçti gitti.
Anlaştığımız süre dolup geçmeye başladığında "artık çocuk yapma vaktimiz geldi" dedim ama "şimdi değil" dedi.
Ben yine olay çıkmasın, tatsızlık yaratmayayım, sikimin keyfide bu seferlik eksik olsun diye düşünerek kondomu takıp ona öyle girip çıkmaya başladım.

Günler sikin kondoma sığması gibi çuvala sığmadı, arada bir sadece ben istediğim için üstünkörü yaptığımız sekslerle de olsa hızlıca geçip gittiler ve ben yine "çocuk yapalım" konusunu açtım, o ise yine aynı cevabı verdi. Şimdiki huzursuzluğu büyütmenin de anlamı yoktu. Bu yüzden, yine "daha iyi zamanında yaparız" diye düşünerek üstüne gitmekten vaz geçtim ve derken bir kaç hafta sonra artık bardağı taşıran son damla düşüverdi:
-hadi çocuk yapalım
-şimdi değil
-neden
-şimdi değil.
-tamam da neden?
-hazır hissetmiyorum
-neyin var, bi sorunun mu var, bir şey mi oldu?
-yok sadece istemiyorum
-e iyi de, istemiyorumla olmaz, oturup konuştuk "2 sene sonra" dedin ve anlaştık. Üstelik belirlediğimiz süre de çoktan doldu. Hatta şu an 2,5 sene oldu.
-ya olmaz
-tamam da niye olmaz. başka bir şey mi var?
-yok bir şey, sadece istemiyorum
-ee sen bana 2 sene sonra yapalım demiştin, bak 2,5 yıl oldu. Oysa 2 yıl sonra diyerek söz vermedin mi? Böyle konuşmadık mı??
-"seni oyalamak için öyle demiştim!" 
dedi....

o böyle dediğinde dondum kaldım. çünkü böyle bir cevap beklemiyordum ve bu yüzden o an susmuşken, en azından uzun bir süre konuşmamaya da karar vermiş olarak o geceki suskunluğumu devam ettirdim. Suskumluğum ise, genel olarak karşımdakini hiç ama hiç duymazlıktan gelmek, hareketlerine en ufak bir tepki bile göstermemekten oluşur ve karşımda bomba patlasa bile tepki vermeden olduğum yerde sadece nefes alıp vermeyle devam ettiririm. 
Karıma karşı olan bu suskumluğumu da aynı şekilde devam ettirdim ve beni 2,5 yıldır oyalayan karım onunla konuşmuyor oluşuma, ona hiç tepki göstermiyor oluşuma sadece 1 hafta dayanabildi ve haftasonunda ise oğlumuzu alıp memlekete gitti...

...Karımın oğlumuzu alıp, ailesinin evine gitmesinin birinci yıl dönümünde, 1numaralı abim beni arayıp "gel konuşalım" dedi ve bende ona inanıp saf köylü misali, bayramı bahane ederek iş yerinden izin alıp memlekete gittim.

Hani en azından ailemiz arasında bu konuyu konuşabilirdik, ben derdimi anlatabilir, aslında olayın kavgasız gürültüsüz olduğunu söyleyebilirdim. Çünkü hiçbir zaman ona el kaldırmadım, hiçbir zaman bağırıp çağırmadım aksine tartışmalarımız bile uzamasın diye yer yer alttan aldım, kaçıp gitmelerini de "ailesini özlüyor, normaldir" diye hiçbir zaman sorun etmedim. Fakat o bu iyi davranışlarımı galiba hep zayıflık ve kullanabileceği fırsatlar olarak gördü. 
Şimdi düşünüyorum da; aslında çok iyi olmak, fazla iyi davranmak göt kaldırmıyor, insana göt olduğunu unutturup sadece ne bok yerse yesin haklıymış hissiyle yaşamasını, hayatındakine bok gibi davranmasını sağlıyormuş. Ama olsun. Varsın, sırf ben ona iyi davrandığım için, o beni zayıf olarak görsündü. Varsın iyi biri olmak, zayıf olmakla eşdeğer olsundu. Ne olacaktı ki? Ben onun, bana şaka bile olsa yalan söyleyebilme ihtimali yok sanırken, varsın o beni küçük bir yalanla yıllarca oyalasındı...

Abimin "gel konuşalım" davetiyle memlekete geldiğimde, hiç kimse benimle konuşmuyordu, ben ise bülbül gibi herkesle muhabbet ediyor, tatlılıktan insanları bayıyordum. Yani sonuçta aileydik ve ne olursa olsun aile olarak kalacaktık. Böyle düşüne düşüne, onlarca gereksiz sohbet konuları açıyor, kapatılan her konunun ardından başka bir konu açarak sohbeti devam ettiriyordum. Arada şaklabanlıklarımla da ortamı biraz renklendirdiğimi düşünerek her muhabbeti uzatıyorda uzatıyordum.
Lakin bayramın ilk günü bitip ikinci günü geldiğinde anyayı konyayı gördüm. Çünkü 3 abimde salonda aile meclisi kurar gibi oturmuş, beni de karşılarına alarak konuşmaya başlamışlardı. Ama en çok 1numaralı abim konuşuyordu. Çünkü o ailenin reisiydi, ailemizde siki en büyük olanıydı ve hatta diğerleri susmuş artık sadece o konuşuyordu.

Bi ara 3numaralı abim tuvalete sıçmaya gittiği sırada, içerde 2 ve1 numaralı abimle başbaşa kaldık. 1numaralı abim lafı döndürüp dolaştırıp, karımla olan ayrılışıma getirdi ve ben içimden "hıh şimdi soracak neden ayrıldığımızı" diye düşünürken, o kızgın ve sinirli bir ses tonuyla "aranızda ne olmuşsa olmuş. şimdi gidip alıp geleceksin, yoksa seni öldürür, leşini de götürür şehir dışında bi yere gömeriz, kimsenin de bi daha senden haberi olmaz" dedi.
Cümlesini tamamladığında "ciddi değildir" diye içimden söylendim ama bu sırada o diğer tehditleriyle konuşmasını devam ettirdi ve ortalık giderek daha bi kızgınlaşmaya başladı.

Hiçbir şey demedim, hiçbir tepki göstermedim ve o yeni öldürme tehditleriyle konuşmasını bağıra çağıra devam ettirirken, kapının zili çaldığı için konu bi anda kendiliğinden kapandı, gelen misafirler olduğu için ortalığı kalın, dipsiz kuyudaki gibi derin bir sessizlik kapladı. Bu sırada, 3numaralı abim de, o yokken bana yöneltilen ölüm tehditlerinden habersiz tuvalette sıçıp yanımıza gelmişti. 

Ben de bu sırada içimden "ulan daha bacak kadarken çocukken bana onca hakareti edip, durmadan döven-söven, her gün beni tükürüğünde boğan adam şimdi ölüm tehditleriyle gerçekten öldüresiye döver, ölürsem de gerçekten beni götürüp bi yere sessizce gömer, kimsenin de leşimden haberi bile olmaz. Şimdi ben buna inanıp konuşacağız sanarak memlekete geldim ama yalan çıktı. madem geldim, bari bu olaydan dayakla kurtulmaya çabalayayım. ama sonrasında ne bok yiyeceğim?" diye düşünmeye başlamıştım ve kapının açılıp gelenlerin misafir odasına buyur edilmesinden sonra, ablam gelip misafirlerin amcamlar olduğunu söyledi. Bunun üstüne abimler, hemen aldıkları tüm aile terbiyelerini takınarak amcamlarla bayramlaşmak için kalkınca, bende onlarla beraber yaş sırasına göre en arkalarında yer alarak misafir odasına geçmek için harekete geçtim.
Onlar önümde ve benden de biraz daha hızlı olunca, ben odadan çıkarken duvarın kenarında sırt çantamı gördüm ve bunun üzerine birazcık yavaşladım. 
Yavaşlamamla onlar misafir odasına tamamen giriş yaptılar ve ben o anda köşedeki sırt çantamı alıp, onların büyük bir coşkuyla gerçekleşmekte olan bayramlaşmalarını siktir edip, kapının önündeki ayakkabılarımı giydiğim gibi, uçarcasına merdivenlerden atlaya zıplaya inip apartmandan çıktığım anda sokaklarda delicesine koşmaya başladım.

Aradan bi kaç dakika geçmiştiki bayramlaşma sevinci bitmiş olduğundan evde olmadığım anlaşılmış, ev ahalisi tarafından telefonum sürekli çalmaya başlanmıştı. Arayanlardan biri olan 3numaralı abimdi ve onun mizacı diğerlerine göre biraz daha yumuşak ve merhametli olduğu için telefonunu açtım. Nerede olduğumu, neden çıktığımı, nereye gideceğimi vs sordu, bende "sokaklardayım ve İstanbul'a dönüyorum" cevaplarını verdim. O "yaptığımın yanlış olduğunu, kaçmakla her şeyi daha kötüleştirdiğimi vs" söyledi. Fakat edilen ölüm tehditlerinden haberi yoktu ve ben şimdi telefonda bunu anlatarak, kendimin kaçmakla haklı olduğumu anlatamazdım.
Zaten kararımı da vermiştim ve henüz yiyeceğim daha çok bok varken, evli olmamıza rağmen yanımda duramayan bi amcık yüzünden ölmeye niyetim yoktu. Üstelik ben yüzlerce km öteden sırf 1numaralı abimin "gel konuşalım" sözlerine inanarak tüm saflığımla gelmiştim. Ama saflığım beni buraya "abini dinle ve memlekete git konuş. Konuşarak her şey halledilir" diyerek getirmiş olsada, olaylar boka sardığında devreye giren cingözlüğüm "yapacak tek şey var, o da siktir olup gitmek" diyerek beni tetikleyerek harekete geçirmişti.

Telefon aramaları bitmek bilmeyince, telefonu tamamen kapatıp bir kaç sokak geçtikten sonra bi taksiye binip şehir dışına çıktım. Otostop çekerek, akşama kadar komşu illerden birine geçtim ve sonrasındaki günlerde de yarı gezerek, yarı kafayı toplamak amacıyla oyalanarak İstanbul'a dönmüş oldum.
Canlarımdan, tatlı canımı kurtarmış bi halde İstanbul'a dönmüş, bir kaç gün evden çıkmayarak tamamen toparlanmayı başarmıştım.
ve işte hayat böyleydi. Dağılmak gibi, toparlanmak da kısa sürüyordu. Çünkü olup bitenlere karşılık yapacak tek şey buydu. Ağlayıp sızlamanın kimseye yararı olmazdı. İyisi mi; olmuş olanı arkada bırakıp, sikinin yönüne doğru yol almaya devam etmekti...

Beni ölümle tehdit eden abimle o tehdit gününden, benim bu yılki hastanelik olma durumuma kadar hiç görüşmedim, hiç bir zaman birbirimizi görmedik. Yani yıllar sonra hastanede baygın halde hemşireler tarafından uyandırıldığımda gördüm ve zaten bi ağlama krizi tutmuştu beni. Üstelik o günlerde bilinç-hafıza kaybı gibi şeyler yaşadığım için onunla yıllardır konuşmadığımızı, görüşmediğimizi ve tabii nedenini de unutmuştum. Olayların hiçbiri de aklımda değildi. 
sonrası işte böyle böyle gelişti...

Karımla ise dolaylı ayrılışımızdan yıllar sonra, yani ara ara geldiğim memlekette annemlerin ısrarı, karımın da benimle görüşmek istemesi, benim "oğlumu babasız büyütmeme düşüncelerim" ve erkeklerden bıkmam yüzünden bir kaç sefer bir araya gelip "tekrar deneyebilir miyiz"i konuştuk. O buluşmalarımız ise sırasıyla şöyle oldu:

1. görüşme (2019 yılı)
Oturduk konuşmaya başladık ama o pek konuşmadı ve sadece "sen her şey nasıl istiyorsan, öyle olsun" dedi. Ben de "sence ben nasıl istiyorumdur" diye sordum, "bilmem" dedi. Bunun üzerine "peki sence nasıl olmalı" diye sordum yine bir şey demedi.
Uzun bi sessizlikten sonra bir kaç sefer üst üste "sen nasıl istiyorsan öyle olsun" dedi. Bende bunun üzerine "yani senin bir düşüncen yok mu, biz buraya konuşmak için oturduk ama bu kadar önemli bir konu hakkında senin bi fikrin yok mu, bu konu üzerine hiçbir şey düşünmedin mi?" diye karşılık verdim. yine bir şey demedi, tüm zorlamalarıma karşılık da aynı cümlelerini tekrar edince, çaylarımızı içip kalktık, kalkarken de "düşünelim" diye söylendik.

Ben dönüp İstanbul'a geldim. Düşündüm taşındım ve baktımki, hiçbir şekilde fikrini söylemiyor, topu bana atarak kendince yine bir şeyler çeviriyor sustum. Çünkü önceki beraber yaşadığımız zamanlarda söylediklerinden, davranışlarından dolayı kafamda onlarca soru vardı ve bu "sen nasıl istiyorsan öyle olsun" cümlesi pek kafama yatmadı, yatacak gibi de olmadı. Bu yüzden, onu taklit etmeye karar vererek sessiz kaldım. 2020 yılına kadarki görüşmemize kadar da sessizliğim devam etti.

2. görüşme (2020 yılı Aralık ayı)
Annemlere ziyarete gelmiştim ve yine onların ısrarıyla Karımla iletişime geçip konuşmaya karar verdik. Aslında belki ikimizde aklımızı başımıza almış olabilirdik ve o eski huylarından (oyalama taktikleri, aileye bağlılıktan kaynaklı kendi yuvasına bağlanamama, her konuda rahatlıkla yalan söylemek vs gibi )bir kaçını, ben ise kötü huylarımdan çoğunu terk edebilirdim. Üstelik Öküz Herif bile beni "lan ben babasız büyüdüm, bizimkinden bi hayr görmedim. bari sen huysuz karı yüzünden, çocuğa yazık etme. amcığa biraz sabret, oğlanı büyütürsünüz. zaten bi yaştan sonra bakmana da gerek kalmaz" diye destekliyordu. Onun bu söylemleri, ailemin zorlamaları derken "aslında eskimiş olan karımla biraz olsun anlaşabilirsek yeni bir yuva kurar, oğlumuzu da psikolojik olarak daha sağlıklı bir şekilde büyütebiliriz" diye düşünüyordum. 

bu olay ve düşünceler arasında, ona mesaj atıp oturup konuşalım dedim ve onunla bir kaç gün sonra oturduk konuşmaya başladık. Konuşma esnasında bana eski ev eşyalarını ne yaptığımı sorduğunda ona açıkça "kullanmıyordum diye, yeni evlenen ihtiyaç sahibi bir çifte verdim" diye cevapladım.
Cevabımla çok şaşırdı ve "hepsini mi" dedi, bende "evet, diğer eşyaları da kullanmadıkça zaman içinde ihtiyaç sahiplerine dağıttım" dedim, o ise "hepsi çok pahalıydı, çok para vermiştik" diye beni yanıtladığında "yenilerini almak zor değil, en fazla bir yıl içinde çalışarak her şeyi yeniden alabilirim" dedim. 
Cevabım üzerine ondan "evet haklısın. eşya nedir ki, yeterki biz mutlu olalım, yeterki biz birlikte olalım, huzurumuz eksik olmasın" gibi bir cevap beklerken, o bana "hiç paran var mı?" diye sordu.

Sorusu üzerine dondum kaldım, ama şimdi donup kalmanın sırası değildi, kadın bir cevap bekliyordu. Sorusu kafamın içinde yankılanıp dururken kendimi saniyeler içinde toplayıp "biraz var" diyebildim. O bunun üzerine "ne kadar" diye sordu, ben de "16.500 TL var" dedim ve ondan "iyi çok şükür, sana-bana-oğlumuza yeter. zamanla hepten toparlanır, çok güzel şeyler de alırız, çok parada biriktiririz" cevabını beklerken o bana "16.500 TL neki? bi koltuk takımı bile gelmez" dedi ve beni aralıksız bi şekilde günlerce eşşekler tarafından sikilmişe döndürdü.

Bir şey demedim ve gerçekten o andan sonraki konuşmamızın devamını, ne konuştuğumuzu hiç hatırlamıyorum. Çünkü annemlerin zoruyla da olsa buraya gelip, sevgiyle ayakta tutulacak 3 kişilik bir yuva kurmayı düşleyen ben, 16.500 TL'ye koltuk takımı alamayacak bir kadınla oturduğumun farkına o anda varmıştım.
O andan sonra; onun önceki tüm davranışları, doymayan gözleri, beni yıllarca oyalayışları, türlü bahanelerle oğlumuzu alıp ailesine kaçmaları, sürekli kavga etmesi, tüm zorluklara tek başıma katlanmaya çalışmam ama onun bunlara karşılık olarak sadece afra tafra yapması aklıma bir bir gelmeye başladı ve nasıl olduysa "geç oldu, kalkalım, düşünürüz" lafıyla kalkıp ayrıldık.

Kadın mutlu bir yuva değil, onbinlerce liralık koltuk takımlarıyla döşeli bir evi olsun istiyordu, oğlumuzu beraber büyütmek değil, koltuk takımında komşularıyla beraber oturup kahvesini yudumlamak istiyordu. ve artık emindim ki; kadın beni değil, kendisi için sonsuza kadar çalışacak basit bir köle istiyordu.

Bu nasıl bi kafaydı ve ben bu kafayı nasıl unutmuş olabilirdim ki?

Ama işte unutmuştum. Her şeyini, her hareketini, her yalanını, her kaçışını, her oyalayışını, her numarasını unutmuştum.


Konuşmamızın ertesi günü İstanbul'a dönüp, ona da mesajla "istanbul'a döndüm, oğlumu yerime öp lütfen" diye yazdım, o da "keşke bu işi halletmeden dönmeseydin" diye yanıtladı.

Önce cevap vermedim, ama sonra şöyle bir mesaj döşedim;

"Geçen yılki konuşmamızı ve bu yılki konuşmamızı karşılaştırdığımda, 180 derece farklı bi konuşma gerçekleştirdiğimizi gördüm. Geçen yıl "sen ne istersen, nasıl istersen öyle olsun" demiştin bana ve bende o an farklı bi tepki versemde, zamanla konu üzerine daha detaylı düşünmüş, asla değiştirmeyeceğimi düşündüğüm bazı kararlarımı gözden geçirmiş ve değiştirmiştim. Örneğin;

-İstanbul'da yaşamak yerine seninle memlekette yaşamak gibi

-Ailemle yaşamak yerine, ikimiz için ayrı ev tutmak, yeniden bir hayat kurmak gibi. 

Ama benim radikal değişim kararlarıma rağmen sende bi ilerleme göremiyor, aksine daha geriye gittiğini ve bunları da bana pek göstermemeye çalıştığını düşünüyorum.

Örneğin "16.500 TL'ye koltuk takımı bile gelmez ki" deyişin gibi. Daha önceden aklımda kalan en olumsuz davranışın ise çocuk konusunda "seni oyalamak için 2 yıl sonra demiştim" cümlen gibi.

bu konuşmalarımızdan sonra kafamda kendin için yarattığın imaj; sanki daha en başından bu yana aslında her şeyde kendi istediğini yaptırıncaya kadar böyle davranıyormuşsun gibi bir algı oluştu. Son konuşmamızda da dediğin gibi; bu konu üzerine çok iyi düşünmemiz lazım.

Hayat akıp gidiyor ve ben yanlış bir karar daha vermiş olmak istemiyorum...


Bu yazışmamızdan 49 gün sonra ben hastanede gözümü açtım ve zaten o da vicdan azabının etkisiyle helallik için mesaj atmaya başladı. Bu konuya ise aşağıdaki Dönme Dolap adlı yazıda değinmiştim. 


Şimdi yazıyı çok uzatmış olmak ama bazı detayları yine üstün körü atlamış olmama rağmen sana şöyle diyeyim:

Ben vermem gerekenleri fazlasıyla verdim. Almam gerekenlerin ise hiçbirini alamadım. açıkçası neyi alıp almamam gerektiğini de bilmiyorum. Fakat bildiğim tek şey; ben sorumluluklarımı her zaman fazlasıyla yerine getirdim.

Yerine getirirken, amacım karşılığında bir şey almak değildi. Çünkü bir ilişki içindeydik, bir alışverişte değildik. Sadece sorumluluğum olduğu, sorumluluğu üstlendiğim için tüm gücümle, elimden gelenin fazlasını yaparak sorumluluğumu yerine getirdim. Ama karşımdakiler bi alışverişteydiler, bunu bilememiştim, iş işten geçtikten yıllar sonra anladım.

Şimdi burda memleketteyim ve insanların evliliğim, aile hayatım üzerine ara ara ağızlarından kaçırdıkları cümlelerden anladığım kadarıyla kimseye bir şey demeden kaçıp giderek, zamanında kimseye olayların detaylarını anlatmayarak, acılarımı-sıkıntılarımı tek başıma yaşayarak, evliliğim hakkında iyi kötü hiçbir şekilde kimseye bir yorumda bulunmayarak çok iyi yapmışım.

Bir hastalık geçirdim ve çok şükür iyileşmeye doğru adım adım giderken, insanların da zamanında bana karşı yaptıkları haksızlıklardan dolayı vicdanen duydukları rahatsızlıklarının sonucu olarak, farkında olmadan itiraflarını dinliyorum ve şükür ediyorum.

Ben vermem gerekenleri fazlasıyla verdim, değeri bilinmedi. Artık verecek bir şeyim yok ve bu saatten sonra kimseye karşı alacak verecek kavgasına tutuşacak değilim. 

ama yine de; umarım herkes içi rahat bi şekilde ölür.




Yazı başlığı: Dönme Dolap 


"Başına bir şey gelmedikçe, hayatı çok ciddiye almadığını" söyleyenler olursa onlara inanma. Çünkü "hayatın ne olduğu" hakkında hiç kimsenin bir fikri yok. Bu yüzden seni kendi dünya ve görgüsüz görüşleriyle zehirlemelerine izin verme. Herkes doğru bildiği bir saçmalığa sımsıkı tutunup yaşamını, belirsiz olan zamana kadar sesli veya sessizce sürdürüp, sırası geldiğinde şanslı ise yaşadığı hayatın aksine, beyaz bi bez parçasına sarınıp kendisi için kazılan çukura büyük mecburi bir sessizlikle atılmakta.


Kefen denilen beyaz bez parçasını düşündümde komik geldi. Düşünsene leş bi hayat yaşıyorsun, gerçektende leş birisin, çerden-çöpten çıktığın yok, başın beladan kurtulmuyor, yemediğin halt kalmamış, kapandığın bokun içindeki sinekler artık senin üstünden eksik olmuyor ama öldüğünde yine de beyaz bi bezle uğurlanıyorsun.

Bu nasıl bi aldatmaca? Bu nasıl bi kandırmaca. Bunu anlatmak için trajikomikten daha derin, daha yoğun bi anlamı olan başka bi kelime daha bulmanın zamanı geldi de geçiyor...


Hayat kendi sığ düşünceme göre, yukarıda bahsettiklerimden fazlası değil ve doğrusu sana abartılarak anlatılmasına göz yumarsan, gözün hep yumuk kalacak. Çünkü göz görür, kalp hisseder ve beyin gördüğünü hissettiğiyle beraber işleyerek senin için anlamlandırmaya çalışır. Ama sen verilmiş olan gözü kaparsan, kalbi yok sayarsan beynin de bi bok yiyemez. Böyle işte...


Şu an, İstanbul'un küçük bir semtinin anca yarısı kadar olan memleketimdeyim. 2 hafta önce terapilerim bitti, bi süre sadece ilaçlarla ilerleyerek süreç içerisindeki gelişmeler gözlenecek ve sonrasında da tekrar kontroller yapılarak, tümörden tam olarak kurtulup kurtulmadığım veya işte neler olduğuna bakılarak yeni bir yol haritası çizilecek.

Şükürki önemli bir şey olmadıkça hemen dönmem gerekmeyecek ve hatta büyük ihtimalle kemoterapi ilaçlarını burdan alarak bi müddet daha devam edeceğiz. Yani kısaca; yoğun tempoya ara verildi ve bende bizimkilerin ısrarları ve tabi tüm ilgilerinden dolayı borçlu hissetmem yüzünden işte burdayım.


Onlara kendimi borçlu hissettiğimi düşünerek gelsemde, aslında olay tam olarak sadece borçlu hissetmek değil. Gelme nedenlerim daha derin nedenlere bağlı ama işte bilirsiniz, insanın ifade gücü asla tam olmaz, olamaz. Çünkü bazen anlatılmak istenenler için kelimeler icat etmek, onları uygun cümlelerle tek tek dizerek anlaşılır kılmak gerekir. Bense bu ara bunu yapabilecek kadar güçlü değilim.

Ama yinede, gelme nedenlerimden bir kaçına basitçe değinecek olursam sanırım şöyle sıralayabilirim:


1-Aileme kendimi borçlu hissettiğim için geldim: çünkü nede olsa kovularak da olsam, 18 yaşından bu yana çoğunlukla; hayatını sikinin keyfine, kafasının dikine, öğrendiği her ne boksa yeterki doğru olduğuna inanmış olarak, ama sadece gerçekten doğru bildiğine göre yaşayan biriyim ve onlar tüm bu yer yer çok iyi, yer yer çok ama çok kötü çatışmalarımıza rağmen, yinede yardıma ihtiyacım olduğunu duyduklarında, hiç düşünmeden (belki de enine boyuna, altına üstüne vs vs göre derinlemesine düşünmüşlerdir. onu sadece Allah ve kendileri bilirler. ben bilmem en iyisi bu bahsi kapatayım) gelmeleri.

(gerçi sikimin keyfine göre yaşama maceralarıma rağmen; iletişimimi hiçbir zaman tam olarak koparmadım. çünkü onlar ailemdi ve ne olursa olsun iletişimimi koparamazdım.) koparmamam gerektiğine olan kendi nedensiz sabit kişisel inancımla her zaman bi şekilde bağlantıda kalarak devam ettim.

Zaten seni sevmediklerinden emin olsan bile aile ile bağ koparılamaz. Çünkü içimde, çok ama çok derin bi yerde onlara çok bağlıyım ve bunu hiçbir zaman yok edemedim. Edemiyorum.

Şimdi yazarken aklıma geldi de; belki de derinlik dediğim şeyin ta içindeyim ve bu yüzden onlarla bağım da bir türlü yok olmuyordur, yok edemiyorumdur. Derinliğin var olduğunu biliyor ama derinlikte olduğumu göremiyorumdur.  


Yani zaten bugüne kadar kimseye söylemedim ama (gerçi geçen ay hastanedeki kadın doktorumla olan aramızdaki spontan konuşma esnasında, onunda aile ile ilgili kurduğu bi cümlesi üzerine "aile değişik bir şey. onlarlada olmuyor, onlarsızda olmuyor. ne yapıcaz bilmiyorum" dedim ve bi anda ikimiz gülüştük)

Şimdi düşünüyorumda; bence aile ile olan bağ hiçbir zaman kopmuyor.

Bağın kopması sadece kişinin ölümü veya ailenin ölümüyle son bulmalı. Öteki türlü son bulmalar bana hep yanlış geldi. Bu yüzden bayram seyranlarda ve her yaz  1 aylığına veya 2-3 haftalığına buraya gelip kavga gürültü de olsa iletişimde kaldım. Onlarla iyi kötü vakit geçirdim, geçirmeye çalıştım. Bunun dışında da zaten telefon hatlarımız hep bağlıydı. "parantez çok uzamış, kapatıp başladığım cümleyi bağlayayım) onlardan uzakta biri olmama rağmen, yardımlarına ihtiyaç olduğunu öğrendiklerinde çıkıp gelmişler.


2-Kalkıp geldikleri için, tüm ağırlığımı yüklendikleri için onları onore etmem gerekirdi. Çünkü bu süreçte benim için çok ama çok uğraştılar. Üstelik çabaları gerçekti ve bunu yüreğimden hissettim. Düşündükçe, aklıma geldikçe de gözlerimi yaşartıyor. Çünkü benim için çabalayan başka bir insan ve insan topluluğu sanırım hiç olmadı ve olacağını da sanmıyorum.


3-Memlekette kanser olduğum duyulduğunda herkes şok geçirmiş. Çünkü yaşadığımız yerde herkes bilirki; ben sikinin keyfine göre yaşayan biriydim ve sikine göre yaşayan insanlara kanser gibi şeyler olmaz. Onlar sadece bi kazada ölebilirler, ya da hayatlarının sonuna doğru elden avuçtan düşmüş olarak biraz sürünüp mezarlarına kıvırılıp gebererek girerler. (bu da zaten çok uzak zamanlarda gerçekleşeceğinden, şimdilik kimsenin umrunda değildir.)

Ama işte kazayla öldürmeyen Allahım, kanser diye bir şey vermişti ve kimsesiz olarak getirildiğim hastaneden dünyaya bir SON DAKİKA haberi geçilip, abimlere haber verilmişti. Abimler bir iki kişiye ne yapılacağını, kanser illetinin ne olduğunu vs sorup ederken, olay tamamen duyulmuş ve son dakika haberlerini sürekli soranlarla da tüm şehir bir kaç gün içinde acilen ameliyat edilmezsem, geçirmekte olduğum krizler vs vs dahil sonrasında öleceğimi öğrenmişler. Bense o sırada kolumdaki serumlarla rüyalarımda vur patlasın-çal oynasın içinde günlerimi harcıyor, bazen yaşayıp yaşamadığımı görmek için bilincim kontrol ediliyordu.

Neyse ne işte, özetle; Tüm şehir, öleceğimi öğrendikten sonra benimle uzak yakın demeden ilgilenmişlerdi ve bende işte

-ölmediğimi göstermek için,

-ailemin yanımda olduğunu göstermek için,

-ailemle aramızda ne olursa olsun hepsinin sadece hayatın içindeki yaşanmışlıklarından ibaret olduğunu göstermek için dönüp onlarla yaşamak zorundaydım.


4-Haftalar süren yoğun bakımlar, saatler süren ameliyatlar ve benden ümit kesenlerin okuduğu El-Fatiha ve Yasin Sürelerine karşı iyi olduğumu, Allahımın beni iyileştirdiğini, ailemin de bu süreçte beni iiyileştirmek için ellerinden geleni yaptıklarını, hâlâ yapmaya devam ettiklerini, edeceklerini göstermek için döndüm.

Çünkü aile ile aranızda ne olursa olsun bu sadece ailen ve seni ilgilendirir ve bu yüzden; sırası geldiğinde ailenle show yapman da gerekir. Bazense tabiki sadece ailenin tek başına show yapmalarına fırsat vermek gerekir. Bundan fazlası değil. Fazlası zehirdir.

Zaten her şeyin fazlası zahirdir. Ben çok sık zehirlendiğim için bunu iyi bilirim. Şimdi dönüp baktığımda daha iyi görüyorum. Zehirlendiğimi ve kendi panzehrimi de kendimin zamanla, farketmeden ürettiğimi çok iyi görüyorum. Çünkü ben başımın tek belasıyım ve belki de en güzeli budur. Doğrusunu Allahım bilir.


6-Dönme nedenlerimden biride; bu süreçte oğlum ve annesiyle olan iletişimimizdi. Annesi, benim öteki tarafa kesin olarak artık gidici olduğumu duyduktan sonra, ciddi ciddi vicdan yapıp bana sürekli mesaj atıp, hal hatır sormaya başlamıştı. Bense bunun vicdandan dolayı olduğunu buraya gelinceye kadar, günlük egzersiz amaçlı yürüyüşlerimde yeri titreterek sokaklarda adım atıncaya kadar anlamamıştım. Bunun yerine ilk doğduğum gündeki saflığımla; ailemin evine geldiğimde, onunda elini tuttuğu oğlumuzla çıkıp geleceğini bile düşünmüş ve "her şeyi boşver, aramızda olup bitenler, başımızdan gelip geçenler, geçemeyenler, başımıza gelmesini beklediğimiz ama gelmeyenler umrumda değil. yanındayım. hadi bak oğlumuzda büyüdü, yeni bir hayata başlayalım" diyeceğini bekliyordum ama gelip demedi, telefon açmasını bekledim ama açmadı. Öylece şok-umla, gece yarısı karanlığında duvar dibine yapılmış bok gibi kalakaldım. Bir kaç gün sonra bunu da atlattım ve işte yazıyorum.


7-Gelme nedenlerimden birinide 6.maddeye bağlayarak yazmak kendime daha dürüstçe davranmak demek olur. Şöyleki;

Ben böyle işte onun oğlumuzla çıkıp aile evimize geleceği gibi şeyler düşünürken, hiçbir şey olmadı. Bunları düşünmemi tetikleyen ise Öküz Herif'di. Çünkü hastane süreci ve sonrasındaki davranışları, konuşmaları, hal hareketleri vs sanki benden bi an önce kurtulmak istiyor, ama bunu nasıl yapacağını kestiremiyor gibiydi. Hatta bazen öyle bir çıkışları oluyorduki "ne olacaksa olsun" der gibiydi. Sanki başına bela olup kalmışım gibi davranıyordu. Hatta bi aralar eve sırf onu görmeye gittiğimde bile bana "ölmekten korkuyor musun, bundan hiç kurtulamayacağını, öleceğini düşündüğün oluyor mu?" diye sorular da soruyordu.

Farklı konuşmalarında ise "oh çok şükür sizinkiler sigorta vs her şeyi hallettiler uğraşmadık" gibi muhabbetlere defalarca girip durmuştu.

Bense onun bu konuşmalarına karşılık yanına iyi hissedeyim diye gitmelerimi boşvermiş, onun bitmek bilmeyen son dakika gol atışlarını kurtarmakla ve söylediklerini kafaya takmamak için uğraşmakla vakit harcıyordum.

Bu konuşmalarına karşılık bazen dayanamayıp 5 dakika sonraki alakasız bir konuşma esnasında ağladığım oluyordu ama sanki onun beni ağlattığını değilde, yaşadıklarıma ağladığımı düşündürecek hareketlerde bulunuyordum ve oda inanmış olarak "tamam tamam geçecek bunlar" diyerek yine üste çıkıyordu. Yani dayak atılan öğrenci gibiydim. Çalışkan bi öğrenci olmam içindi her şey. Ağlasam da suçluydum, ağlamasam da. Gidip kimsenin olmadığı, sadece allahın gördüğü bir köşede sessizce tek başına ağlamak ise en güzeliydi. 

Onun yanında ağlamamı tutamayıp ağladığımda ise biliyordumki ve o da hissettiriyordu ki; ağlama sızlamalarım da umrunda değildi. Söylemleri, davranışları  vs şimdi bile aklıma geldikçe ağlayasım geliyor ya neyse.)


Öküz işte böyle davranışlarla, beni allak bullak edip tümörlerimle elele vermiş halay başını çekerken, bende; o sırada eski karımın hal hatır sormalarına büyük büyük anlamlar yükleyip kendimi kandırarak iyi hissetmeye çalışıyordum.

Oysa onun yaptığı da, Öküz Herif'inkinden farklı değildi. Çünkü Öküz gibi kalkıp "ölmekten korkuyor musun?", "bundan kurtulamayacağını düşündün mü hiç?" demek yerine 3,5 cm'e 7,5 cm büyüklüğündeki beyin tümörümü avucunun içine alıp "bugün nasılsın, allah şifa versin, sana yasin okuduk, rabbim seni oğluna bağışlasın, inşallah bunu atlatacaksın" gibi vicdan mesajları atmakla meşguldü ve bunlar bana daha mantıklı geliyor, daha iyi hissettiriyordu. Bende bu mesajlarına karşılık büyük umutlarla, ama gerçekten çok çok çok büyük umutlarla "amin, sağ ol, teşekkür ederim gibi bir kaç cümlelik daha" yanıtlarla karşılık veriyordum.

Oysa o, bana yaşattığı haksızlıkların vicdanındaki ağırlığını, ben yoğun bakımda olduğum sürece benim için onlarca yasin süresi okuyarak, sürekli bana dua ederek hafifletmek için didinmişti ve başarmıştı. İşte şimdi ben burdaykenki sessizliği de bu yüzden olsa gerek. Zaten vicdan sustuktan sonra dil ne diyebilir ki?


8-Buraya dönme nedenlerimden biri de annem.

Çünkü ne olursa olsun, onun üzerimde çok büyük bir hakkı olduğuna inanıyorum ve bu yüzden onunla vakit geçirip, en azından elimden geldikçe burda yanında olduğumu göstermek, bu süreçte bana duyduğu üzüntüsünü dindirmek istiyorum. Biraz da olsa vakit geçirmek istiyorum.

Onu iyi hissettirmek sanırım bugüne kadar yaptığım en doğru davranışlarımdan biri olur, şu an oluyordur.

Sonuçta kadın 36yıl önceki dondurucu kışın ortasında, hava bilmem eksi kaç derecedeyken ahırdan bozulma ama çevredekilerin yardımıyla eve dönüştürülmüş bi yerde, bir bebek doğurdu ve ölmesin diye sahip olduğu bi kaç bez paçavrasını koynunda ısıtıp ısıtıp beni günlerce sıcak tutmaya çabaladı ve sonuç olarak başardı da.

Bana her "yakacak bir şey yoktu, sadece bizim değil, hiçkimsenin yoktu. bende sen doğduğun zaman, gece boyunca sürekli kalkar koynumda ısıttığım bezleri, üzerindekilerle değiştirerek seni sarıp, kucağıma da iyice bastırıp donmanı engellemeye çalışıyordum" diye anlattığında, yıllar önce benim için verdiği çabanın karşılığı olarak, bende bugün onu iyi hissettirmek, ne olursa olsun yanında olduğumu göstermek istiyorum. Bunu hak ediyor. 


9-Diğer nedenlerden biri oğlum: Hastalığımla ilgili çok detaylı bilgilendirmeye girmeden hasta olduğumu söylemişlerdi ve ona çaktırmadan, en azından ben ölmeden önce sık sık görüşelim diye daha fazla aratmaya başlamışlardı. Biz onunla konuştukça, oğlumla daha fazla vakit geçirmek istedim, benimle büyüyebilir diye düşünmeye başladım. 

Buraya geldiğimde ise bir ergeni karşımda gördüm ve onun dediğine göre "onu sürekli tersliyormuşum"

Oysa hayır terslemiyorum, sadece olabildiğince dürüst olup, yanlışına yanlış, doğrusuna doğru deyip duruyorum. Sevmediğim şeyleri uzun uzun açıklıyor, onu bayıyorum.

İnsanlarla emir vererek, hakaret içeren cümleler kurmadan iletişim için yönlendirmelerde bulunuyorum hepsi bu.

Geçen bunu annesine de mesajla "insanlara karşı terbiyeli olsun, herkesle bağıra çağıra konuşuyor, emir veriyor. söyle böyle konuşmasın" diye yazdım. Annesi ise bana"babası olarak sende yumuşak bi şekilde söyleyebilirsin" dediğinde "defalarca söyledim, ama anlamıyor. bu davranışları kemikleşmiş. nasıl yetiştirmişsen yumuşaklıktan anlamıyor"  diye yanıtladım. Bunun üzerine annesi karşılık olarak "tek başıma anca bu kadar yetiştirebildim" diye yanıt verdi. Bende karşılık olarak "iyi, en azından böylece tek başına büyütemeyeceğini öğrenmişsin" diye yazdım ve konuşmamız bitti.

Çünkü yıllar önce oğlumuzu alıp gittiğinde, gerçekten bana vermeyeceğini, kendisinin büyüteceğini vs söylemişti. Yıllarca da böyle davrandı. Ben ise her yaz en azından 1 aylığına da olsa vakit geçirip durdum, ara zamanlarda ise bi şekilde iletişimde kalmaya özen gösterdim. Geri kalan zamanlarda ise keyfime bakıp işte buralara yazdıklarımın bazılarını yaşadım, hissettim. Tüm bunların tekrarına devam ettim.

Hem zaten bilirsiniz işte, zorla güzellik olmazdı, zorladım olmadığını da gördüm.


10-Kalabalık bi aile olmamıza rağmen, hayatım boyunca aslında tek başıma olduğumu düşünüyor olmamında etkisi var. 

Güya 9 kardeşiz ama ben hiç 9 kardeş olduğumuzu hissederek büyümedim. Sadece birileri vardı ve işte onlarla birbirimize kardeş diyorduk.

Son yıllarda ise artık bunu eksiklik olarak hissetmemeye başladım. Sanki bi çöp kovasında bi anda ortaya çıkmışım gibi hissediyordum. Güya akrabalarım, çevrem, eşim dostum, bilmem nelerim vardı ama işte hayatın çektiği şutları hep tek başıma karşılıyor ve zaten artık yorgunluktan gol yememeyi bile bırakmıştım. Bunu sadece kendim için değil, Öküz Herif için de hissediyordum. İkimizde dibimize kadar, kökümüze kadar yalnızdık ve birbirimizden başka kimsemiz yoktu. Bunu ona da bi kaç sefer söyledim ama her zamanki lakayt tavırlarıyla geçiştirdi. Oysa oturup konu üzerine derinlemesine konuşmayı ne kadar çok istiyordum. Ama olmadı, olduramadım, bende her zamanki gibi içimde bi yerlere atıp üzerini de kalın bi toprak tabakasıyla kapattım.

Her neyse işte, olan olmuş, gelen geçmiş ve işte burdayım ve yarım bile olamayan, hatta ne olduğunu bilmediğim ama içimdeki o eski aile özlemini biraz da olsa doldurmak, dindirmek ve bununla iyi hissetmek istiyorum. Bakalım olacak mı?


11-Kendimi tanımak, kendime vakit ayırmak içinde geldim. Çünkü kendimi bazen tanıyamadığımı, dışardan nasıl göründüğümü, nasıl biri olduğumu görmek istiyorum. Bunlar için geç kaldığımı düşünmüyorum. Yoksa geç mi kaldım?



Yazı Başlığı: Kimse Siz 


Bazen kanal kanal gezinirken denk geldiğin haberde spikerin lakayt bi tavırla, her zaman her yerde gerçekleşen sıradan bir olayı okumaya çalıştığında veya gazetenin 3. sayfasının ufak bir köşesine zoraki bir şekilde öylece sıkıştırılmış bir şekilde görürsün onlardan birini.

Çok şanslılarsa, fiyatını iki katına çıkarmak için albüm diye lağımlık sikik bi-iki şarkısıyla gündemi işgal eden bir orospunun dün gece aşk adı altında kendini kime siktirdiği olayına büyük puntolu renkli yazılarla yer verilmediği için mecburen açılmış olan yeri doldursun diye, habere konu olan kişinin cebinden çıkan yırtık pırtık vesikalık bi fotoğrafıyla yer verilmiş olarak görürsün "kader kurbanı" başlıklı ölüm-kaza-yaralama-hırsızlık-vs haberlerinden birinde görürsün.


Sahi kim bunlar, nerden gelmişler, nereye giderken ölmüşler, kimi öldürmüşler veya kim tarafından ne diye-neden öldürülmüşler.

Kimseleri var mıydı?

Mesela bi sevenleri, hatta ölmesini isteyecek kadar nefret edenleri veya açık açık yani hiç gizlemeden onları sevmediğini yüzlerine söyleyenleri var mıydı, olmuş mudur?

Kimdi o ölen gariban hırsız, gazetede açık kalan boşluğu doldursun diye yer verilen kimsesiz orospu kimdi?

Vesikalık fotoğrafından gariban hırsızı tanıyan biri çıkar mı acaba?

Ya da bi şişe şaraba amını 2 saat siktiren orospuyu "ulan ben bunu geçen hafta sikmiştim, araba çarpmasında mı ölmüş" diye sohbet konusu olarak arkadaşlarına anlatacak kadar yakın zamanda tanıştığı biri olur mu?

Her zaman aynı köşede dilenen fakat son zamanlarda görünmeyen dilenciyi kimse umursar mı acaba?

Örnekleri çoğaltmak mümkün. Mesela şöyle;

18'ine bastığı an evden kaçan acemi gaylerden de örnek verilebilir, "bana karışamazsınız çünkü 18 oldum, amımı istediğime elletirim" diye annesine atarlanan yeni kaltaklarda örnek verilebilir, ya da sevilmemişliğinin acısını, kendisine göz kırpan herkese götünü elleterek çıkaranlardan da bol bol örnek verilebilir. Ama mevzu örnekleri sıralamak olmadığı için, bir iki örnekle geçiştirmek yeterli olur. Sonsuza kadar çoğaltılabilecek örneklerin hepsinin ortak noktası olan; kimsesiz olarak yaşıyor olmaları, yaşamayı seçmiş olmaları ve bu kimsesizlik içinde sessizce ölüp gitmiş olmaları ise gerçeklerden başka bir şey değil.

Üstelik ani gelen ölümlerin sahipleri eğer aynı semtin aylağı iseler bir çoğu birbirini tanır. Bunun içindeki daha üzücü olan durum ise; bir çoğunun birbirlerinden habersizce ölüp gitmeleri ve birbirlerinin ölümlerinden habersizliklerinin nedeni de, ölümlerinden habersiz olarak birbirlerinin hakkında başka semtte veya başka bir şehirde aylaklığa gittiklerinin düşünüyor olmaları.

Oysa lamı cimi yok, aylaklar veya kimsesizler birbirlerinden haberli veya habersiz sessizce ölmüşler..


İşte bu sessizce ölenler, kimsesizce gömülenler kimlerdi, kimdi o elinden şişesi düşmeyen ayyaş hep merak ederdim.

Sahi kimdi bunlar, nerden gelmiş, nereye gidecekken o köşede yatıp kalkmaya başlamış ve son olarak ruhunu da orda teslim etmişlerdi.

Böyle işte, onları sağda solda çöp yığını gibi gördükçe haklarında düşünür düşünür düşünürdüm...


Sonra bi gün jetonum düştü ve baktımki aslında büyük ve kalabalık bir aileden olmama rağmen, bende kimsesizliği seçmiştim. Tek başıma yaşamayı, uzaklarda bir hayat kurmayı, yeni tanıdıklar edindiğim bir yaşama merhaba demeyi seçip herkesten uzaklaşarak, kimsesizleşmiştim.

İşte onlardan biri de bendim. Ama sanki onlardan değilmişim gibi davranarak yaşamayı seçmiş ve bu kimsesiz gerçeği görmeyi tüm benliğimle red ederek, sadece onların kimsesizlik içinde ölüp gitmelerini görmeyi seçmiştim. Başka bir gerçekle, kendi gerçekliğimi sahte gözyaşlarımla örterken rahatlamıyor da değildim. Rahatlıyordum, hem de çok.

Fakat şimdi görüyorum ki; o kimsesiz orospulardan, uyuya kalıncaya kadar içen evsiz sarhoşlardan, kimsenin sikmediği yaşlı gaylerden veya yeni yetme götverenlerden ve götsiktirenlerden ve 1 ekmek parası için hırsızlık yapmak zorunda kalan kimsesizlerden ve 1 LT su için memesini elleten çirkin kaltaklardan biri de benim.


Belki bahanelerimiz % 100 aynı değildi ama sonuç olarak ben de onlar gibi; sevdiklerime sevgim, saygım ve onlara duyduğum sonsuz güvenim bittiğinde, sabrım taştığında, onlardan işittiğim hakaretler ve onların yaptığı haksızlıklar sonrasında kimsesizliği, tek başınalığı, kendi kendine yuvarlanıp gitmeyi, bazen uzak bi köşede tek başıma gönlümce ağladıktan çok çok sonra tekrar kalabalığa dönmeyi seçmiştim. Yani;

bende o kimsesizlerdendim.

bende o yeni yetme geylerdendim

bende o ilk hoşlandığına götveren, ilk hoşlaştığının götünü sikendim

aç kaldığında, market sahibinin götüme sürtünerek boşalmasına izin veren kimsesizlerden biri de bendim

günler sonra olsa bile bi yatakta uyumak için, sıcak bi bacak arasına başını sokup sabaha kadar ordan çıkarmayan o zavallı hırpani kılıklı bendim.

Bende onlardan biriyim.

Tek farkımız benim henüz o kadar ilerlememiş olmam, onlar kadar düşmemiş, onlar kadar ümitsizliğe kapılmamış olmam, onlar kadar gözlere batmıyor olmam, onlar kadar, onlar kadar, onlar kadar...

bende onlar gibi küstüm herkese. artık oynamıyorum kimseyle.




Yazı başlığı: 75 Yaşındaki Ahlaksız Annem

Zamanında ailem beni evden defalarca kovmuş olduğu için en sonunda dayanamayıp, onlardan uzakta bi yerlerde o zamanki bilincimin doğruluğunda bi hayat yaşamış olsamda, aslında en derinlerimde, yani kendimin bile çok az bildiğim gizli bir yerimde, onlardan uzak bi hayat yaşadığım için hep kendimi suçladım, en mutlu anlarımda bile durmadan kendimi suçlamaya devam ettim.

Suçlarken içimden sessizce şunları veya şunlara yakın şeyleri söylüyordum;

-ne olursa olsun, uyum sağlamalıydım

-onlar ailemdi. benim kötülüğüm için değil, iyiliğim için çırpınıyorlardı ve ben onların bu iyilik dolu çabalarını anlamamıştım

-aramızda her şey olabilirdi, ama yine de aileydik, onlardan uzaklara gitmemeliydim. uzağa gittiğim için tek suçlu benim.

-ben kötü biriyim.

-ben ibneyim ve aslında ibneliğimi rahat yaşamak için, onların beni kovmasını fırsat bilip hemen evden ayrıldım.

-sikimin keyfine, götümün rahatlığına olan düşkünlüğümden dolayı onlardan uzak bir hayat yaşıyorum

-ben ibneydim, evliliğimi de bu yüzden sürdüremedim. aslında karıyı iyi sikebilseydim, belki bi yere gitmezdi.


..bu cümleleri ve şu an aklımda olmayan daha nicelerini içimden yıllarca ama yıllarca hiç yorulmadan, usanmadan, bıkmadan tekrar ede ede kendimi, kendime kötü ilan edip, her olumsuzluğun sorumlusu olarak görüp durdum.

Peki bunun sonucunda ne mi oldu?

Tabiki kanser oldum. Ya da diğer hafif adıyla "beyin tümörü"ne yakalandım. 

Bu yakalanışımla, adeta yeni doğmuş aciz bir farenin kapana kısılması gibiydim ve bir kaç günlük baygınlıktan sonra gözlerimi açtığım zaman, başımda 1 ile 2numaralıabim'ler vardı.


Onları gördüğüm anda tutulduğum ağlama krizini atlattıktan sonra, onlarla aramızda geçen tüm eski olayları unutmuş bir halde etrafa bakındığım bi kaç günü bitirdikten sonra, yoğun bakımdan çıkarıldım.


Yoğun bakımdan çıkarıldığımın daha ikinci gününde, etrafta kimseler yokken, doktorların mesaisi bitip evlerine gittiklerinde, çalışanlar el ayak altından çekildiklerinde yatağımın başucuna bir kaç saat arayla, hatta sırayla oturup bana "minnetsiz yaşamaya alıştığımı, ama öyle bir yaşamın olmadığını. insanın her zaman başkalarına ihtiyacı, birilerine muhtaç olduğunu" ve "hayat işte böyledir, kime ne zaman ne olacağı belli olmuyor. insan başına ne geleceğini heç bilmiyor" cümleleriyle başlayıp yarım saat kadar süren ego tatmini cümlelerini dinlemiştim.

Doktorlar, ameliyat sonrası bile bana söylemeye çekindikleri çok ama çok ciddi şeyleri, ameliyat öncesinde sadece onlara söylemişlerdi ve gerekli imzaları alıp ortadan kaybolduklarında, abimler de memlekettekilere "ameliyat olmazsa öldü ölecek" haberini uçurup sonrasında da başucuma oturup, kuru nasihatlerini sıralayıp, onlara muhtaç olduğumu ve onlar olmazsa aslında öleceğimi, hatta ne kadar uzaklarında bir yaşam kurmayı başarmış olsamda "dünyanın küçük olduğunu ve işte böyle ellerine düştüğümü" söyleyerek egolarını tatmin etmişlerdi.


Ben bunları ve diğer söyledikleri hiçbir şeyi umursamadım. Çünkü gün içinde gelip yapılan doktor kontrolleri sırasında durumumun çok ciddi olduğunu anlamıştım ve kavga etmenin sırası olmadığını bilincim bana fısıldamıştı.

Hem vücudumdaki tüm damarlarıma ve deliklerime onca ilaçla pompalanıp dururken, pompalanmaya devam ederken, duyduklarımdan hangisi doğru olabilirdi ki?

Hayır.

Onca şüphem varken, kimin ne söylediğinden emin değilken ve hatta yatakta yatarken rüyada olup olmadığımı bile kendime sorarken, kimse hakkında bu kadar kötü şeyler düşünemezdim, düşünmemeliydim. Zaten kimse bu kadar kötü değildi, olamazdı da. Çünkü yıllardır kendime söylüyordum; en kötü bendim, tek kötü bendim.


O yüzden asık suratımı güldürmeli, abimlerle de sanki yıllardır birbirimizi görmüyor gibi değil de, yıllardır hiç ayrılmamışız ve her zaman mutlu mesut yaşamışız gibi davranmalıydım. Çünkü onlar cesedimi teslim alıp gömmek için yüzlerce km öteden kalkıp gelmişlerdi. En azından sırf gelmiş oldukları için olsa bile, son günlerimde onlarla iyi geçinebilirdim.


Öyle yaptım; onlar odaya her girdiğinde serumları siktir edip ayağa kalkmaya çalıştım, suratımdaki ekşiliği çöpe salladıktan hemen sonra gözlerinin içlerine bakıp gülümseyerek "hoş geldin" dedim, telefonlarına mutlu ve enerjik ses tonumla cevap verdim, yıllardır görüşmediğim, görmediğim, arayıp sormayan insanlarla görüştürdüklerinde "iyi olduğumu, çok çok iyi olduğumu, toparlandığımı vs" söyleyip durdum.


Tüm iyi cümlelerim, tüm gülümsemelerim cesedime sahip çıkacakları içindi, ama ben ölmüyordum ve hatta 11 saatlik ameliyatım da iyi geçmiş, bir kaç gün sonra ise domuz gibi ayağa kalkıp, 3numaralıabim ile hastane koridorunda turlamaya bile başlamıştım. Çünkü ibne olduğum için 3-4 yıl önce postu deldirmiş olsamda, şimdi avuçiçim büyüklüğünde bir tümöre yenik düşüp ölecek biri değildim.

Evet, bu kadar güçlü olduğumu bir tek ben ve Allah biliyorduk, hâlâ da ikimizin arasında bir sır olarak duruyor...


Hastane maceram bittiğinde, terapi maceram başladı. Bunlar hep sırayla ilerleyen şeylerdi. Ama o da bitti. Çünkü başlangıcı olan her şeyin, sonu da vardır.

bu süreçteki bir-iki ufak tefek pürüzü saymazsam, görmezlikten gelirsem, hiç yaşanmamış farz edersem, ailemin bana iyi davrandığını, davranmaya devam ettiklerini rahatlıkla söyleyebilirdim. Öyle yaptım, söyledim kendime ve onlar çekip gittikten sonra yine aramaya-sormaya devam ettiklerinde, beni sevdiklerini düşündüm, bana değer verdiklerini düşündüm ve zaten; tüm her şeyi, onlarla olan 40 yıllık tüm maziyi çöpe atabileceğimi ve atabileceğimizi düşünerek, iyi hissettiğim ilk günlerde, arkadaşlarımın önerisine uyup kalkıp memlekete geldim.


Sevgiyle karşılandığımı düşünerek, sürekli ilgilenilen, sürekli ziyaretçilerin gelip "geçmiş olsun" dediği bir kaç güzel günden sonra, evin içine 2numaralı abim tarafından etrafa döşenmiş mayınlara bastığımda; yüreğim parçalamaya, kalbimi acımaya, beni bir anda nefessiz bırakmaya başladı.


Bunları türkçe bilmediğini sık sık tekrarlayan annem'e "evde istenmiyorum, gideyim" diye yerel dille anlattığımda, o da karşılık olarak "kim ne derse desin, sen benim yanımdasın. onlar istediği kadar kovsunlar" diye yanıt verdi.

Haklıydı. Hak verdim. Hem kendimi kandırmaya çok ihtiyacım vardı. Hak vermeyip, haklı bulmayıp ne yapacaktım ki?

-Buranın havası iyiydi, çünkü İstanbul gibi nemli değildi

-Burda doğal gıda bulmak daha kolaydı, çünkü İstanbul'da doğal olan her şey sadece adında geçiyordu

-Burda sakin bi hayat vardı, İstanbul gibi kalabalık değildi

-2numaralıAbim tarafından her gün evden kovuluyor olsamda, onun evinde olmadığım için, onun kovmalarına karşılık yüzsüzlük ederek, annem ve 2 ablamla kalmaya devam edebilirdim.


Devam ettim.

Kaldım. Tüm yüzsüzlüğümle kalmaya devam ettim.

Arada 2numaralıabim tarafından yine siktir çekiliyor, sürekli kapı gösteriliyordu ama umursamıyor, annem ve ablamlarla yaşadığımı kendime söyleyerek kalmaya devam ediyordum.

Bu şekilde 3-4 ay geçti ve işte asıl bomba geçen hafta patladı...


Patlayan bombanın etkisiyle, her tarafım kan revan içindeydi. Sümüğüm günlerce aktı, gözyaşlarım hep tetikteydiler, akmaya fırsat buldukları ilk anda yanaklarımı yıkayıp, sakallarımın arasında çıkmış olan kepekleri görünmez kıldılar. Çünkü 2numaralı abimle yine atışmaya başlamıştık ve bana;

-kimse seni buraya getirmedi, sen kendin geldin

-biliyorum. geldiğim günden bu yana defalarca söyledin ve bende zaten farkındayım. Ama ben yüzsüzlüğümden kalmaya devam ediyorum.

-yüzsüzlüğü bırak git. niye gitmiyorsun. seni zorla mı tutuyoruz

-yoo kimse beni zorla tutmuyor. ben kendim annem ve ablamlarla kalıyorum

-kalarak onlara da rahatsızlık veriyorsun, rahatsız ediyorsun" dedi ve ablamlara dönerek şöyle devam etti;

-size de rahatsızlık vermiyor mu?


 Ben içimden 1 saniyede "ahaha ablamlar benden rahatsız olmuyorlarki. şimdi "yoo rahatsız olmuyoruz" diye yanıt verip abimi göt edecekler diye düşünürken, sazı alan ablamlar;

-valla rahatsız oluyoruz. geldiğinden beri bi rahat vermedin bize. herkesle kavga ediyorsun, herkesle atışıyorsun. 2 dakkan birbirini tutmuyor. senin yüzünden sabah 8'de evden çıkıp, akşama kadar dışarlarda gezip öyle geliyoruz. evde rahatımız kalmadı. senin yüzünden evde oturmuyoruz, oturamıyoruz, evde durmuyoruz." diyerek abim yerine, beni kocaman bi göt ettiler.


Böyle diyeceklerini, yani onları rahatsız ettiğimi hiç beklemiyordum, çünkü geldiğimden bu yana sık sık onlara sarılıp öpüyor ve "kusura bakmayın size çok yük oluyorum. hakkınızı helal edin" diyordum ve onlarda bana "ne biçim konuşuyorsun, ne yükü. sen bizim kardeşimiz değil misin? yük olmak mı bu" diye yanıtlıyorlardı.

Onların herhangi bir şeye karşılık olarak öf-pöflemeleri olduğunda ise "rahatsızlık veriyorsam kusura bakmayın" dediğimde ise "rahatsızlık mahatsızlık yok. niye böyle şeyler söylüyorsun" diye cevap veriyorlardı, vermişlerdi. Ama şimdi, öyle konuşmuyor, tam tersini ve hatta kat kat fazlasını şu an bağıra çağıra söylüyorlardı.


Onlar bu cümleleri sarf ederken, ben öylece dondum kaldım ve hiçbir şey demedim. Çünkü yük olmamak, onları rahatsız etmemek için kendi yemeğimi kendim yapıyordum, eşyaları düzenli kullanıyordum, evdeki düzene hiç müdahale etmiyordum, etmemiştim ve etmeyecektim de. Ama işte yine de rahatsızlık vermiştim.

Tek verdiğim rahatsızlık ise; anneme bağırıp çağırmamalarını söylemek, kendi ilişkileri hariç ben ve annem arasındaki bir konuşma yüzünden ona hakaret etmemelerini hatırlatmaktı.


Buna hakkım vardı. 

Annem çok söylenen, sürekli şikayet eden bir insan olduğu için, bana söylendiğinde vs kimsenin aramıza girmesini istemiyordum ve bunu onlara da defalarca, uzun uzun açıklayarak anlatmıştım. Buna rağmen ona bağırdıklarında ise araya girip "benim yüzümden ona bir şey söylemeye hakkın yok" diye söylenip, onları engelliyordum. İşte rahatsızlıkları da bu yüzdendi.


Onlar rahatsız olduklarını söyledikten sonra, sazı 2numaralı abim tekrar eline alıp;

-işte herkesi rahatsız ediyorsun, istenmiyorsun. zaten kimse seni buraya getirmedi kendin geldin, zorla da burda tutulmuyorsun" dedi.

3numaralıabim'de salonda bu söylenenleri dinlerken, benimle beraber ezildiğini, paramparça olduğunu sessizliğinden anladım ve bu yüzden kavga etmek yerine;

-tamam. anladım" dedim.


Eğer evde ablamlar ve annemler tarafından da istenmiyorsam neden burda kalacaktım ki?

Devam etmekte olan "git, rahatsız ediyorsun bizi" deyişlerine karşılık "tamam" dışında bir şey söylemeye, cevap vermeye gerek yoktu. "Tamam, tamam" deyip durdum ve sonra kalkıp balkona gidip biraz ağladıktan sonra, 3numaralı abim geldi, onunla şu an hatırlamadığım şeyler konuştuk ve sonrasında dışarı çıktım.


Dışarda gezinirken "başka ev tutup, burada ailesiz yaşamaya devam etmek" fikrine kapıldım ve bir kaç ev baktım. Sonra aklıma doğup büyüdüğüm gecekondu gelince, o mahalleye gidip eve baktım. Çok kötü bi ev değildi, temizlenip bi kaç parça eşya alınırsa ölmeden yaşanabilirdi. niye olmasındı ki? sonuçta burda doğmamış mıydım.

Hem ailem beni her yerden kovsa bile burdan kovamazlardı, çünkü burası babamdan kalmaydı ve hatta adam 16 yıl önce ölmüş olsa bile, elektrik faturası hâlâ onun üzerineydi.

Komşumuz olan Naftalin Abla'dan evin anahtarını istemek için onların balkonuna gittim ve o da çay içmem için içeri oturmamı söyledi. Annemden bir kaç yaş genç olan bu yaşlı kadın, evin anahtarını neden istediğimi sorduğunda "burda oturucam" dedim ve o;

-niye annenlerle kalmıyorsun

-onlar beni istemiyorlar

-istemediklerini onlar mı söyledi" diye sorduğunda, ağlamaya başladım ve o da, bam telime bastığını anlamış oldu. Bende hem ağlayarak, hem anlatarak son gelişmeleri anlatmaya başladım. Kadın renkten renge girerken, aynı zamanda eski olaylar hakkında da soru sormaya başladı ve ben eski defterleri de önüne açıp, olanları açıkça dillendirdim.


Konuştukça anladımki, yıllardır sessizce ortadan kaybolmalarım, sessizce gelip gitmelerim işe yaramış ve herkes, ailemin içinde olan bitenden habersiz bi şekilde, benim kendi keyfimden dolayı onlardan uzak yaşadığımı kabullenmiş. Evden kovulmamdan habersiz olan onlara göre, meğer ben haylazın tekiydim ve işte bu yüzden İstanbul'da yaşıyordum. Karımı da ben eden kovmuştum ve ailemle de durduk yere irtibatı kesmiştim falan.


Naftalin Abla'ya yaşadıklarımı anlattıkça, dizini dövüyordu ve olayları hiç böyle bilmediğini, hatta kimsenin böyle bilmediğini söylüyordu.

Ona abimin, karımı sikmek istediğini söylediğimde ise çığlık attı. İlk önce inanmadı ama ben olayın öncesi ve sonrasını tüm detaylarıyla hem ağlayıp, hem anlatınca inandı ve "sen üzülme. allah büyüktür. hepsinin hakkında gelir" dedi. 

Karımla olan ayrılma konusunun öncesini anlatınca ise dondu kaldı. Çünkü herkes, meğer karıyı benim kovduğumu sanıyormuş, onun defalarca beni terk etmesine rağmen, benim yinede onunla bi ortak nokta bulup İstanbul'a geri döndüğümüzden kimsenin haberi yokmuş. Zaten kimsenin haberinin olmasına da gerek yokmuş, ama meğer benim karı ve ailesi olayları başka anlattığından, artık birilerinin haberinin olmasının zamanı geldiğine ikna olup, diğer detayları da anlattıkça anlattım.

Kadın saatlerce beni dinledi, ben ağlarken anlattıklarımla o inledi.


"Abim ve ablamların benden rahatsızlık duydukları için evden gitmemi istemeleri konusunda annemden destek almamı" söylediğinde, ona "anneme söyledim. zaten o da yanımızdaydı ve tüm konuşmalara kendisi de şahit oldu. hatta ona "bak gördün, kimse beni istemiyor" dedim, bana "siz türkçe konuştunuz, ben hiçbir şey anlamadımki" dediğini" Naftalin Abla'ya söylediğimde, karşılık olarak bana "evet, annen biraz işine geldiği gibi davranan biridir. her zaman olaylardan kendini uzak tutar, her şey olup bittikten sonra da yeni haberi oluyormuş gibi davranır" dedi. Naftalin Abla'nın bu cümlesiyle içime bir rahatlık geldi, bi ferahlama hisssettim..

Çünkü annem gerçekten öyleydi ve ben onun bu her şeyden uzak durma davranışlarına art niyetli bir anlam yüklemektense, yıllardır annemin kötü biri olduğunu değil, cahil biri olduğunu kendime söyleyip sakinleşiyordum. Oysa herkes açıkça biliyormuş, annem ahlaksız biriydi. Annem, güçlünün yanında yer almaktan asla çekinmeyen ve bunu da hiçbir saklamayan bir ahlaksızdı.

Bense onun ahlaksızlığını kabullenmemek için, görmezlikten gelmek için hep kaçmıştım, kaçmaya devam etmiştim. Şimdi 78 yaşında olan bu kadın, hayatı boyunca ahlaksızca yaşamıştı ve bunu benim dışımda herkes çok net olarak zaten biliyormuş...


Naftalin Abla, bu eski evimizde yaşayamayacağımı, çünkü kışın havanın çok soğuk olduğunu, evin pis olduğunu, sobalı bir evde yaşamanın zor olduğunu ve zaten bu şartlar dışında benim hasta olduğum için kendime yetecek bir durumda olmadığımı söyleyip, beni eve yerleşmemem konusunda ikna etmeye çalışırken, ona "gidecek başka yerim yok. mecburen buraya yerleşeceğim. idare ederim. zaten evden kovulduğumda sokaklarda da yaşadım. bu ev, sokaklarda yaşamaktan daha iyi" dedim ve o ikna olup sustu.


Bi ara ağzını açtığında "bu malı mülkü siz hepiniz beraber çalışarak yaptınız. seninde o malda hakkın var." dedi. Bende ona zaten bu para-çalışma muhabbetlerini yaptığımı ve hepsinin bana o günden sonra daha sert tavır aldıklarını, daha kötü davrandıklarını söyledim.

-Peki ne diyorlar, vermeyecekler mi?

-Yok

-Niye

-Bana "sen gittin gezdin tozdun, şimdi bizden bir şey istemeye hakkın yok" diyorlar

-Gitsende, burda o kadar çalıştın. Valla senin de hakkın var

-Söyledim. Söylediğim günden bu yana annem bile benle artık oturmuyor

-valla sana yazık. sen boş ver olanları, git söyle sana da bi ev versinler. abinlerin 5-10 tane evi var zaten. ne yapacaklar bunları

-defalarca söyledim, baktılar olacağı yok işte ablamlar bile kovdular. bende o yüzden bu eve yerleşeceğim. en azından kimse babamın evinden beni kovamaz. 

-allah insanı merhametsiz etmesin

-amin abla.





Yazı Başlığı:
Savaş Nedir, Nasıl Yapılır?


Hiç bu kadar gerçekçi yaşamamıştım.

Ne birini bağıra çağıra sikmem, ne "acaba sikilmek nasıl bir şey. osbir esnasında çok kudurup kendini parmaklarkenki gibi mi? yoksa gerçekten bi kere verdikten sonra, artık hep vermek isteyecek kadar zevkli mi?" merakımdan dolayı kendimi bağırta çağırta siktirmem, ne de yıllar önce abimin karımı sikmek istediğini yükseks sesle, açıkça, mertçe, hiç çekinmeden rahat rahat yüzüme söylemesi ve aradan 12 yıl geçse bile hâlâ lafının arkasında durması...

Bunlar ve diğerlerinin hiçbiri, ablamlar tarafından da, şimdi ben hastayken ve hâlâ tedavimin devam ettiği şu günlerde evden kovulmak, kovulduğumda ise gidecek bir yerim olmadığı için yüzsüzlük ederek kalmaya devam etmek; tek can acıtıcı gerçek bu. En sert gerçek bu. Hayat işte bundan ibaret...


Bu aralar evde soğuk bir savaş var ve savaşın taraflarından biri olan ben, 2numaralıabim tarafından evden "kimse seni buraya getirmedi, burda zorla tutan da yok. niye gitmiyorsun" denilerek sürekli kovulup duruyorum, ablamlar tarafından "geldiğinden bu yana bize rahatsızlık veriyorsun, rahatımızı kaçırdın" sözleriyle kapı dışarı ediliyorum. 

Abimin söylediklerini siktir edin de, (çünkü o zaten bana kötü davranıp beni yıldırıp kaçırtarak, benden kurtulmaya çalışıyor ve bende bunu fark ettiğim için inadına inadına ablamlarla yaşamaya devam ediyor, abimin inadına hiçbir yere kıpırdamıyor, evde yiyip içip sıçmaya devam ediyor ve o geldiğinde de onu, karşımda olmasına rağmen görmezlikten gelip, adeta o yokmuş gibi davranarak onu çıldırtıyorum), ama onu takmasamda, ablamların 2numaralıabimin gazına gelerek geçen gün söyledikleri bana fena şekilde koydu...


Aslında gördüğüm onca şey ve yaşadıklarıma göre, bu duyduklarımın koymaması lazımdı ama koydu işte.

Artık onlara nasıl güvenmişsem, uzaklarında olmama rağmen onlara nasıl bir sevgi beslemişsem, onlardan böyle cümleler beklemiyordum.

Lakin şimdi anlıyorumki; şok olmamak, orda karşılarında donup kalmamış olmak için beklemeliymişim...

Onlarında bi parça et ve bi bardak kan'dan ibaret, basit birer canlı olduklarını ve bu basitliklerinden dolayı da güce tapındıklarını ve 2numaralıabim ne derse öyle davranacaklarını, öyle konuşacaklarını beklemeliydim, bilmeliydim...


Ablamlar 2numaralıabim'in gücüne boyun eğip, ona tapınarak onun düşüncesinde olduklarını yüzüme yüzüme söyledikleri günün gecesinde gurur ve kibrime yenik düşerek valizlerimi topladım ve sabah İstanbul'a dönmeye karar verdim. Ama ne olduysa oldu ve bu konuda acele etmemeye, zaten 2numaralıabim'in isteğinin de bu olduğunu, yani beni kendisi defalarca açık açık evden siktir etmesine rağmen, aslında benim onu siklemediğimi ve söylediklerini takmadığımdan emin olunca ablamları bana karşı dolduruşa getirip; beni en duygusal yanımdan vurup yıldırarak, eskisi gibi gurur ve kibrime yenik düşürerek gitmemi sağlamaya çalıştığını düşündüğümden kalmaya karar verdim.


Kalmaya karar verdim ama ablam ve annemlerin yaşadığı o evde de, bana karşı takındıkları tavır yüzünden kalamazdım ve bundan dolayı; kendimce daha iyi bir çözüm yolu bulmuş olarak doğup büyüdüğüm gecekondu evimize taşınmaya karar verdim. 

Hem sürekli yıldırıldığımdan dolayı "hayır siz kovmuyorsunuz! ben bizzat kendim gidiyorum" diyerek, ceplerimde sadece gurur ve kibrimle yola çıkıp vardığım çok uzaklarda, onlarsız ve hatta adeta kimsesiz bi şekilde yaşayarak, elime; göt ve yarraktan başka ne geçti ki? HİÇ...

ve zaten yarrak ve göt'de bi yerden sonra bayıyor. 

(İnsan bi zaman sonra yarraksız ve götsüz bi hayat yaşamak isteyebiliyor. Ben galiba şu an o moddayım.)


Ailem içindeki bu yeni gelişmeleri ve gecekonduya taşınma kararımı, burda yaşamakta olan ve ailesiyle hemen hemen benim yaşadığım sorunların aynısını yaşayan bi arkadaşıma anlattım ve o da bana karşılık olarak;

-Çok iyi bi karar vermişsin. Çünkü seni tanımama rağmen, eğer olurda bu hasta halinle kalkıp İstanbul'a gidersen, herkes seni suçlar ve derlerki "bu zaten hep böyle boş bi hayat yaşamaya alışmıştı. Ailesi ona sahip çıkıp hastalığıyla ilgilenmesine, ona sahip çıkıp yanlarına getirmiş olmalarına rağmen, o burda ailesiyle kalmadı, biraz toparlanınca yine nankörlük ederek çekti gitti. Valla açıkçası seni tanımama rağmen, gidersen ben bile böyle düşünürüm. O yüzden sakın gitme, burda kal. O eve de 1-2 parça eşya al orda yaşamaya başla. Mahalledekiler de "ailene rağmen neden bu gecekonduda yaşadığını" sorarlarsa, hiç utanıp çekinmeden açık açık "ailem beni evden kovdu. gidecek yerim yok, bende burda yaşıyorum" de gitsin.

Bak sana yine söylüyorum; hatta şimdiki bu durumu, şimdiye kadar onlarla olan yaşamını bi savaş gibi gör. Vallahi billahi gidersen savaşı kaybedersin ve herkes, şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonraki her olumsuz şeyden de seni sorumlu tutmaya devam edecek. O yüzden çekilen siktirleri yut, kimseden bir şey beklemeden burda kendi başına bi hayat kur. 

Zaten sen kaldıkça, kalmaya devam ettikçe millet gerçekleri öğrenmeye başlayacak ve bu yüzden de sürekli dedikodu yapacaklar. Bi yerden sonrada bu dedikoduları bırakıp direkt onlara laf söylemeye başlayacaklar ve diyeceklerki "yazıklar olsunki, o kadar mal mülkün içinde hasta bi kardeşlerine sahip çıkamayıp dışarı attılar." Bu dedikodular ve laflar sürekli tekrarlanınca, sizinkilerde bi yerden sonra dayanamayıp mutlaka ayağına gelecekler. Ama bunların gerçekleşmesi için senin sabretmen, pes etmemen, bi yere gitme deliliğinde bulunmaman lazım. Hani seni onca yıl çalıştırmalarına rağmen, "bu mal mülkde hakkın yok" diyorlar ya, herkes biliyorki hakkın var. Zaten şundan emin ol ki; eğer varsada inan Allah'a hakkını ancak böyle alabilirsin. Bunun başka bi yolu yok. Ha bir de sen, gecekonduda yaşarken sana her "eviniz var, neden burda yaşıyorsun" diye sorana da, evden kovulduğunu ve ablanlar dahil hiç kimse tarafından evde istenmediğini de açık açık söyleyeceksin ki millet sen ve onların dedikodusunu yaparak onlara daha fazla baskı yapsın. Sen beni dinle, oraya çeki düzen ver, biraz sabrederek orda yaşamaya başla."


Onun tüm bu ve daha buraya yazamadığım uzun uzun akıllı ve olgunca söylemleri bana çok mantıklı geldi ve kafama da tam oturdu. Bu yüzden geçen hafta gidip evi temizledim ve tamda o günlerde Öküz Herif 3numaralıabim'le anlaşmış olarak, bana sürpriz yapmış halde buraya gelince, ona da olayları özet geçtim ve hatta o da bunun doğru bi davranış olduğunu "dinsizin hakkından imansız gelir" diyerek destekledi.


Öküz Herif'in geldiği ilk gün onu gördüğümde, abimin yanında dayanamayıp ağlamıştım ve sonra toparlanınca şehir turu attık. Şehir turundan sonra annemlere de en azından "selam"laşırlar diye düşünerek götürdüm. Eve gittiğimizde herkes "hoş geldin" muhabbeti yaptı ve biraz oturduktan sonra kalkıp 3numaralıabim'in evine gittik. (çünkü evden kovulduğum günden bu yana onda kalıyorum ve eşide, başka bi ilde yaşamakta olan annesine misafirliğe gittiği için, ev bize kalmış durumda) 


Ertesi gün bir iki arkadaş ziyareti yaptıktan sonra, ilaçlarımı almak için Öküz Herif'le annemlere tekrar gittiğimizde, annem beni mutfakta, dolaptaki ilaçlarımı toparlarken yalnız yakaladı ve "adama söyle artık evine gitsin" dedi. Bi an şaşaladım ama sonra hiçbir şey demeye gerek duymadan "tamam" deyip, ilaçlarımı aldığım gibi mutfaktan çıktım. 

Öküz Herif'in yanına gittiğimde ona "annemin onu istemediğini" ve "evine gitmesini istediğini" söyledim. Şaka yaptığımı sandı ama son günlerde yaşadıklarımın özetini geçince inandı.

O şok olmuş haldeyken kalkıp evden çıktık ve sokaklarda biraz gezdikten sonra, doğduğum gecekonduya götürdüm onu. "bu son olaylardan dolayı, bi kaç parça eşya alıp artık burada yaşamayı düşünüyorum" dedim ve o da bana hak vererek "iyi yaparsın. ama eve çok eşya alma sakın. hatta sadece bir odaya halı, çekyat, masa al yeterli. mahalledekilerden neden burda yaşadığını, soran olursa da hiç çekinmeden her şeyi açıkça anlat. hem zaten sen anlatmasan bile insanlar kendi kendine "ailesi var, mal mülkleri var, karısı var, çocuğu var ama bu adam tek başına burda böyle sefil bi halde niye yaşıyor ki?" diye sorup, kendi aralarında konuşurlar" dedi. 

Söylediklerinden dolayı ona da hak verdim.

Evet, artık yıldırıldığım için yüzlerce km ötelere kaçıp gitmek yerine, 500-600 metre uzağa yerleşmek daha mantıklı. Hem madem psikolojik bi savaştayız, bu sefer gururuma yenik düşüp kaçmayacağım. Hatta kibrimin son damlasına kadar meydanda kalıp savaşacağım. 

Böylece gurur ve kibrimden eser kalmayınca, savaşı da elbet ben kazanmış olacağım. Çünkü bu savaşta sadece bedenimle var olamayacağımı üzülerek anladım. Artık bir imansız olarak, dinsizlerin hakkından gelmeyi, birde bu şekilde deneyeceğim...

 

Öküz Herif ise dün sabah gitti. Annemin söylediklerine çok üzülmüştü ve gerçekten burda bi kaç gün kalma hevesi de hepsi kaçıp gitmişti. Ona kusura bakmamasını, zaten beni de istemediklerini ama inatla kalmaya devam edeceğimi tekrar edip durmuştum. O da karşılık olarak "olsun. sıkma sen canını. mahalleye yerleş ve bunların hakkından bu şekilde gelmeye bak. oğlunun annesi de, senin ailende anlasınlar ne bok yediklerini" diyerek beni destekledi.


Önceki gün evin su ve elektrik işlerini hallettim. Şimdi de bir iki parça ikinci el ev eşyası bakıyorum. Bi kaç güne kadar 2-3 parça alıp eve yerleşeceğim. Belki de asıl savaşım şimdi yeni başlıyor.




Yazı Başlığı: Savaşma Sıvış

Siktir çekilince hemen yüzünü asıp ortadan kaybolan, eline geçirdiği ilk biletle uzaklara kaçan, giden, gitmeye alışan ben'in, şimdi bu ahlaksızlarla savaşmak neyine? 
Ben kimim, neyim ki içi kötülükle dolu birilerine savaş açıyorum.
Etim ne, budum neki onlarla savaşayım?
Boş ver işte her şeyi ve herkesi.
Bırak onları kendi hallerine, eskisi gibi boklarında boncuk araya dururlarken çek git uzaklara. Onlar, elleri boka bulanmış hale geldikten sonra boncuklarını bulduklarında sen çoktaaan çekip gitmiş ol ve ağızlarını da siktirleriyle başbaşa bırak. 

Evet en iyisi, yine eskisi gibi yapmak, daha önce yapmış olduğunu yine yapmak, aynısını tekrarlamak. Yani savaşmak yerine; siktir çekilmişken, bunu fırsat bilip yine burdan SIVIŞMAK...

Çünkü savaşmak çok yorucu ve bitmek bilmeyen, hatta asla ama asla bitmeyecek bir kin istiyor. Sürekli bir uğraş, sürekli bir tetikte olma hali, sürekli kindar bir plan program istiyor.
Savaşın yakıtı ise kinden başka bir şey değil ve savaş, sadece bir parça et ve bir yudum kandan ibaret kindar cahiller içindir.
Ben ise onlardan değilim. Ben cahilliğimin birazından da olsa arındım, kinimi de çoktaaan tükürüp toprağa attım.
Çünkü ben kinle yaşayamıyordum. Ben kindar olamıyor, olsam bile 2 dakikadan fazla kindar kalamıyordum. Şu bir kaç gündür, gördüm ki hâlâ da öyleyim. Çok şükür.
Allah mı beni böyle kinsiz yarattı, ben mi kendimi böyle yarattım bilmiyorum ama kindar olacak kadar güçlü değilim. Var olan gücümü de bu beş para etmeyen insanlarla çıkacak savaşa ayırmak yerine, yine önüme bakarak yürürken karıncaları ezmemeye dikkat ederek yaşamaya, bundan mutluluk duymaya devam edeceğim.

Hem burda kalıp, savaş adı altında aslında onlara benzemeye ne gerek var ki?
Hakkımı arıyorum diyerek neden kendime işkence edeyim ki?
Bunca yükle yaşarken, neden kendime bin ton daha yük daha bindireyim ki?
Bana yazık değil mi? Valla çok yazık bana. Kendime acımalıyım, çünkü kendime benden başka acıyan yok. Ben biraz da kendime acıdığımdan dolayı savaşmayacağım, sıvışacağım.

Ayrıca son zamanlarda kısaca "kaçmak" olarak tanımladığım şey, gerçek anlamda "kaçmak" kadar basit bir olaydan ibaret değildi. Sadece; benden başkasının anlamadığı, anlayamayacağı çocuksu bir bilgelikle kendi kendime geliştirdiğim, derin bir savunma mekanizmasıydı ve zaten en iyisi de oydu.

Yani sıvışmak, kendi çocuksu bilgeliğimle bulduğum bir tür zırhtı ve beni kötülerimin kötülüklerinden çok iyi korudu. Hatta şimdi dönüp bakınca görüyorum ki; çoğu zaman bu kadar iyi koruduğunun bile farkında olmamışım ve bu yüzden dönüp anca şimdi diyorum ki; iyiki sıvışmışım...


Zaten siktir çekilmesine rağmen aynı yerde kalıp saatlerce, günlerce, haftalarca ve hatta aylarca onlarca insanın içinde küfürler, bağrış çağrışlar işiterek aşağılanmaya göz yummak yerine, siktir'in sahibini içimdeki allah'a havale edip ilk fırsatta da sıvışmak en iyisiydi. Afferin bana.


Hem karşımda insanlıktan nasibini almamış biri varken, insan olmayanla muhatap oluyorken, ondan uzak ilk anda ortadan kaybolmak basit bir kaçmak değildi. Sadece kaçmak olarak tanımlanamazdı, şimdi de tanımlanamaz. O yüzden, daha bacak kadarken, sıvışmayı akıl ettiğim için afferin bana.


-Çocukken, arkadaş edinmeme izin vermeyen birine, tüm çocukluğumu bana yalnız yaşatan birine ne diyebilirdim ki? dilim dönmüyordu, dilim nasıl döneceğini bilmiyordu. İyiki sıvışmışım.


-18 yaşımdayken bile, bana günde 2 posta dayak atan birine, o çelimsiz ufak tefek halimle ne diyebilirdim ki? İyiki dayak yemek yerine sıvıştım.

-Üstelik yıllar sonra bile, aynı adam gözlerimin içine bakarak; beni öldürüp bir yere gömmekle tehdit etti. O küçük, çocuk bedenimle sıvışmayıp nasıl kafa tutabilirdim ki?


-Karımı sikmek istediğini mertçe, delikanlıca, ERKEKÇE yüzüme yüzüme açıkça söyleyebilen abimin karşısında durmaya devam ederek ne diyebilirdim ki? Yoksa aslında karımı sikmek istediğini ima ettiği ilk anda, haklı bir bahane bulmuş olarak karnını mı deşmeliydim? 

Bence hayır, iyiki deşmek yerine sıvışmışım. 


Bu liste daha çok uzar gider ama ben kararımı verdim; savaşmayacağım, yine sıvışacağım.

Çünkü ben savaşacak kadar değil, sıvışacak kadar güçlüyüm.





Yazı Başlığı: Savaşma veya sıvışma. Sadece sessizce yaşa

Kafamın, beynimin, aklımın, zihnimin (adı artık her neyse) işini yapmayı, düşünmeyi durdurduğu, benim de zaten durmaması için yapabileceğim bir şeyin olmadığı, mecalimin kalmadığı o an'dayım. Hiçbir şey yapasım yok, hiçbir şeyi yapılası bulmuyorum. bunlar yerine her şeyi ve kesi izlemekle yetiniyorum.
Doğduğumdan bu yana benimle beraber var olan içimdeki o yazma hevesi, yaşamın ne olduğuna ve yaşamın kendisine dair beslediğim sonsuz merak da çoktan bitti gibi hissediyorum.

Sanki zehirli bir et parçasını yedikten sonra neden öldüğünü bilmeyen, bilmeyecek olan sahipsiz bir sokak köpeğinin cesedi gibiyim. Biri beni acilen gömmeli, ya da bir çukura çekip üzerime kalın bir kireç tabakası döktükten sonra bir kaç kürek toprakla üstümü örtüp gitmeli. 
Ama yok, etrafta kimsecikler yok. Bu yüzden kendi kurtçuklarımı yaratıp, kendimi ancak böyle yok edebileceğim.
Gerçek kimsesizlik belki de budur işte ve bunu da öğrettiğin için teşekkür ederim en büyük kimsesiz olan güzel Allah'ım...

Babamdan kalma bu gecekonduya taşınırken, bu şehre de tamamen yerleşip ailemin çektiği siktirlere karşı savaşmayı düşünmüştüm. Ama aradan bir kaç gün geçince, kendi kendime geldim ve baktımki; aslında ben savaşacak kadar güçlü değilim ve hiçbir zamanda savaşacak kadar güçlü biri olamamıştım.
Ben savaşmayı göze alacak kadar bencil değilim. Ben siktir çekilince, çekilen siki alıp giden biriyim. Ben buyum.
Ben basit, sıradan, kalabalığın içindeki herhangi biriyim. Benim gücüm, sıradanlığımda. Herkes gibi davranmamda, tüm tehlike ve tehditlere karşı kendimi herkes gibi savunmamda saklı. Yani benim savaşma şeklim sıvışmaktan başkası deği ve başkası olmayacak da.
Çünkü savaşmak için kin lazım ve bende de ne yazıkki ondan hiç yok. Hatta birazcık kinlensem, içimde tutup fırsatı gelince kullanmak yerine, içimde tutarak yok ediyorum. Doğrusu bu ya, kinlenmeyi, kin tutmayı dahi bilmiyorum. Öğrenmedim, öğrenmek istemedim ve öğrenmemeyi başarmış olarak yaşayıp bugüne kadar geldim.
İşte tam da bu yüzden kalıp savaşmak yerine sıvışmayı düşündüğüm günleri yaşamaya başladım, başlamıştım ve yaşıyordum. Ama tüm zorlamalarıma rağmen, birazcık olsun yaratabildiğim kinim bitince sıvışmayı da doğru bulmamaya başladım.
Hatta önceki gün aklıma "savaşmak" ile "sıvışmak" dışında bir yol olamaz mı? sorusu gelip takıldı ve gün boyunca bu konu üzerine düşündüm, düşündüm, düşündüm ve üçüncü bir yol olarak, kendime şunu buldum;
-Kalıp savaşmak çok yorucu, zaten savaşamam da ve yine zaten; savaşacak kadar enerjim de yok. Ki olsa bile enerjimi savaşmaya harcayamam, harcamak istemiyorum. Çünkü savaşmak için yaratıldığımı düşünmüyorum. Savaşmak bana göre değil. Ben çocuksu bir bilgelikle yaşamayı, çekilen siktirleri duymazlıktan gelmeyi öğrettim kendime. Kinim de bu yüzden birikmiyor, en fazla 2 saat sonra geçip bitmiş oluyor.
-Kalıp savaşamazsam, kaçıp sıvışayım diye düşündüm ve bu yüzden sakin bir zamanımı bekliyordum ama zamanı beklerken kendimde şunu gördüm ki; aslında sıvışmak da, ergenliğimden bu yana taşıdığım, boş bir kendini haklı görme kibrinin yarattığı savunma mekanizmasıydı. Bu yüzden ergenliğim ile kibrimden sıyrılmalı ve şimdi şu yaşlı halimle kendime yeni bir şey-yeni ve daha bilgece bir yol bulmalıydım. 

Bir kaç günlük bilgesizce düşünmeden sonra, sıvışmak yerine oturduğum yerde sessizce oturmaya ve insanların ne yaptığını, ne yapacağını izlemeye karar verdim. Bu insanlar ailem, çevrem, eş, dost, konu, komşu ve uzak yakın akrabalardan başkası değil. 


Evet burda kalıp, tüm bu kokuşmuşların nasıl yaşadıklarını, neye nasıl tepki verdiklerini, birbirleriyle nasıl iletişim kurduklarını, birbirleriyle ve ötekileriyle nasıl bir ilişkide olduklarını, ilişkilerinde birbirlerine nasıl davrandıklarını, davranacaklarını gözlemlemeye karar vermiş bulunmaktayım ve bu yüzden hiçbir savaş açmayacağım gibi hiçbir yere de sıvışmayacağım.

Bunlar yerine oturup, sabırlı olmayı ve sabrımla beraber gözlemlemeyi öğreneceğim, öğreteceğim kendime.


Sahi bu gecekondu mahallesi neden yıkılmıyor, TOKİ neden buraya girmiyor? 


Kocası yıllar önce çekip gitmiş olan ve 2-3 yılda bir gelip onu sikip hamile bıraktıktan sonra yine ortadan kaybolan komşumuz Nazime Abla kocasız bi şekilde yaşamasına rağmen geçimini nasıl sağlıyor? Çocuklarına nasıl bakıyor? Kafayı yiyen kaynanasına yıllarca nasıl bakabildi, midesi bulanmadan yaşlı kadının altını nasıl temizledi, sokaklarda peşinden koşmaya, onu temiz tutmaya nasıl sabredebildi? aynı şekilde kayınbabasına da sahip çıkmıştı kadın. Üstelik ne kocası, ne kayınları, ne görümceleri vs hiçbiri ölen anne-babalarının taziyelerine bile gelmemişler. Tüm bunları o kadın nasıl kaldırabiliyor. Mental olarak sıkıntılı olan çocuklarını da büyütmüş maşallah. Umarım büyüdükçe iyileşir ve mental sorunlarından tamamen kurtulurlar.


Ya amcamlar nasıl bu mahallede oturmaya devam edebiliyorlar. Onca paraya, mala mülke rağmen neden hâlâ burdalar, neden kendinlerine güzel birer ev alıp taşınmıyorlar?


Çapraz karşı komşumuz İsmet Amca bir kaç yıl önce ölmüş. Karısı Şefika Abla ve bir oğlu İshak tek başlarına evde yaşıyorlarmış. İshak şu an 40'lı yaşlarına varmak üzere ve hâlâ alkol, esrar, arada türlü türlü uyuşturucular, haplar vs vs kullanıp duruyormuş.

Geçenlerde yolda karşılaştık, göz bebekleri hepten sönmüş, saçları bembeyazlaşmış ve avurtları da iyice çökmüş. Zayıf, çelimsiz bedeniyle, sokağın ortasında ayakta durmuyordu da sanki bir askılığa giydirilmiş pantolon ve gömlekten ibaret gibiydi. Gördüğümde üzüldüm ve içimden "acaba bunun leşi ne zaman, nasıl bulunacak?" diye düşünmeden edemedim.

Şefika abla ise zaten küçücük bir kadındı. Şimdi hepten ufalmış, cep cücesine dönüşmüş. Herkes onun bu hâle gelmesine, oğlunun yaşam şeklinin neden olduğunu söylüyor.


Yan komşumuz Nafile Abla burda değil. Geçen hafta köye gitti. Bir oğlu burda ve o da işsiz güçsüz biri. Herkes, adamın iş beğenmediği için çalışmadığını söylüyor ama ben konuştum; adam iş beğeniyor ama az para verilmesi ve çok hakaret edilmesini beğenmiyor. Kimsenin, adamın az para aldığından ve çok hakaret işittiğinden haberi yok.

Nafile Abla'nın diğer çocukları ise yurdun dört bir yanına dağılmış haldeler. Bir kızı Kocaeli'ne okul okumaya gitmiş ve orda bi yandan okuyup, bi yandan Bim'de kasiyerlik yapınca, okullar bittiğinde orda kalmaya karar vermiş ve bu yıl hiç gelmemiş. 

Diğer kızı İstanbul'da bir Kur'an Kursu'nda hocalık yapıyormuş. Kara çarşafa falan da girmiş.

Diğer iki kızı ise evlenip yuvalarını kurmuşlar, çoluk çocuğa karışmışlar. Bunlar iyi yapmışlar, çünkü açık açık söylenmesede, herkesin yüreğinin saklı bi köşesinde, kalplerinin taaaa en içinde Bim'de kasiyerlik yapan kız ile İstanbul'da Kur'an Kursu'nda hocalık yapan çarşaflı kızın orospu oldukları şüphesi var. Yoksa neden uzun zamandır ailesinin yanına gelmesinlermiş falan fistan.


Karşı komşularımızdan birinin bir sürü tavuğu var, yumurtalarını toplayıp satıyorlar. 

Oğullarından biri Uzman Çavuş olmuş ve bilmem nerde görevliymiş. Ama ailesi onunla iletişimi kesmiş. Çünkü oğlan, ailesinin tüm karşı çıkmalarına rağmen 2 çocuklu dul bi kadınla evlenmiş ve bu yüzden onlarla görüşmeyi kesmiş. Diğer bir çocuklarının küçük bir marketi, orayı işletip parasını yiyorlar.


Burda keseyim yazmayı. Zamanla belki daha iyi yazarım. Ama dediğim gibi, bir süre burada kalıp, savaşsız, sıvışmasız, sessiz bir hayat yaşamaya karar vermiş bulunmaktayım.

Tüm bu izlemelerimi-gözlemlerimi yaparken, olabildiğince sessiz bi hayat yaşayıp, onlar iletişime geçmedikleri müddetçe de iletişime geçmeyeceğim ve tıpkı yıllardır terkedilen bu ev gibi kenarda öylece bekleyeceğim. Bakalım neler olacak, nasıl olacak.






Yazı Başlığı: Delirmek veya delirmemek. İşte bütün mesele bu 


Madem ailem tarafından 37 yaşında def edilmeme rağmen, uzaklarına siktir olup gitmek yerine burda kalıp leş tabakasına dönüşmüş bir kitleye yakından bakmaya, dokunmaya, midem bulanarak da olsa içinde yaşamaya karar verdim...

Madem bu hiç sevmediğim yerden, defalarca siktir çekilmesine rağmen def olup gitmek yerine burda kalacağım, öyleyse; kendimi, buraya uyum sağlayabilecek bir karaktere de sike sike dönüştürmeli ve buradaki hayatı ve içindekileri, sanki hep burdaymışım, onlardan hiç ayrılmamışım, hiç uzaklaşmamışım gibi içselleştirerek yaşamayı da öğrenmeliyim.

Madem şimdiye kadar ki acılarımın etkisini azaltmak için, hayatı hep bi maceradan ibaret gördürdüm kendime ve bu sayede daha az acı çekebildim, canım daha az yandı ve hatta bazen hiç yanmamasını sağlayabildim, öyleyse bu kokuşmuş küçük şehirde kalmaya karar vermiş olarak, yine acı çekmeden ve burada başlayacak olan maceramın da tüm gerektirdiklerini yapacağım.
Yani maceram ne kadar sıkıcı olursa olsun, elimden geldiğince onu eğlenceli kılacağım ve eğlenceli tarafını sadece kendime özel tutarak bu pisliğin içinde yaşayacağım.


Bunun için; hayatımın hiçbir anından eksik olmayan acımdan bi çimdik, sadece hayallerimde yaşayabildiğim mutluluğumdan bi avuç, tüm yaşanmışlıklarıma rağmen terk edemediğim-bırakıp gidemediğim saflığımdan iki çorba kaşığı ve hayatımdan hiç eksik olmayan-eksik etmediğim-edemediğim trajedimden de iki tatlı kaşığı kadar alıp, hepsini bi kaba koyduktan sonra kulak memesi kıvamına gelinceye kadar iyice karıştırarak kendime yeni bir kişilik yaratacağım.

Çünkü burada kendime ait yeni bir kişilik yaratmazsam; bu küçük insanların, büyük rezilliklerini kendim olarak-kalarak çekebileceğimi sanmıyorum.

Çünkü burada saf kötülüğü, saf iyi niyetin içine karıştırıp saklayarak yaşıyorlar ve ben bunun yanlış olduğunu söylediğim için, iyiliğin içindeki kötülüğü işaret ettiğim için, işaretim iplenmeyince sesimi yükselttiğim için deli ilan edilmek istemiyorum.


Herkesin ahlaksız birer deli olduğu bu kokuşmuş küçük şehirde, görüyorum ki; akıllı'dan daha delisi yoktur. O yüzden bende herkes gibi delirerek normalleşmeliyim, normalleşeceğim.

Hem gerçekten delirmesem bile, deli gibi davranabilirim. Çünkü bu sadece tüm inadımı takınarak, sabırlı bir şekilde davranmama bağlı ve biliyorum ki onlar gibi olduğumda beni çok sevecekler. Hatta yer yer beni sikmek veya kendilerini bana siktirmek bile isteyecekler. Biliyorum, çünkü hep öyle oldu.

Bunun için yapmam gereken tek şey; çokça sabredip, ereksiyon olmayı veya olmalarını beklemek. İşte o zaman herkes için, her şey daha güzel olacak.

Burada çok kullanılan deyimlerinde de denildiği gibi; kalkmış sikin, dini imanı olmaz. 






Yazı başlığı: Kalabalığın içindesin, herkesi tanıyorsun, ama aynı zamanda hiçkimseyle tanışmıyorsun


Kan bağın olan herkesle dolu tıka basa dolu bir şehirde ve şehir merkezindeki nerdeyse herkesle az çok tanıdık olmana rağmen, yalnız olmayı-kalmayı bi anlamda tercih etmek-yalnız bırakılmak, tüm tanıdıklara rağmen yalnız olmak sanırım en büyük lüks olsa gerek.

Şu an o lüks içindeyim ve anladığım kadarıyla lüks denilen şey, bazen insanı şimdiye kadar olduğundan-yaşadığından daha çok yıpratabiliyor. Çünkü şimdiki yalnızlığım, içine itilmiş olduğum anda tutunacak başka bir şeyim olmadığı için mecburen yuvarlandığım derin, kapkaranlık, sessiz bir çukurdan başka bir şey değil.........


Tercih edilen yalnızlık ile çukuruna itildiğin yalnızlık arasında derin bir anlam farklılığı olduğunu da şimdi bu karanlık sessiz çukurda anlıyorum. İkisi arasında büyük bir incelikte fark var. Üstelik sadece şimdiki yalnızlığım için değil, önceki yalnızlıklarımla karşılaştırdığım zaman görebildiğim büyük bir fark bu.

Tam olarak anlatılmaz, anlaşılmaz ama sadece içine düştüğünde-itildiğinde, yaşanınca anlaşılacak-hissedilecek bir fark ve şimdi içinde kalmayı tercih etmiş gibi yaşayarak anlıyorum ki yalnızlık;

-Tek başına yaşamaktan, yaşıyor olmaktan, tek başına kalmaktan ibaret değilmiş.

-Gece yatağa girdiğinde, ona sarılarak uyuyacak birinin olmamasından ibaret değilmiş

-Yalnızlık, hayatında seni sikecek veya senin sikebileceğin birinin olmaması değilmiş

-Vaktini doldurmak için boş boş konuşacak arkadaşının olmaması değilmiş

-Yalnızlık, küçük basit dünyandaki tüm romantik anlamları yükleyebileceğin bir kelimeden ibaret değilmiş

-Hayatında çok insan olmasına rağmen, aslında seni anlayacak kimsenin olmaması değilmiş

-Tüm inceliğine rağmen, herkesin vicdanını susturmak için bulduğu ilk küçük bahaneyle seni kaba bi şekilde başından savmaları değilmiş

-Ama sanırım yalnızlık biraz da olsa; sen tüm bunları anladığın için, kalabalığın uzağında durmaya başladığında da "naapalım bu da böyle işte" diye umursamamalarıymış.

-Tüm bu yalnızlık tanımlarına daha onlarcası eklenebilir ama kısa kesmek gerekiyorsa bu kadarı yeterli. Fakat şu tanımı da yapmak, iç rahatlığını biraz daha iç artırmak için çok gerekli; yalnızlık, insanın aslında her zaman tek başına olduğunu anlayıp ağlayarak kabul etmesinden başka bir şey değil........


Tercih edilen yalnızlık ile içine itildiğin yalnızlık arasında da derin anlam ayrılıkları var. Yani yalnızlık bile kendi içinde anlamsal olarak alt başlıklara ayrılıyor ve bu alt başlıklar da kendi içinde yeni yeni alt başlıklara ayrılarak altındaki iyice yalnızlıklaşıyorlar. 


ve şimdi anlıyorum onlarca kedi sahiplenip, ölünceye kadar onlarla yaşayan insanları, vaktinin tamamını sokak hayvanlarına ayıran kadınları, öldüğü zaman tüm mirasını muhabbet kuşuna bırakan adamları, o güzel sahil kasabasına hayali olduğu için yerleştiğini sandıklarımızın aslında bu yüzden yerleşmediklerini, kimsesiz oldukları-kaldıkları-bırakıldıkları için Azrail'le orda buluşmayı seçtiklerini şimdi anlıyorum.




Yazı Başlığı: 76 yaşındaki kötülük dolu annem keşke annem olmasaydı


Evime yerleştiğimden bu yana 1numaralıablam ve annem ara ara gelip, Nafile Abla'nın 3numaralıoğlu'nun verdiği 2 kişilik eski koltuğa, çalışma masası olarak kullandığım kırık ütü masasına, paslı demir sandalyeye, üst üstte bıraktığım tek kişilik iki eski kirli yatağın çarşaflarına ve boş kalan diğer 2 odaya  bakıp "yapma böyle, herkese ayıp olacak. hadi gel evimize gidelim. sanki koca evde sana yer mi yok" diye sürekli söylenip biraz oturduktan sonra kalkıp gidiyorlar.

Böyle davranma nedenleri üzerine düşünürken, ikisinin de ses tonlarına ve kullandıkları cümlelere takıldım ve anladım ki; beni eve davet etmeleri her zaman oynadıkları oyunlarından başka bir şey değil. Yani aslında; babamdan kalma terk edilmiş bu gecekondudaki yalnızlığıma, evden kovulmuşluğuma, haksızlığa uğramışlığıma değil de; konu komşunun, tanıdıkların ne diyeceklerine, boş eve, bir evde olması gereken temel eşyalar olmadan yaşamama-yaşayabiliyor olmamdan yola çıkarak eve dönmemi istiyorlar. Oysa insan eşyasız bir evde, konu komşunun dedikodularını umursamadan da yaşayabilir. Bunu anlamıyorlar. Anlayamıyorlar ve beni üzüyorlar...


Diğer iki ablam(2 ve 3 numara) ve iki abim (2 ve 3numara) ise, evime henüz hiç gelmediler ve annem her gelişinde onlar için "hepsi çok hasta, hep hastaneye gidip geliyorlar" adındaki yalanını söylüyor. Böyle söylediğinde de ayrıca üzülüyorum. Çünkü kendince, onların hasta olduklarını bana söyleyerek, benim sevinmemi sağlamaya çalışıyor. Oysa biliyorum hasta değiller ve bende bu yüzden, onları sevmiyor oluşuma, nefret ediyor oluşuma rağmen her defasında "allah şifa versin" diye cevap veriyorum ve cevabımla birlikte o da derin bir suskunluğa boğuluyor...


Annem işte bu kadar kötü bir insan ve ben onun 76 yaşında bile kötü olabilmesine-kalabilmesine şahit olduğum için ona belli etmeden o sırada içten içe onun kötülüğüne ayrıca üzülüyorum. Oysa o beni sırf oğlu olduğum için kendisi gibi kötü biri olarak değil, iyi bir insan olarak tanımalıydı. Bunu ondan bekledim ama yok. Her defasında gelip farklı hastalıklardan, rahatsızlıklarından bahsedip, bunun karşılığında ise benim sevinç naraları atmamı bekliyor. Ama sevinç  naralarımı duyamayacaksın canım kötü annem benim. Çünkü;

-yabancı dahi olsa birinin başına gelen kötü bir durumdan kendime sevinç payı çıkaracak kadar karaktersiz değilim.

-ben, beni sokağa atmış dahi olsalar, insanların hastalandıklarından onların hastalığına sevinip "ohh olmuş" diyecek biri değilim

-beni kendin gibi ve kadar kötü sanıyorsun ama ben kötü biri değilim!

-ve anlıyorumki; evet sen beni tanımıyorsun. sen, benim kendi içimi, kötülüğe yer kalmayacak şekilde hep iyilikle doldurduğumu bilmiyorsun.

-ve canım kötü annem benim, düşmanım dahi olsa, birinin başına gelen olumsuzluklara bile üzülen biri olduğumu bilmiyorsun ve bilmediğin için de her gelişinde, abimler ve ablamların hasta olduğunu söyleyip sevinmemi bekliyorsun ya, ben çok üzülüyorum. 

ve canım kötü annem; sen sırf beni sevindirmek için tüm kötülüğünle çabalarken, üzüldüğümü görmüyorsun ya, ben buna da ayrıca üzülüyorum.

ve sen yalansız yaşayamıyorsun ya, yalanını sikeyim anne.

Zaten hayatın boyunca doğru yapabileceğin iki şey vardı, ikisini de yaptın.

-Biri beni doğurmaktı ve yıllar önce gerçekleşti. Benim dışımda yaptığın her şey yanlıştan başka bir değil.

-İkincisi ölmekti, ama bi türlü ölmüyorsun ve yalanlarına devam ederek hâlâ yaşamaya devam ediyorsun. Öl artık lütfen.

Öl de artık senden nefret edemeyeceğim için gözyaşı dökeyim.

Öl de, arada bazen sana zorla sarılıp öptüğüm zamanlarımı tebessümle anayım,

Öl de seninle olan tüm anılarımı yeniden şekillendirip kötülüğünü-kötülüklerini, aile içindeki haksızlıklara göz yumuşlarını, Allah'ı beni kandırmak için diline dolayışlarını, işine karıştırmanı, bir kancık kadar annem olamayışını, annelik yapamayışını ve bu yüzden 10 yaşıma kadar seni annem olarak değil de evdeki herhangi biri olarak gördüğümü unutayım.

Öl artık nooolur öl!

Niye ölmüyorsun? Vaktin gelip geçmesine rağmen neden ölmeyi beceremiyorsun.

Öl artık nolur, yalvarırım öl!!!! Çünkü ölürsen senden nefret etmeyi bırakacağımı biliyorum... 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

düşüncelerini kendine saklama, benimle de paylaş.