şu anda saat 20:29 ve bi sahil kasabasının, halk plajında denize karşı sırtımı kayalara iyice yaslamış vaziyette yerimi sağlamlaştırarak oturmuş, bu satırları yazıyorum.
öğlen karnımı, çalıştığım otelin yağlı personel yemeğiyle doyurduğum için ishal oldum.
denizin gidip gelirken ayaklarımı köpüğüyle öptüğü dalgaları eşliğinde bazen sesli, bazen sessiz osuruyor ve açıkçası sıçmamak için de kıçımı kontrol etmeye çalışıyorum. çünkü bilirsinizki ishalken insan osurduğu zaman bi anda altına sıçabiliyor ve ortaya çıkan durum hiç de güzel değil.
bunu bir defa askerdeyken yaşamıştım. hava çok soğuktu ve arabayla askeri arazi kontrolüne gitmişken bi anda hapşurmuş ve hapşurmayla beraber ise altıma kaçırıvermiştim.
ankaranın o kuru soğuğunda, altta askeri içlik giydiğim için ishal boku etrafa çok saçılmamış, ben de hemen arabayı kenara çekip soyunarak içliği çıkarıp, bacak aramı iyice temizledikten sonra kenardaki çalılıkların arasına gizleyivermiştim.
allahtan o gün tektim ve kalabalıktan uzak, kimseye rezil olmadan olayı kontrol altında tutmayı becermiş, sonrasında ise hiçbir şey olmamış gibi tabura dönmüştüm.
şimdi yine ishal olmuşken o altıma sıçma anım aklıma geldi ve yazdım. tabii sadece şimdi değil, askerden sonraki tüm ishallerimde aklıma gelip duruyor.
ishal olma olayım ise her yağlı yemek yiyişimde gerçekleşiyor. henüz yağlı yemek yiyip de ishal olmadığım bir yemek sonram olmadı. bu yüzden genel olarak yağsız yemekler yiyor, çok yağlı olan yemeklerden de ishal olmamak için uzaklara kaçınıyorum.
ama burada çalışmaya başladıktan sonra, mecburen yağlı yemekleri de yiyorum, çünkü yapabileceğim başka bir şey yok. başka yerde yemek yemek için de bütçem yok. kazandığımı da yemeğe verme gibi bi lüksüm yok.
bu lüksler yerine olabildiğinde yağsız yemek seçiyor, karnımı da karpuz, cacık, meyve ve sebze gibi şeylerle doyurmayı tercih ediyorum.
böyle yapınca kendimi daha iyi hissettiğimi de söylemeliyim.
personel yemekleri her yerde böyle iğrenç mi yapılıyor bilmiyorum ama çalışanların hiçbiri bu yemekleri beğenmiyor.
gerçi yemek yapanların hakkını da tümden yememek lazım, çünkü bazen gerçekten çok güzel yemek yaptıkları oluyor. ama genel olarak kötü olunca, o bir kaç seferlik güzel yapılan yemekler de arada kaybolup gidiyor.
benim dışımdaki çalışanların çoğunluğu, otelin personel yemeklerinden hep şikayetçiler. hatta geçen haftalarda 1-2 kişi yemeklerin berbatlığından dolayı işi bırakıp, başka otellerde işe girdiler.
işten çıkma olayları sadece yemeklerle ilgili değil. bazen daha iyi bri iş buldukları için, bazen içerdeki elemanlarla anlaşamadıkları için, bazen ise burda sıkıldıkları için gerçekleşiyor. zaten bu sektörde (turizm) eleman değişikliği çok sık olan bi durum ve bu yüzden müdürler falan bu değişimlere çok normal gözüyle bakıyorlar. çünkü elemanlarla beraber, müşteriler de çok sık değişiyor. bu kadar sık değişim içinde ise, eleman değişikliği pek sıkıntı olmuyor. gidenin yerini gelen dolduruyor.
tabii herkes daha iyi bir iş için gitmiyor. bazen müdürlerin de farklı nedenlerden dolayı elemanları şutladıkları da oluyor. mesela önceki hafta Lobi garsonlarından birini jandarma eşliğinde şutladılar. Sebebi de garson'un, lobi'de sarhoş olan bir kadını odasına çıkarırken, fazla yakınlaşmaya başlamalarından dolayı asansörde olup biten ayak üstü seksleriydi. aslında kadın'a ve bana göre seks yapmaları normaldi. sonuçta kadın'da bundan şikayetçi değildi. şikayetçi olduğu şey "seks esnasında telefon kaydının alınmış" olmasıydı. kadın bunu ertesi gün anımsayınca şikayetçi olmuştu ve garsonu işten jandarma eşliğinde çıkarmış oldular. sonrası ne oldu, neler olacak bilmiyorum.
bu tür olaylar, özellikle bu sektör için sık olanlardan biri. zaten şefler'in de dediği gibi "turizm sektörüne girip de hâlâ milli olmamış olan varsa gelsin bizi siksin"
karnım guruldarken bu satırları yazıyorum ve gökyüzünde; yarın kırmızı dolunay'a dönüşecek kocaman bi ay var. etraf sessiz. bi kaç yüzmeye kalan kişi dışında, sahilin üst tarafında arabalarını park edip etrafına yerleşerek içkisini yudumlayan arkadaş grupçukları var.
sahilin biraz daha üst tarafından antik bi kent kalıntısı var ve gündüz saatlerinde buralar turist kaynıyor. bi de birbirini ayartıp tarihi sutunlara dayayıp ayak üstü sikişenler.
gay'lerin çoğunlukta olduğunu söylememe gerek yok. birbirlerine göz kırpıp donlarını aşağıya indirmek için her an tetikte bekliyorlar.
tanıştıklarımdan bi kaçı eskiden buraların daha kalabalık olduğunu, gaylerin buluşma ve birbirlerini bulma yeri olduğunu söylediler. şimdilerde ise 2-3 kişi yalnız geliyormuş buralara.
eskiden bu kadar yoğunken, şimdi bu kadar ıssızlaşmasının nedeninin internet olduğunu düşündüğünü söyleyenler var. ben de bu görüşe katılıyorum.
aslında sadece katılmıyorum, haklı da buluyorum. çünkü internet hayatımızı çok kolaylaştırdı. yani artık bi göt için onlarca kilometre tepmemize gerek yok.
ama tabii bu kadar kolaylaşan dünya da, kolay elden çıkarmaların olması da normaldi. oysa eskiden böylemiydi; insanlar bulduğuna yapışır, asla bırakmazmış.
mesele kerem ile aslı'ya baksanıza. adam bi amcık için dağları delmiş. mecnun'a baksanıza, leyla'yı sikemediği için kafayı yemiş.
oysa onların çağında internet olsa, kerem dağı deler miydi? Aslı'nın ilk tribinde tinder'ı açar başka bi aslı'yla match olur, onun bacaklarının arasını delerdi.
Mecnun da Leyla yüzünden kafayı yiyeceğine, Twitter'dan başka bi Leyla düşürür hayatına sağlıklı bi insan olarak devam eder giderdi.
hey gidi hey. internet her şeyi değiştirdi.
29 Temmuz 2018
insan yaş aldıkça değişimi de, bu eski yaşına oranla daha hızlı oluyor galiba.
şimdi tekrar eskisine göre yaşayıp, burda da öyle yazmaya devam edeceğim. yani daha önce sanki bir ailem yokmuş gibi. sanki yerden "hop" diye bitmişim gibi. bu da ailem hakkındaki son yazıydı.
hoş çakal.
minibüs durağındaki sikici tip. siki kalkmıştı ve onu diğer tarafa çevirip arkadaşına iyice yapıştı. o da beni görünce dur dedi ve durdular.
ama adamın siki kalkımıştı ve dışarı çıkıp ikini tekrar düzeltikkten sonra yine içeri girip başka bir şöförle yakınlaşmaya çalıştı.
siki kalkmış uyuyan garson
25 Temmuz 2018
sikimde olan her şey dahil tatil köyleri ve Sahte Cennet
Garsonluk işi yoğun yoruculuk haliyle olsa bile son sürat devam ediyor. Zaten yapacak başka da bir şey yok. Doğrusu işin eğlenceli tarafına ve mecburi olarak çalışmak zorunda olduğum kısmına odaklanınca pek sıkıntı olmuyor, bende zaten etmiyorum. Sonuçta bi şekilde para kazanmalı ve önümüzdeki eğitim yılını rahat geçirmeliyim.
Benim amacım ve iş motivasyonum şimdilik "eğitim", ama ne yazıkki herkesin amacı öyle değil. Bu sektörde çalışanların büyük çoğunluğu Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan gibi ülkelerden gelmiş ortadoğulu garibanlardan oluşuyor. Hepsi, gelişmekte olan ülkelere ve gelişmiş ülkelerdeki zenginlere, birer eşya olsun diye bilerek güdülen büyük siyasi ve politik olaylar sonrasında buraya rızayla gönderilmiş süsü verilmiş genç kız ve genç erkekler.
Bu politik ve siyasi oyunlar, sadece onların ülkelerinde değil, bizim kendi ülkemizin doğusunda da oynanıyor ve zaten bizim doğudan gelenlerin durumu da çok farklı değil. Her şey büyük bi titizlikle işleniyor ve ortaya işte biz modern köleler çıkıveriyoruz.
Sadece biz değil, onlarda buldukları ilk işe atlayıp, tabiri caiz ise köpek gibi çalışıyorlar. Üstelik burda Rus müşteriler çok olduğu için biraz kabaca bile olsa onlarla anlaşabiliyorlar. Ama tabii, bu insanların ilk amaçları sadece düzenli bir işte çalışmak olunca, bir çoğu (ki bunlar henüz genç ve bende bunlardan bahsediyorum) dilin öneminin ve rusça konuşarak daha ön saflara geçebileceklerinin farkında değiller. Bu yüzden verilen işi yapıp geçmek dışında bir şey yapmıyorlar. Yapmaya da hevesli değiller.
Bu hevessizlikleri kötü dursa bile, amaçları; içgüdüsel olarak bi an önce işlerini yapıp bitirmekten başkası değil. Bazen şefler en ağır işlere onları yönlendiriyor ve dönüşlerini gördüğümde, adeta bir savaştan çıkmış gibi yorgunlukları her hallerinden belli oluyor.
Tabii çoğunluk dediğim gibi bu ülkelerden gelenlerden oluşsa da, Türkiye'nin doğusundan gelmiş veya gelmek zorunda kalmış onca insan da var. Zaten herkesin buraya gelişi, hayatlarından karşılaştıkları zorluklardan kaynaklı ve gelmek dışında, yapabilecekleri başka bir şey de yok.
Şehirlerinde kalsalar, bir çoğu bu zorlukları aşamayıp işsiz kalacak ve sonrasında da işsizlikten kafaları karıştırılıp dağa çıkartılmaları çok zor değil. Biliyorum, orda doğdum büyüdüm.
Bir çoğumuzun buraya geliş amacı zaten hayatlarını, kimseye el açmadan yaşamak ve kimseye muhtaç olmadan günlerini geçirmek. Ama buraya geliş amaçları salt bununla kalınca, bunun ötesine de geçemiyorlar.
Bir kaçı dışında henüz kitap okuyan, düşünen, araştıran kimseye rastlamadım. Neden okumadıklarını sorduğumda "zamanlarının olmadığı" cümlesini kuruyolar. Oysa hepimizin zamanı aynı ve aslında okumak zamanla alakalı değil. Okumak için ayrı bi zaman da olmayacak. O zamanı kendimizin yaratması gerekiyor. Yoksa, okumak için zaman diye bir şey yok. Okuma zamanı diye bir şey yok.
Tabii bu söylediğim şey, yalnız bizim doğululara özgü değil. Aksine genelin böyle bir sorunu var.
Örneğin Manisalı bi oda arkadaşım var ve babası 3 evli. Bunlar kardeşler, amcalar, yeğenler, torunlar, tombalaklar diye gidince baya kalabalık ve kalabalıktan kaynaklı olsa gerek "kabalıkları" de fazla.
Tabii diğer aile fertlerini tanımıyorum ama çocuğun anlatımından yola çıkarak bu sonuca vardığımı söylemeliyim. Üstelik kendisi de çok kaba ve düşüncesiz. Ufak tefek şeyler hakkında sürekli uyararak iletişimi devam ettirmeye çalışsam da, çoğu zaman bozmadan edemiyorum.
Çünkü modern dış görünüşünün aksine, gerçekten düşüncesiz ve tam bir odun. Üstelik bazen kendince aşırı delikanlılık tasladığı hareketleri oluyorki, o anlarda üstüne kusmamak için tuvalete kaçıyorum.
Diğer oda arkadaşlarım ise bunun tersine gayet medeni sayılırlar. Üstelik çok efendi ve eğlenmeyi de biliyorlar. Biri Trabzonlu, diğeri Urfalı.
Trabzonlu olanın ses tonu hep yüksek perdeden oluyor ve bazen kendi aramızda konuşurken ona biraz alçak sesle konuşması gerektiğini, çünkü onu duyduğumuzu hatırlatmak zorunda kalıyoruz. O da her defasında gülerek sesini alçaltıyor.
Konya'da bi üniversite de 4 yıllık turizm bölümü okuyor ve son 1 yılı kalmış. Hem paraya ihtiyacı olduğu için, hem de staj gerekliliğinden dolayı gelip burda çalışmaya başlamış ve işte yuvarlanıp gidiyor. Çok efendi, gayet mantıklı hareket eden, kaba saba hareketleri olmayan, medenileşmiş bir trabzonlu. Böyle trabzonlu çok az bulunur. Ya da benim tanıştıklarım arasında böylesine ilk defa karşılaşıyorum. Umarım daha da çoğalırlar.
Urfalı olan da inşaat mühendisliği okuyor ve çok fırlama biri. Ama tüm bu fırlamalığına rağmen efendi ve mantıklı konuşup hareket ediyor. Gözlüksüz yaşayamayangillerden olup, fazla esprili bir konuşma şekli var. Ayrıca kendisiyle barışık ve egosunu yer yer fazlasıyla alt ettiği oluyor.
Sanırım olurda burdaki işimden ayrılırsam, bu ikisiyle görüşmeye devam ederim, diğerleri ise, bi ihtimal ya görüşürüm, ya görüşmem.
Zaten kıbrıs'taki arkadaşlardan da elediğim çok kişi oldu ve Karpuzcu dışında henüz yazıştığım pek kimse olmadı. diğerleriyle arkadaşlığımız çok ilerlememişti ve yer yer okulla ilgili şeyler dışında pek konuşmadık.
O konuda böyle işte.
Aklıma gelmişken şu konuyu da yazayım ve yazıyı bitireyim;
Tatil köyleri ve "her şey dahil" konseptlerini biraz tuhaf bulmaya başladım. Daha doğrusu bu konu üzerine düşününce, sanki burası ve bura gibi yerlerin, insanların çıkıp geldikleri sahte cennetler olduğunu düşünmeye başladım.
Çünkü inançlı insanlar bilirlerki (doğrusunu allah bilir ama ne yazıkki kulaktan kulağa gelen bilgilerde şöyle biliniyor) öte dünyadaki cennette, iyiler oraya gidip istedikleri gibi yer içer, eğlenir ve tüm hayatları da bu sınırsızlıklar içinde böyle sürüp gider.
Şimdi bu cennet algımdan kaynaklı, nedense bu her şey dahil sistemlerini de sahte cennetler olarak görmeye başladım.
Zavallı insanlar, doğruluk üzerine zorlu bir hayat yaşayıp, en sonunda vaat edilen ama kimsenin görmediği bi cennete gitmektense; yalan yanlış ve haksızlıklar üzerine kurulu kolay bir hayat yaşayıp, arada bu sahte cennetlerde vicdanlarını boğarak hayatlarına devam etmek zorunda kalıyorlar.
Evet belki yanlış bir düşünce ama nedense böyle düşünmeye başladım. Sanki aslında insanların farkında olmadan cennete gidip geldiklerini düşünerek, vicdani rahatlığı yakaladıklarını ve böylece, yer yer berbat olan hayatlarına bir müddet daha motive olup devam ettiklerini düşündüm.
Büyük ihtimal tüm bu düşüncelerimi yarın öbür gün unutacağım ama şimdilik bunlar aklımda ve yazmak istedim.
Bir de son zamanlarda iyice yazma tadım kaçtı. Öylesine yazıp geçmek ve sadece o anki aklımdan geçenleri veya o anlarda ile günlerde yaşadığım ya da yaşamakta olduğum şeyleri gelişi güzel, önemsizce buralara döküp rahatlamak istiyorum.
Gerçi yazdıktan sonra hâlâ rahatlayamadığımı da söyliim. Ne olacak bu hâl bilmiyorum.
23 Temmuz 2018
Garsonluk ve bahşiş toplamak
Tatil köyü kavramını hep duyan ve bilenlerdenim. Burdan öncesine kadar online dünya dışında tatil köyünü hiç görmemiştim. Hele bu çalıştığım 5 yıldızlı tatil köyü gibi bir yeri hiç görmemiştim. Aslında buraya tatil köyü demek uygun mu onu da bilmiyorum. Bunun yerine öncelikle büyük bir otel binası var diyeyim, yine aynı arazi üzerine koşullandırılmış ücrete göre ayrılan belli özelliklerde 2 katlı küçük lüks villalar var diyeyim, havuzlar, plaj, barlar, disko, aqua park, yemekhaneler, farklı konseptlerde ve dünya mutfaklarından lezzetler sunan çeşitli restoranlar ve (biz modern köleler için yapılmış) yatakhane binaları, (biz köleler için)küçük bi kantin, yine yemekhane vs vs var.
Burası lüks sayılabilecek bir yer ve misafirler genellikle avrupalılar. Tabii bol miktardaki rusları, orta direk türkleri ve araya karıştırılmış bir kaç arap turist'i de unutmamak lazım.
Rusların çoğu (kadın erkek farketmeksizin) taş gibi oldukları için onları belki ilerleyen zamanlarda ayrıca ele alacağım. Şimdilik iç geçirerek, geçiyorum. Canım ruslar.
Gelen müşteri kitlesi genellikle aileler olmasına rağmen, araya kaynayan bir kaç bekâr türk erkeği de yok değil. Bunları salak olarak görüyorum ve zaten onlarda gecenin sonunda salak olduklarını "abi hiç kız yok ya. herkes aile, herkes yaşlı, hiç tek gelen yok" cümleleriyle açık ediyorlar.
Bunlar zengin ailelerin "öff sizden, hayattan, yaşamaktan sıkıldım, acilen bi haftalık tatile ihtiyacım var" diye kredi kartlarını ve marka kıyafetlerini toplayıp gelenlerden başkası değil. Pek sık karşılaşmasak da, arada çıkıp gelenler oluyor. Tabii yanlarında en yakın arkadaşlarıyla.
(Günün sonunda sikecek amcık bulamayınca, odalarına çıkıp osbir çekip uyuya kaldıklarını düşünsemde, bazen birbirlerine çakmadıklarını da düşünmüyor değilim.)
(Günün sonunda sikecek amcık bulamayınca, odalarına çıkıp osbir çekip uyuya kaldıklarını düşünsemde, bazen birbirlerine çakmadıklarını da düşünmüyor değilim.)
Bu ergenlikten kurtulamamış tayfa dışındakiler ise ailelerden oluşuyor. Yani bir çoğu; tatili, hayatlarına iş gibi yedirmiş, parasını pulunu biriktirmiş, işini gücünü yoluna sokup ununu eleyip, eleğini sadece 1-2 haftalık asmışlardan oluşuyor.
Tabii herkes evlenip çoluk çocuğa karışmış değil. İçlerinde bazen yeni evliler de çıkıyor. Onlara akşamları masaya oturduklarında hoşgeldin şampanyası patlatarak, daha nice yıllar buraya gelip gitmeye ikna etmeye çalışıyoruz. Yani bi şampanyaya ikna olan da bana tuhaf geliyor ya neyse.
Güzel, mutlu anlar olup biterken, bazen karı kocaların kavgası da çıkıyor. Örneğin geçen gün, kadının biri akşam güneşinin altında kocasının beynini yedi.
Üstelik tek defada değil, yaklaşık 3 saat boyunca söylendi de söylendi.
Üstelik tek defada değil, yaklaşık 3 saat boyunca söylendi de söylendi.
Normalde böyle durumlarda ortadan kaybolan ben (ki özellikle böyle utanç dolu anlara asla şahit olmak istemem, çünkü böylece kavgacılardan birinin en azından daha az utanmasını sağlamaya çalışırım. yani düşünsene karın kafanın etini yiyor, biri de gelmiş masayı temizliyor falan)
işte normalde böyle durumlarda ortadan kaybolan ben, Şefim'in ısrarlı bardakları ve ot bok böceği topla ısrarlarından dolayı sürekli o masa ve çevresindekileri ziyaret etmek zorunda kaldım.
Her gitmemde de kadının, kocasını farklı bir aşağılama cümlesine kulaklarımla şahit oldum.
Kadın adama "senden bi bok olmaz, senle niye evlendim, sen benim dengim değilsin, bize baksana, sen kimsin, nesin" tarzında konuştu da konuştu. Adam gariban dinleyip durdu. Üstelik bunlar dışında (ki kavgaları yaklaşık 3 saat sürdü) allah bilir ya kadın neler neler demiştir de adam sineye çekti.
Kadının böyle söylenmesinin belki haklı nedenleri vardı, ama bence ortalık yerde hiçbir haklı neden olmaz. Her hald ya gerçekten önemli bir şeydi, ya da işte kadının salaklığından kaynaklı bir durumdu. Sonuç olarak adamın ne bok yediğini de bilmiyorum. Ama ne bok yerse yersin, kadının başbaşayken bile "dengim değilsin" cümlesini duyduğum an sağ gözünün biraz altına osmanlı tokadını patlatır "dengin değilsem siktir git ananın amına dön" derdim de adam sabırlı çıktı, tokadı basmadı, büyük bi sabırla dinledi de dinledi.
Ama tabii ben şef'imin baskısıyla masalarına yanaşmaya başladığım zamanlarda "tamam, biraz sesini alçalt" falan diyor, yerin dibine girip ortadan kayboluyordu.
Ama tabii ben şef'imin baskısıyla masalarına yanaşmaya başladığım zamanlarda "tamam, biraz sesini alçalt" falan diyor, yerin dibine girip ortadan kayboluyordu.
3 saatlik aşağılamaları da ben yalnız değil, diğer çalışanlarda ister istemez duydu, ordan geçerken şahit oldular. Şahit olanlar içerde kendi aralarında "amına koduğumun karısı bi susmadı. adam da iyi sabırlı ha. herhalde çocuk için sabrediyor. ben olsam tokat manyağı yapar, havuza atardım" gibi yorumlar da yapıldı.
Neyseki her şeye rağmen ayrılmadılar, ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi tatillerini yapıp, hayatlarına devam ettiler.
Buraya gelen müşterilerin bazıları yıllardır ailece tatile gelip gidiyorlar. Erkeklerin berber değiştirmemesi gibi bir durum bu tatil köyleri için de geçerli. İnsanlar memnun kalınca gelip gitmeye devam ediyorlar. Yalnız 10 yıl boyunca aynı tatil köyünde tatil yapmak bana biraz tuhaf gelmesinden çok, saplantılı gibi geliyor. Lan manyak mısınız, aynı tatilköyüne ne diye gelip gidiyorsunuz. ÜStelik alkoller ucuz, yemekler bence kötü, hizmet kalitesi garsondan garsona değişiyor, odalar temiz.
Yani sanırım paralı pullu olsam, asla bu şekilde bi tatil anlayışına sahip olmayacağım. Malum garsonum ve param yok, yani fakirim.
Garson demişken biz garsonlardan bahsedeyim:
Valla günde 8 saat sadece ayakta koşturarak çalışınca, günün sonunda ayaklarımız pert oluyor. 15-20 metrekarelik odalarımıza girdiğimiz gibi boxer'larla veya şortlarla yatağa kendimizi atıp ölüveriyoruz.
Ertesi gün uyandığımızda her tarafımız hâlâ ağrıyor ve tam ağrılar bitmeye yakın yine mesai başlıyor. Bunun sonunca ise hepimizin ayak parmakları su toplayıp şekil değiştirdiler. ÜStelik su toplanan kısımlar patladıktan bir kaç gün sonra sertleşip zamanla nasırlaşmış gibi oluyorki, o zaman ayaklar daha çok ağrıyor.
Taii sadece ağrıyan şey ayaklarımızı değil. Benim gibi ilk başlayanlarda sol elin ilk üç parmağının tutulması gibi durumlarda yaşanılıyor. Bunun nedeni ise tservis epsisini sürekli elde tutarak çalışma. Bu ağrı ise 1-2 ay sonra alışmış olunca geçiyor. Benim de hemen hemen 1 aylık çalışmam dolmak üzere ve gerçekten elimin ağrısı geçmek üzere. Ya da aslında ağrı geçmiyor, ağrıya alışıyoruz. Ama alıştığımız için ağrının geçtiğini sanıyoruz.
Tüm bunlara neden sabrediyoruz derseniz:
Aslında çalışanların çoğunu gözlemledim ve gördümki; hepsi birer kaybeden. Hayatta bir şey sahibi olamamış veya olamayacağını kabullenmiş. Bir kaçı iş deneyimi edinmek için gelmiş, bir kaçı okul harçlığı çıkarmaya çabalıyor, bir çoğu ise fakir aile çocukları. Okulu bırakalı yıllar olmuş ea geçen yıl bırakıp buralara gelmiş. Hayatlarında karınları belki ilk defa günde 3 öğün burda doyuyor. İşten çıksa, bir daha 3 öğün yiyemeyecek.
Yapabileceği hiçbir şey yok. Eğitimsizliği, onu bu garsonluğa kitleyip bırakmış. bu genç yaşında böyle bir hayat yaşamak zorunda olmak, bazen kollarına jilet attırmak zorunda bıraksada, acısını içine atarak da bir şeyleri değiştiremeceyeceğini çoktan anlamış, bu yüzden bedeni üzerinde görünür kıldırıyor.
görünür kıldırmak dedim de, galibe benim de kendimi görünür kıldırmak şekillerimden biri de işte bu blogu tutmak.
Çalışanlardan bazıları yaşını başını çoktan almış benim gibi adamlar, bazıları başka işten anlamayan, anlamayacaklarını kabullenenler, kimse tarafından iş verilmeyen eğitimsizler, toplumun dışına itilmişliklerinden dolayı ucuz iş gücüne dönüştürülenler, bazılarının gidecek hiçbir yeri yok, bazılarının ailesi çoktan onları dışlamış, bazıları borç batağındalar falan da filanda fistan da.
Bazıları ise garsonluğu kolay bir iş olarak görüyor. Çünkü asgari ücret alsa bile, müşteriye iyi bir muamele çektikten sonra güzel bi bahşiş kopartabiliyorlar ve bu bahşişlerin birikmesiyle maaşları aylık 5.000 TL'yi bulabiliyor.
Zaten ben bile, şu bi kaç hafta içinde bahşişler sayesinde kredi kartı borcumu kapatıp, bu ay alacağım para ile de, elden aldığım borçlarımı kapatabilecekken, eski çalışanların piçlikleriyle alabildikleri bahşişlerin miktarı konusunda daha iyi tahminler yapılabilir. Umarım daha çok kazanırlar ve hayatları daha da güzelleşir.
Çalışmak için her şey paraya dayalı değil. Bazen çalışma arkadaşlarının da güzel olması gerekir. Çoğu saygısız, konuşmayı bilmeyen ve birbirini yağlamaktan başka hiçbir şey düşünmeyen insanlar olunca anlaşmam da zor oluyor. Zaten biriyle iyi geçinmek için ona yağ çekmek zorunda kalmak bana göre değil. Bir ortam da kabul görmek için, onlar gibi davranmama gerek yok. Böyle bir hayat isteseydim ailemle yaşardım.
Bunu istemeyince burda da biraz göze battım ve ilk günler bir kaç kişiyle kavga ettim. Nedeni de; sevmediğim muhabbetlerinde onları onaylamamam ve yaptıkları her muhabbeti benimle de çevirmek zorunda olmadıklarını söylememdi.
Bir iki defa uyardıktan sonra yine aynı şekilde devam ettiklerinde, yüzgöz olmak zorunda kaldım ve çok şükürki olay büyümeden diğerleri araya girip bizi ayırdılar. Ayırmasalardı kesin dayak yerdim ama yine de elimden geldikçe altta kalmamaya ve verebildiğim kadar zararı vermeye çabalardım. Sonuçta boyum kısa ama ellerim de elma armut toplamıyor.
Kavga sonrasında şef gelip bizi fırçalayınca ortalık duruldu, bende olayı anlattım ve böylece çözüldü.
O garsonlarla şimdilerde mecbur kalmadıkça muhabbete girmiyorum, sakin sakin yaşayıp gidiyoruz.
Tüm bu hengameler ve şeyler arasında; garsonluğu sevdiğimi, belki de alsında yapmam gereken işin bu olduğunu ve hayatımı artık sadece bu işe vermem gerektiğini düşünmediğim günler olmadı değil. Hatta bi ara "belki de önceki hayatımda köleydim" diye kendi kendime ciddi ciddi düşündüm.
ama önceki hayatımda portakalda vitamin, toprakta çamur olduğumu anımsayınca hepsini boş verdim.
Neden böyle düşündüğüme gelirsek, insanlara hizmet etmekten resmen zevk almıştım, almaya başlamıştım. Yani birine köle gibi hizmet etmenin nesi güzel olabilir bi türlü anlamıyorum ama doğrusu bu işi sevmiştim. ki hâlâ da seviyorum.
Bi kaç gün daha bu kölelik üzerine düşününce gördümki; aslında sevdiğim şey garsonluk değildi, hizmet etme esnasında aldığım bahşişlerdi.
Evet maaş günüme daha vardı ama nerdeyse maaşın yarsını bahşişler sayesinde toplamıştım bile. Bu da beni işe motive ettirip, işi sevmemi, severek yapmamı kolaylaştırıyordu.
Tabii bahşiş olayında hâlâ çok iyi olduğumu söyleyemem. Ama gittikçe iyi olduğumu söyleyebilirim. Üstelik artık kimin, hangi masadakilerin bahşiş verebileceğini artık anlamaya başladığımı söylemeliyim. Bir de diğer garsonları takip ediyor, bazen de nasıl para koparacağım konusunda onlardan fikir sitiyorum. Sağ olsunlar, hepsi de ellerinden geldikçe fikir veriyor, şöyle yap böyle yap demekten geri kalmıyorlar.
Genel olarak ise bahşiş koparma yöntemlerimiz şöyle:
1-öncelikle kibar bi şekilde hoş geldiniz denir ve cevap verenlerin ses tonu ile mimiklere göre, ya günlük olaylar konusunda espri yapılır, ya da hemen sipariş sorulup getirilir.
Eğer masada yumuşama vardıysa zaten sipariş geldiğinde bahşiş hemen alınmış olur. Masada fırtına esmeye devam ediyorsa, sipariş servis edilir, o masa çağırmadan gidilmez. Çünkü böyleleri genelde üst perdeden konuşur ve sanırlarki; dünya onlar için dönüyor.
Böylelerini hissettiğimiz anda o masaya fazla uğramayız ve siparişini gidip kendisinin almasına yönlendiririz. Çoğu pes edip kendisi alır, gecenin sonuna kadar da bize ters ters bakmaya devam eder.
2-bir masanın ilk siparişinden sonraki siparişlerde, artık tekrar sormaya gerek olmadan o masaya içkiler içildikçe yenileri bırakılır. Bunun amacı, insanların sohbetini böldürmeden, muhabbetlerini tatlı tatlı devam ettirmek ve tabiki bahşiş koparmak. Avrupalı insanlar genelde bunu "profesyonellik" olarak görüp, ilk serviste teşekkür eder, eğer ikinci servis yine sorulmadan geldiyse cüzdanlarını çıkarıp bahşişi tepsiye veya direkt olarak elinize uzatırlar. Türkler genelde cebinize sıkıştırırlar :)
Para verip utandırmak istemezler veya paranın miktarından dolayı utanmak istemezler.
3-Bazen de tüm özenli ilginize rağmen bahşiş koparılamaz. Bu gibi durumlarda bahşiş koparılamayan masaya sık uğranılır, arada kül tablaları değiştirilir, boş bardaklar alınır, yalandan çöp varsa alınır falan filan gibi numaralar yapılır. Tabii hepsinde sanki sadece masa temizliği için gelinmiş gibi davranılır ve "bir isteğiniz var mıydı" diye sorularak geri çekilir.
4-Ama en iyi bahşiş koparma şekli ise müşteriye, müşteri olduğunu hissettirmemektir. Örneğin ben çok espri yapıyorum ve herkesle dalga geçiyorum. Bazen siparişlerini götürmeyip "valla unuttum, bi ara geçerken bırakırım" gibi cevaplar veriyorum.
Yabancılara ise siparişlerini götürüp masaya servis ederken çok konuşkan olana siparişini direkt uzatıp o tam alacakken geri çekiyorum. bunu bi kaç defa tekrar ettikten sonra arkadaşları ona o kadar çok gülüyorki adam artık hafifçe kızar gibi oluyor ve zaten bende o anda uzatıp "afiyet olsun" diyerek servisi tamamlıyorum. Bu numarayı, şu bizim maraş dondurmacıları varya onlardan aklıma gelmişti. Ondan dolayı yapıyorum, ama cidden çok işe yarıyor. Herkes 10-20 TL bi şeyler veriyor.
Ama tabii kadınlar bu numarayı yaptığım zamanlarda çabuk bozuluyorlar, erkekler ise eğlenip geçiyorlar. Bozulanlara ikinci servisi daha hızlı yapıp, masalarına peçete bırakıp "for you" deyip gülümseyerek gönüllerini alıyorum. Çoğu kahkaha atıyor :D
5-Türkler kahve falına bayılıyorlar. Bazen "hadi bi şekerli kahve ısmarlıyım da için" diyorum ve çoğu "fal da bakacaksan olur" diye hemen düşüveriyorlar. Ben de "fal bakmayı bilmem ama edebiyatım iyidir, bir şeyler sallarım" diye karşılık veriyorum. Sonrasında kahve getirip, 10-15 dakika sonra da eğlenerek bir şeyler sallayıp bitiriyorum. Masayı toplarken, bahşişi uzatmış oluyorlar.
6-Bazen günlerce hizmet ettiğiniz insanlar olur. Ama nedense hizmetiniz hâlâ gözüne batmaz ve "masaya iyi bak" demeye devam ederler. Şimdiye kadar "gözümü dikip masaya bakma numarası" yapıyordum, ama geçen gün yine bu cümleyi kuran birine, baş parmağım ve işaret parmağımı birbirine sürterek işaret ettim ve bu da bana demez mi "çok özür dilerim, valla cüzdanım yanımda değil" ben de karşılık olarak "zaten bütün para vermek istemeyen müşteriler bu yalanı söyler" cümlesini kuruverdim.
Yani o anda öyle bi hızla her şey oldu bittiki, ben bile o hareketi yaptığımı, adamın cevabına karşılık bu cümleyi kurduğumu çok geç anladım ama artık bokun içindeydim. Neyseki yine de ne istedilerse fazla fazla götürdüm ve o da gecenin sonunda gidip odasından 60 TL getirip "teşekkür ederim" diyerek uzattı. Hiç utanmadım.
bir müşteri olarak sen kibar olduğun zaman garsonlar sana ölüp bitiyor ve herkes birbirine senden bahsedip "keşke bütün müşteriler onun gibi olsa" diye iltifat ediyorlar. ama bazıları hem kibar değil, hem de emrederek konuşuyorlar. böyle müşteriler değil para vermek, üstüne ev tapulasa, garson senden kaçarlar. siparişini de gidip kendin almak zorunda kalırsın.
yani en azından ben öyle yapıyorum. bakıyorum adamın hal hareketleri gayet medenice, gayet insanca davranıyor, gidip adamla hoş beş edip, ne isterse götürüyorum. ama diğerlerinin ise mecbur kalmadıkça masasının yanında bile geçmiyorum.
bir de ne olursa olsun, sakın "cüzdanım yanımda değil" demeyin. sonuçta güzel dil yılanı tatlı deliğinden çıkarır, zaten siz de para vermek zorunda değilsiniz. parayı da daha en başında her şey dahil olarak otele ödemiş oluyorsunuz. siz artık bize para vermeden, biz size hizmet etmek zorundayız. çünkü aldığımız maaşı da hak etmeliyiz.
7-Bahşiş koparma yöntemlerinden biri de ailelerin çocuklarıyla oynama nuramasıdır. Ben henüz yapmadım ama diğer arkadaşlar çocuklarla oynayarak baya bahşiş topluyorlar. Doğrusu yakından tanımadığım, tanışmadığım insanların çocuklarını sevmek bana çok iğrenç geliyor. Doğru bi davranış olarak da görmüyorum.
Şimdilik bunlar aklıma geldi. Eğer sizin bahşiş toplama önerileriniz varsa acilen yazın, çünkü okul için mutlaka para biriktirmem lazım.
Neyseki her şeye rağmen ayrılmadılar, ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi tatillerini yapıp, hayatlarına devam ettiler.
Buraya gelen müşterilerin bazıları yıllardır ailece tatile gelip gidiyorlar. Erkeklerin berber değiştirmemesi gibi bir durum bu tatil köyleri için de geçerli. İnsanlar memnun kalınca gelip gitmeye devam ediyorlar. Yalnız 10 yıl boyunca aynı tatil köyünde tatil yapmak bana biraz tuhaf gelmesinden çok, saplantılı gibi geliyor. Lan manyak mısınız, aynı tatilköyüne ne diye gelip gidiyorsunuz. ÜStelik alkoller ucuz, yemekler bence kötü, hizmet kalitesi garsondan garsona değişiyor, odalar temiz.
Yani sanırım paralı pullu olsam, asla bu şekilde bi tatil anlayışına sahip olmayacağım. Malum garsonum ve param yok, yani fakirim.
Garson demişken biz garsonlardan bahsedeyim:
Valla günde 8 saat sadece ayakta koşturarak çalışınca, günün sonunda ayaklarımız pert oluyor. 15-20 metrekarelik odalarımıza girdiğimiz gibi boxer'larla veya şortlarla yatağa kendimizi atıp ölüveriyoruz.
Ertesi gün uyandığımızda her tarafımız hâlâ ağrıyor ve tam ağrılar bitmeye yakın yine mesai başlıyor. Bunun sonunca ise hepimizin ayak parmakları su toplayıp şekil değiştirdiler. ÜStelik su toplanan kısımlar patladıktan bir kaç gün sonra sertleşip zamanla nasırlaşmış gibi oluyorki, o zaman ayaklar daha çok ağrıyor.
Taii sadece ağrıyan şey ayaklarımızı değil. Benim gibi ilk başlayanlarda sol elin ilk üç parmağının tutulması gibi durumlarda yaşanılıyor. Bunun nedeni ise tservis epsisini sürekli elde tutarak çalışma. Bu ağrı ise 1-2 ay sonra alışmış olunca geçiyor. Benim de hemen hemen 1 aylık çalışmam dolmak üzere ve gerçekten elimin ağrısı geçmek üzere. Ya da aslında ağrı geçmiyor, ağrıya alışıyoruz. Ama alıştığımız için ağrının geçtiğini sanıyoruz.
Tüm bunlara neden sabrediyoruz derseniz:
Aslında çalışanların çoğunu gözlemledim ve gördümki; hepsi birer kaybeden. Hayatta bir şey sahibi olamamış veya olamayacağını kabullenmiş. Bir kaçı iş deneyimi edinmek için gelmiş, bir kaçı okul harçlığı çıkarmaya çabalıyor, bir çoğu ise fakir aile çocukları. Okulu bırakalı yıllar olmuş ea geçen yıl bırakıp buralara gelmiş. Hayatlarında karınları belki ilk defa günde 3 öğün burda doyuyor. İşten çıksa, bir daha 3 öğün yiyemeyecek.
Yapabileceği hiçbir şey yok. Eğitimsizliği, onu bu garsonluğa kitleyip bırakmış. bu genç yaşında böyle bir hayat yaşamak zorunda olmak, bazen kollarına jilet attırmak zorunda bıraksada, acısını içine atarak da bir şeyleri değiştiremeceyeceğini çoktan anlamış, bu yüzden bedeni üzerinde görünür kıldırıyor.
görünür kıldırmak dedim de, galibe benim de kendimi görünür kıldırmak şekillerimden biri de işte bu blogu tutmak.
Çalışanlardan bazıları yaşını başını çoktan almış benim gibi adamlar, bazıları başka işten anlamayan, anlamayacaklarını kabullenenler, kimse tarafından iş verilmeyen eğitimsizler, toplumun dışına itilmişliklerinden dolayı ucuz iş gücüne dönüştürülenler, bazılarının gidecek hiçbir yeri yok, bazılarının ailesi çoktan onları dışlamış, bazıları borç batağındalar falan da filanda fistan da.
Bazıları ise garsonluğu kolay bir iş olarak görüyor. Çünkü asgari ücret alsa bile, müşteriye iyi bir muamele çektikten sonra güzel bi bahşiş kopartabiliyorlar ve bu bahşişlerin birikmesiyle maaşları aylık 5.000 TL'yi bulabiliyor.
Zaten ben bile, şu bi kaç hafta içinde bahşişler sayesinde kredi kartı borcumu kapatıp, bu ay alacağım para ile de, elden aldığım borçlarımı kapatabilecekken, eski çalışanların piçlikleriyle alabildikleri bahşişlerin miktarı konusunda daha iyi tahminler yapılabilir. Umarım daha çok kazanırlar ve hayatları daha da güzelleşir.
Çalışmak için her şey paraya dayalı değil. Bazen çalışma arkadaşlarının da güzel olması gerekir. Çoğu saygısız, konuşmayı bilmeyen ve birbirini yağlamaktan başka hiçbir şey düşünmeyen insanlar olunca anlaşmam da zor oluyor. Zaten biriyle iyi geçinmek için ona yağ çekmek zorunda kalmak bana göre değil. Bir ortam da kabul görmek için, onlar gibi davranmama gerek yok. Böyle bir hayat isteseydim ailemle yaşardım.
Bunu istemeyince burda da biraz göze battım ve ilk günler bir kaç kişiyle kavga ettim. Nedeni de; sevmediğim muhabbetlerinde onları onaylamamam ve yaptıkları her muhabbeti benimle de çevirmek zorunda olmadıklarını söylememdi.
Bir iki defa uyardıktan sonra yine aynı şekilde devam ettiklerinde, yüzgöz olmak zorunda kaldım ve çok şükürki olay büyümeden diğerleri araya girip bizi ayırdılar. Ayırmasalardı kesin dayak yerdim ama yine de elimden geldikçe altta kalmamaya ve verebildiğim kadar zararı vermeye çabalardım. Sonuçta boyum kısa ama ellerim de elma armut toplamıyor.
Kavga sonrasında şef gelip bizi fırçalayınca ortalık duruldu, bende olayı anlattım ve böylece çözüldü.
O garsonlarla şimdilerde mecbur kalmadıkça muhabbete girmiyorum, sakin sakin yaşayıp gidiyoruz.
Tüm bu hengameler ve şeyler arasında; garsonluğu sevdiğimi, belki de alsında yapmam gereken işin bu olduğunu ve hayatımı artık sadece bu işe vermem gerektiğini düşünmediğim günler olmadı değil. Hatta bi ara "belki de önceki hayatımda köleydim" diye kendi kendime ciddi ciddi düşündüm.
ama önceki hayatımda portakalda vitamin, toprakta çamur olduğumu anımsayınca hepsini boş verdim.
Neden böyle düşündüğüme gelirsek, insanlara hizmet etmekten resmen zevk almıştım, almaya başlamıştım. Yani birine köle gibi hizmet etmenin nesi güzel olabilir bi türlü anlamıyorum ama doğrusu bu işi sevmiştim. ki hâlâ da seviyorum.
Bi kaç gün daha bu kölelik üzerine düşününce gördümki; aslında sevdiğim şey garsonluk değildi, hizmet etme esnasında aldığım bahşişlerdi.
Evet maaş günüme daha vardı ama nerdeyse maaşın yarsını bahşişler sayesinde toplamıştım bile. Bu da beni işe motive ettirip, işi sevmemi, severek yapmamı kolaylaştırıyordu.
Tabii bahşiş olayında hâlâ çok iyi olduğumu söyleyemem. Ama gittikçe iyi olduğumu söyleyebilirim. Üstelik artık kimin, hangi masadakilerin bahşiş verebileceğini artık anlamaya başladığımı söylemeliyim. Bir de diğer garsonları takip ediyor, bazen de nasıl para koparacağım konusunda onlardan fikir sitiyorum. Sağ olsunlar, hepsi de ellerinden geldikçe fikir veriyor, şöyle yap böyle yap demekten geri kalmıyorlar.
Genel olarak ise bahşiş koparma yöntemlerimiz şöyle:
1-öncelikle kibar bi şekilde hoş geldiniz denir ve cevap verenlerin ses tonu ile mimiklere göre, ya günlük olaylar konusunda espri yapılır, ya da hemen sipariş sorulup getirilir.
Eğer masada yumuşama vardıysa zaten sipariş geldiğinde bahşiş hemen alınmış olur. Masada fırtına esmeye devam ediyorsa, sipariş servis edilir, o masa çağırmadan gidilmez. Çünkü böyleleri genelde üst perdeden konuşur ve sanırlarki; dünya onlar için dönüyor.
Böylelerini hissettiğimiz anda o masaya fazla uğramayız ve siparişini gidip kendisinin almasına yönlendiririz. Çoğu pes edip kendisi alır, gecenin sonuna kadar da bize ters ters bakmaya devam eder.
2-bir masanın ilk siparişinden sonraki siparişlerde, artık tekrar sormaya gerek olmadan o masaya içkiler içildikçe yenileri bırakılır. Bunun amacı, insanların sohbetini böldürmeden, muhabbetlerini tatlı tatlı devam ettirmek ve tabiki bahşiş koparmak. Avrupalı insanlar genelde bunu "profesyonellik" olarak görüp, ilk serviste teşekkür eder, eğer ikinci servis yine sorulmadan geldiyse cüzdanlarını çıkarıp bahşişi tepsiye veya direkt olarak elinize uzatırlar. Türkler genelde cebinize sıkıştırırlar :)
Para verip utandırmak istemezler veya paranın miktarından dolayı utanmak istemezler.
3-Bazen de tüm özenli ilginize rağmen bahşiş koparılamaz. Bu gibi durumlarda bahşiş koparılamayan masaya sık uğranılır, arada kül tablaları değiştirilir, boş bardaklar alınır, yalandan çöp varsa alınır falan filan gibi numaralar yapılır. Tabii hepsinde sanki sadece masa temizliği için gelinmiş gibi davranılır ve "bir isteğiniz var mıydı" diye sorularak geri çekilir.
4-Ama en iyi bahşiş koparma şekli ise müşteriye, müşteri olduğunu hissettirmemektir. Örneğin ben çok espri yapıyorum ve herkesle dalga geçiyorum. Bazen siparişlerini götürmeyip "valla unuttum, bi ara geçerken bırakırım" gibi cevaplar veriyorum.
Yabancılara ise siparişlerini götürüp masaya servis ederken çok konuşkan olana siparişini direkt uzatıp o tam alacakken geri çekiyorum. bunu bi kaç defa tekrar ettikten sonra arkadaşları ona o kadar çok gülüyorki adam artık hafifçe kızar gibi oluyor ve zaten bende o anda uzatıp "afiyet olsun" diyerek servisi tamamlıyorum. Bu numarayı, şu bizim maraş dondurmacıları varya onlardan aklıma gelmişti. Ondan dolayı yapıyorum, ama cidden çok işe yarıyor. Herkes 10-20 TL bi şeyler veriyor.
Ama tabii kadınlar bu numarayı yaptığım zamanlarda çabuk bozuluyorlar, erkekler ise eğlenip geçiyorlar. Bozulanlara ikinci servisi daha hızlı yapıp, masalarına peçete bırakıp "for you" deyip gülümseyerek gönüllerini alıyorum. Çoğu kahkaha atıyor :D
5-Türkler kahve falına bayılıyorlar. Bazen "hadi bi şekerli kahve ısmarlıyım da için" diyorum ve çoğu "fal da bakacaksan olur" diye hemen düşüveriyorlar. Ben de "fal bakmayı bilmem ama edebiyatım iyidir, bir şeyler sallarım" diye karşılık veriyorum. Sonrasında kahve getirip, 10-15 dakika sonra da eğlenerek bir şeyler sallayıp bitiriyorum. Masayı toplarken, bahşişi uzatmış oluyorlar.
6-Bazen günlerce hizmet ettiğiniz insanlar olur. Ama nedense hizmetiniz hâlâ gözüne batmaz ve "masaya iyi bak" demeye devam ederler. Şimdiye kadar "gözümü dikip masaya bakma numarası" yapıyordum, ama geçen gün yine bu cümleyi kuran birine, baş parmağım ve işaret parmağımı birbirine sürterek işaret ettim ve bu da bana demez mi "çok özür dilerim, valla cüzdanım yanımda değil" ben de karşılık olarak "zaten bütün para vermek istemeyen müşteriler bu yalanı söyler" cümlesini kuruverdim.
Yani o anda öyle bi hızla her şey oldu bittiki, ben bile o hareketi yaptığımı, adamın cevabına karşılık bu cümleyi kurduğumu çok geç anladım ama artık bokun içindeydim. Neyseki yine de ne istedilerse fazla fazla götürdüm ve o da gecenin sonunda gidip odasından 60 TL getirip "teşekkür ederim" diyerek uzattı. Hiç utanmadım.
bir müşteri olarak sen kibar olduğun zaman garsonlar sana ölüp bitiyor ve herkes birbirine senden bahsedip "keşke bütün müşteriler onun gibi olsa" diye iltifat ediyorlar. ama bazıları hem kibar değil, hem de emrederek konuşuyorlar. böyle müşteriler değil para vermek, üstüne ev tapulasa, garson senden kaçarlar. siparişini de gidip kendin almak zorunda kalırsın.
yani en azından ben öyle yapıyorum. bakıyorum adamın hal hareketleri gayet medenice, gayet insanca davranıyor, gidip adamla hoş beş edip, ne isterse götürüyorum. ama diğerlerinin ise mecbur kalmadıkça masasının yanında bile geçmiyorum.
bir de ne olursa olsun, sakın "cüzdanım yanımda değil" demeyin. sonuçta güzel dil yılanı tatlı deliğinden çıkarır, zaten siz de para vermek zorunda değilsiniz. parayı da daha en başında her şey dahil olarak otele ödemiş oluyorsunuz. siz artık bize para vermeden, biz size hizmet etmek zorundayız. çünkü aldığımız maaşı da hak etmeliyiz.
7-Bahşiş koparma yöntemlerinden biri de ailelerin çocuklarıyla oynama nuramasıdır. Ben henüz yapmadım ama diğer arkadaşlar çocuklarla oynayarak baya bahşiş topluyorlar. Doğrusu yakından tanımadığım, tanışmadığım insanların çocuklarını sevmek bana çok iğrenç geliyor. Doğru bi davranış olarak da görmüyorum.
Şimdilik bunlar aklıma geldi. Eğer sizin bahşiş toplama önerileriniz varsa acilen yazın, çünkü okul için mutlaka para biriktirmem lazım.
14 Temmuz 2018
Vahşi Batı'daki Tatil Köyü'nde Uysal Bir Garson
Ramazan Bayramı'nı geçirmek için ailemin yanına gitmiştim ama ne yazıkki ben bayramı geçiremedim, o ve onlar bana geçirdi.
İlk günler nerdeyse hep iyi geçen bayram öncesi, esnası ve artık iyice yüz göz olmaya başladığımız anda zehir olan bayram sonrasında, kafamı ellerimin arasına almadan içindekileri bi yerlere oturtup, yıllar önce aldığım gibi yürürlüğe soktuğum eski kararımı şimdi tekrar gündemime getirip, artık işlemde olmayan o kararı tekrar işleme sokmam gerektiğine ikna oldum.
Çünkü bazen böylesi daha iyidir. Önce kendimiz, önce kendimiz, önce kendimiz ve sonra yine kendimiz ve en sonunda da biz iyi olduktan sonra herkes için böylesi daha iyidir.
Evet, yani bazen olumlu veya olumsuz bir şeyler olur biter ve zaten bizde hayatı, tüm güzelliği veya olanların çirkinliğine rağmen yaşayarak devam ettirip gütmek zorundayızdır. Hem yaşantımız, HAYAT karşısında, yerdeki herhangi bi karıncanın yaşamı gibidir. Tek fark burdaki karınca sizsiniz ve sizin gibi milyarlarcası daha vardır.
Siz içlerinden sadece biriyken ve çevrenizde sizin gibi milyonlarca karınca daha varken, şimdi yapmanız gereken şey sakinleşip kendinizden 50 kat ağır olan yükünüzü yere bıraktıktan sonra, olmakta olanlara baktığınızda bi tercih yapma zorundasınız:
ya siz de olup bitenlerle beraber bitmeyi tercih edersiniz, ya da yolunuza devam eder gidersiniz.
ya siz de olup bitenlerle beraber bitmeyi tercih edersiniz, ya da yolunuza devam eder gidersiniz.
Kararımı zaten vermiştim; yani eskiden yaptığım gibi yoluma devam edip gitmeli, tekrar aileme dönmemeliydim. Onlarla olan ilişkiyi (ki aslında ortadan kaldırmıştım)tekrar ben yönetmeli ve asla (bi daha geri adım atarak)ödün vermemeliyim. Bunun sonucunda yine yalnız kalacak ve bazen yalnızlığımdan kaynaklı çok fazla yanlış yapacak, bazen sırf yalnızlığımı yok etmek için saçma sapan bir yaşam sürecek, gerçek anlamda hiç tanıyamacayağım insanlarla zaman geçirerek vaktimi öldürüp yok edecektim ama zaten başka ne yapabilirim ki?
Gerçi böyle diyorum ama yalnızlığına karşı; şimdi eskisine nazaran daha iyiyim ve farkındalığım daha yüksek. Üstelik artık onu yok etme çabasına da girmiyorum. Bunun aksine onu biraz da olsa ehlileştirdim ve bunu bilinçli bir seçimin sonucunda yaşamaya başladım. Böylece saçma sapanlıklarım azaldı ve gittikçe daha da azalttığımı kendim de görüyorum.
Hem zaten yalnızlık o kadar da korkulacak bir şey değil. Ona alışalı çok oldu. Ona aşık olalı...
Süslü kelimeleri bir araya getirdiğim cafcaflı kendimi haklı gösterme cümlelerini bi kenara bırakıp sadede gelirsek; artık ailemden tamamen kopup gitmeli ve kendi yolumu iyice belirginleştirmeliyim. Bu herkes için iyi, benim için ise mecburi bi şey.
Oysa uzun zamandır "aile" ve aile ilişkileri hakkında düşüncelerimi, fikirlerimi vesaireleri değiştirmiş olduğum için böyle düşünmüyor ve bu yüzden adımlarımın sıklığını ve yürüyüş tarzımı değiştirmiştim. Daha önce onlara karşı yürürken; uzun aralarla paldır küldür adımlarken, şimdi daha sık ve "catwalk" demek doğru olur mu bilmiyorum ama işte karşılık bekleyerek "davetkâr" yürüyordum diyebilirim.
Bundan çok önceki "aile" anlayışım ise hemen hemen şöyleydi:
aile; bireyi, dünyanın onu rahatlıkla sömürebileceği hâle getiren en küçük topluluktur.
Böyle düşünüyordum ve bu yüzden aile kavramının doluluğuna değil boşluğuna, özellikle kutsallığının sıfırlığına inanıyordum. (zaten şu her şeye kutsallık atfetme alışkanlığımız olmasa dünya daha güzel bir yer olur. buna da canı gönülden inanıyorum.)
Aile kavramının kutsal olmadığını yer yer dile getirdiğim ve hatta kendi ailem içinde de tartıştığım olmadı değil. Böyle konuştuğum zamanlarda herkesin ağzı açık hayretler içinde kalıyorlardı. Bu düşüncem biraz evrim geçirsede, yer yer hâlâ böyle düşünmüyor değilim.
Tüm bu düşünceleri bi kenara atıp, şimdi neden onlara yakınlaşmaya başladığımın veya yakınlaşmak istediğimin sonucunda yaşananlar karşısında böyle kırıldığımın nedenine inersek:
Ailemi en son geçen yıl görmüştüm ve özlediğimi düşünüyordum. Zaten özellikle 2-3 yıldır onlarla eskisine nazaran daha sık iletişim kuruyor ve daha fazla gidip görüşüyordum.
Ailemi en son geçen yıl görmüştüm ve özlediğimi düşünüyordum. Zaten özellikle 2-3 yıldır onlarla eskisine nazaran daha sık iletişim kuruyor ve daha fazla gidip görüşüyordum.
Belki de bu hareketlerimin altında olgunlaşmaya başlamanın getirdiği, getirmekte olduğu yeni bakış açılarımın etkisi olabilir. Zaten azda olsa öyle de olduğuna inanıyorum. Ama tabi benim de hiçbir zaman tek bir düşünceye saplanıp kalmamak gibi bir yanım varken, o eski düşüncelere bağlı kalarak onlarla hiç görüşmemek olmazdı. Tüm bunların ardından ise, görüşmelerimizin sonunda hep hayal kırıklığı oluyordu.
Hayal kırıklıklarına o kadar alışkındım ki, bunları çok önemsemiyor, olumlu olan tarafları gözümde büyüterek, aslında kötü olmadığını, aksine gittikçe iyiye doğru yol aldığımızı kendi kendime dile getirerek içime su serpiyor, üzüntü yangınımı söndürmeyi başarıyordum.
Yani sonuçta ailemdi. Kötü şeyler yaşasakta, biliyorum ki başım sıkıştığı an aradığımda el uzatacak olan onlardan başkası değil. Aile tüm kötülüklerine rağmen budur. Böyledir.
Hem sonuçta karınca değil, herkes gibi bende insanım. Ot gibi yerden de bitmedim. Kendi kendime bi yerde yeşerip büyümedim. Kurtlar tarafından bulunup vahşi doğada yetiştirilmedim. Benim bi insan ailem vardı. 10 yaşına kadar annem olduğunu sandığım bi ablam, evde ne işe yaradığını bilmediğim anne dediğim yaşlı bi kadın, diğer ablamlar, abimler falanlar filanlar var.
İnsan, şimdiki mutsuzluğundan farklı bi mutsuzlukla sarmalanmış olarak büyümüş olsa bile, ailenin kutsallığına inanma-masına rağmen 33 yaşına gelmişkende aile sıcaklığını arıyor. Bu başka bi sıcaklık, başka bir şey. O hissin tam olarak anlatılması için belki de onlarla iyi bir iletişim kurulması lazım. Ama arada iletişim olmayınca, anlatımı hiç becerilemiyor. Ya da ben beceremeyenlerdenim.
Yukarda da dediğim gibi; uzun zamandır görmemenin verdiği özlem duyguları arasında onlara gittiğimde gördümki; aslında sandığım gibi özlememişimdir.
Sadece her zamanki gibi uzun zamandır olardan uzak kalınca özlediğimi sanmışım o kadar. Gittiğimde kaldığım nerdeyse her gün onlarla atıştık ve zaten bayram sonrasındaki son tartışmada da dayanamayarak hemen Vahşi Batı'ya doğru yola çıktım.
O gün şunu bir daha anladım ki:
İnsanın; sevilmediğini, istenilmediğini bilmesi kadar güzel bir duygu yok. Bunu bazen unutuyor olsam da, aileme dönerek tekrar hatırlıyor olmak muhteşem bi duygu. Teşekkürler.
Dönüşten önce evden çıkarken oğlum'da evdeydi. Bir kaç saat önce bizimkilerle kavga etmiştik ve doğrusu, bakış açılarından dolayı oğlumun onlarla vakit geçirmesine gönlüm razı değildi. Bu yüzden onu da alıp evden çıktım ve herkesin önünde "bir daha bu eve gelme, hep annende kal" diye tembihledim.
Onu kardeşimin evine bıraktıktan sonra oğlumun annesine de aynı minvalde bir mesaj gönderdim ve taksiye atlayıp ufukta kayboldum.
Vahşi batıya geldiğimde kredi kartına yüklenerek geçirdiğim bi kaç günlük savrulmanın ardından, nihayet 5 yıldızlı bi tatil köyünde garsonluk işi buldum. Akşam 18:00'den gece 02:00'ye kadar bar garsonluğu yapıyorum ve benimle beraber çalışan onlarca kişi daha var.
burada bi kaç ay sabrebilirsem, biraz para biriktirip vücudumu Kıbrıs'a atabilirim. Sonrasında yine buluruz bi çaresini.
01 Temmuz 2018
bulanık su
İstediğimiz kadar özgürlük naraları attıktan sonra, götümüze boncuk sokup kulağımızın arkasını siktirsek de, her şeyi olduğu gibi yaşayamadığımız gibi, yaşadıklarımızı da oldukları kadarlıklarıyla bile olsa buralara yazamıyoruz.
Zaten yazabildiklerimiz ya geçmişe karışmış ve artık gerçekliğini çoktan kaybettiği için değersizleşmişler, ya da artık eskisi kadar kişinin üzerinde etkisi olmayan anılardan oluşan aşılmışlıklardan ibaret şeyler.
Gerçekliğini çoktan kaybetmişler ise hatırlandıkları kadarıyla kurgulanıp yazılabiliyor. Ama kurgular da çoğunlukla hep başkalarının başından geçenlerle tamamlanıp öyle aktarılabiliyor. Ya da yer yer ben öyle hareket ediyorum demeliyim.
İyisiyle değil de, kötüsüyle bayram geldi geçti. Geriye ise nasırlaştıkları için tutup yere çalmama rağmen hiçbir şey hissedemeyen kalpler, benim yüzümden gözyaşlarıyla ıslanmış küçük bir yürek ve aştığım yüzlerce kilometre kaldı.
Kilometreleri aşarken içim içimi yedi, yediklerim bana dokundu, her şey birbirine girince düşüncelerim bulanıklaştı. Bir kaç gün boyunca oğlumun:
-annemle yine barışın
-ama biz onla çok farklıyız. biliyorsun hep kavga gürültü vardı, bu hep öyle gidiyordu
-ya tamam da, küçük bi ihtimal de yok mu? küçücük?" cümlesi tarafından esir alındım.
Bu son cümlesini günlerce düşündüm. Düşündükçe üzüldüm ve sonra "belki de oğlum için annesiyle barışmalıyım" diye karar verdim. Sonuçta etrafındaki babalı çocuklara, sıcak görünen yuvalara özeniyordu ve bu isteğini kendinden kaynaklı masumluğuyla dile getiriyordu.
Tam da işte ben kararımı verip, belki de oğlumuz için annesine telefon açıp "eğer sen de uygun görürsen, çocuk için bir araya gelelim. sadece o istiyor diye bi araya gelip, tekrar aynı evde yaşayalım" demeyi düşündüğüm gün, kıyamet koptu.
Evde herkes üzerime gelip, abandıkça abandılar ve o an gördümki; aslında her ne kadar çocuk için bir araya gelsek de, ona hiçbir zaman mutlu bir yuva veremeyiz. Çünkü ailem bu. Oğlumun annesinin ailesi de farksız değil. Kafaları geçen yüzyılda kalmış ve bunu aşamıyorlar. Olur da biz tekrar aynı evde yaşamaya başlarsak, işte o zaman geçen yüzyıl adetleri tekrar evimize yerleşecek ve her şey silbaştan başlamış olacaktı.
Madem her şey sil baştan başlayacak, o zaman neden bu kadar süredir noktalamıştımki. Neden o çocuğu babasız da büyünebileceğine alıştırdımki? Bunu yapmaya ve her şeyi tekrar en başından bok etmeye hakkım yok. Kimseye ve en başta kendime ve oğluma bu kötülüğü tekrar yapamam. Evet kötü şeyler oldu bitti, ama daha kötüsünü yaşamayı hak etmiyoruz.
Hem şimdi dönüp evin içinde kopan o kıyamet sahnesine bakıyorum da; aslında bu kez de farklı olmadı. Çünkü her defasında böyle oluyor. Aynı şeyleri, farklı zamanlarda tekrar tekrar yaşayıp duruyorum. Belki de buna karşı bi bağımlılığım oluştu, veya aynı kırgınlıkları yaşamaktan bıkmadım gitti. Belki de tüm bunlarla uğraşmak yerine, aynı şeyleri deneyimleyerek ve her defasında daha büyük bi hayal kırıklığıyla yüz göz olmak yerine, değiştiremeyeceğimi kabullenip, onlarla mücadeleyi bırakmalıyım.
Evet bunu yapmalıyım.
Zaten tüm bu kırgınlıkların, yaşanılan ve yaşatılan hayal kırılıklarının nedeni de benden başkası değil. Çünkü değişime inanan biri olduğum için, insanların değiştiklerine dair umudum da bitmiyor.
Belki de umudumu tümden yitirmek yerine, sadece bazı konularda yitirsem daha iyi olacak. Böylece herkesin daha güzel bi hayatı olur. Tabii en başta benim.
Aslında bi ara öyle yapmıştım. Yani tüm umudumu yitirmek yerine, bazı konulara dair yeşerip duran umudumu toplayıp çöpe atmıştım ve gerçekten kendimi daha iyi hissetmiştim. Üstelik sadece ben değil. Hayatımda olan herkes iyi hissetmişti. Herkes iyi hissediyordu.
Ama sonrasında pes edip, diğer insanları (daha doğrusu, biraz daha geleneksel yaşayan ve geleneksel kalıplarından çıkmak yerine, hayatlarını geleneksellikle harmanlayarak yaşayanları)kıskandım, bu yüzden kendi doğruluğumu bırakıp, onları taklit ederek bir şeyleri başarabileceğimi, iyileştirebileceğimi, kendimi ve ailemi daha sağlıklı bir zemine oturtabileceğimi düşünerek yaşamaya başladım.
Bundan bi nebze başarılı olmadım değil. Ama sonuçta, bi yerden sonra ipler kopuyor ve taklidin de yapaylıktan öteye geçmediği hemen belli oluyor. Çünkü onlar da modern hayatın içinde ayakta kalmak için, taklit etmeyi keşfetmişler.
Ne aptalım değil mi? Sadece kendimin taklitçi olduğunu sanarak yol almışım ve sonra bi yere çarpınca da üzülüyorum.
İşte bu taklit etme işi falan hepsi, kendini kandırmaktan başka bir şey değil.
Zaman; meyveleri olgunlaştırır, kıskanarak baktığımız insanları taklit etmeyi öğretir ve yaşlıları tek tek öldürür.
Zaten yazabildiklerimiz ya geçmişe karışmış ve artık gerçekliğini çoktan kaybettiği için değersizleşmişler, ya da artık eskisi kadar kişinin üzerinde etkisi olmayan anılardan oluşan aşılmışlıklardan ibaret şeyler.
Gerçekliğini çoktan kaybetmişler ise hatırlandıkları kadarıyla kurgulanıp yazılabiliyor. Ama kurgular da çoğunlukla hep başkalarının başından geçenlerle tamamlanıp öyle aktarılabiliyor. Ya da yer yer ben öyle hareket ediyorum demeliyim.
İyisiyle değil de, kötüsüyle bayram geldi geçti. Geriye ise nasırlaştıkları için tutup yere çalmama rağmen hiçbir şey hissedemeyen kalpler, benim yüzümden gözyaşlarıyla ıslanmış küçük bir yürek ve aştığım yüzlerce kilometre kaldı.
Kilometreleri aşarken içim içimi yedi, yediklerim bana dokundu, her şey birbirine girince düşüncelerim bulanıklaştı. Bir kaç gün boyunca oğlumun:
-annemle yine barışın
-ama biz onla çok farklıyız. biliyorsun hep kavga gürültü vardı, bu hep öyle gidiyordu
-ya tamam da, küçük bi ihtimal de yok mu? küçücük?" cümlesi tarafından esir alındım.
Bu son cümlesini günlerce düşündüm. Düşündükçe üzüldüm ve sonra "belki de oğlum için annesiyle barışmalıyım" diye karar verdim. Sonuçta etrafındaki babalı çocuklara, sıcak görünen yuvalara özeniyordu ve bu isteğini kendinden kaynaklı masumluğuyla dile getiriyordu.
Tam da işte ben kararımı verip, belki de oğlumuz için annesine telefon açıp "eğer sen de uygun görürsen, çocuk için bir araya gelelim. sadece o istiyor diye bi araya gelip, tekrar aynı evde yaşayalım" demeyi düşündüğüm gün, kıyamet koptu.
Evde herkes üzerime gelip, abandıkça abandılar ve o an gördümki; aslında her ne kadar çocuk için bir araya gelsek de, ona hiçbir zaman mutlu bir yuva veremeyiz. Çünkü ailem bu. Oğlumun annesinin ailesi de farksız değil. Kafaları geçen yüzyılda kalmış ve bunu aşamıyorlar. Olur da biz tekrar aynı evde yaşamaya başlarsak, işte o zaman geçen yüzyıl adetleri tekrar evimize yerleşecek ve her şey silbaştan başlamış olacaktı.
Madem her şey sil baştan başlayacak, o zaman neden bu kadar süredir noktalamıştımki. Neden o çocuğu babasız da büyünebileceğine alıştırdımki? Bunu yapmaya ve her şeyi tekrar en başından bok etmeye hakkım yok. Kimseye ve en başta kendime ve oğluma bu kötülüğü tekrar yapamam. Evet kötü şeyler oldu bitti, ama daha kötüsünü yaşamayı hak etmiyoruz.
Hem şimdi dönüp evin içinde kopan o kıyamet sahnesine bakıyorum da; aslında bu kez de farklı olmadı. Çünkü her defasında böyle oluyor. Aynı şeyleri, farklı zamanlarda tekrar tekrar yaşayıp duruyorum. Belki de buna karşı bi bağımlılığım oluştu, veya aynı kırgınlıkları yaşamaktan bıkmadım gitti. Belki de tüm bunlarla uğraşmak yerine, aynı şeyleri deneyimleyerek ve her defasında daha büyük bi hayal kırıklığıyla yüz göz olmak yerine, değiştiremeyeceğimi kabullenip, onlarla mücadeleyi bırakmalıyım.
Evet bunu yapmalıyım.
Zaten tüm bu kırgınlıkların, yaşanılan ve yaşatılan hayal kırılıklarının nedeni de benden başkası değil. Çünkü değişime inanan biri olduğum için, insanların değiştiklerine dair umudum da bitmiyor.
Belki de umudumu tümden yitirmek yerine, sadece bazı konularda yitirsem daha iyi olacak. Böylece herkesin daha güzel bi hayatı olur. Tabii en başta benim.
Aslında bi ara öyle yapmıştım. Yani tüm umudumu yitirmek yerine, bazı konulara dair yeşerip duran umudumu toplayıp çöpe atmıştım ve gerçekten kendimi daha iyi hissetmiştim. Üstelik sadece ben değil. Hayatımda olan herkes iyi hissetmişti. Herkes iyi hissediyordu.
Ama sonrasında pes edip, diğer insanları (daha doğrusu, biraz daha geleneksel yaşayan ve geleneksel kalıplarından çıkmak yerine, hayatlarını geleneksellikle harmanlayarak yaşayanları)kıskandım, bu yüzden kendi doğruluğumu bırakıp, onları taklit ederek bir şeyleri başarabileceğimi, iyileştirebileceğimi, kendimi ve ailemi daha sağlıklı bir zemine oturtabileceğimi düşünerek yaşamaya başladım.
Bundan bi nebze başarılı olmadım değil. Ama sonuçta, bi yerden sonra ipler kopuyor ve taklidin de yapaylıktan öteye geçmediği hemen belli oluyor. Çünkü onlar da modern hayatın içinde ayakta kalmak için, taklit etmeyi keşfetmişler.
Ne aptalım değil mi? Sadece kendimin taklitçi olduğunu sanarak yol almışım ve sonra bi yere çarpınca da üzülüyorum.
İşte bu taklit etme işi falan hepsi, kendini kandırmaktan başka bir şey değil.
Zaman; meyveleri olgunlaştırır, kıskanarak baktığımız insanları taklit etmeyi öğretir ve yaşlıları tek tek öldürür.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)