-->

27 Aralık 2017

akışkan haller

Geçen yaz İstanbul'da yaşarken, bacak aramdaki kaşıntılardan dolayı hastaneye gittiğimde, doktorun "bir şey yok ama madem aklında soru işareti var, bir de kan testi yapalım" demesinden sonra test sonucunda sfiliz kaptığımı öğrenmiş ve doktorun tedavi reçetesiyle de 3 hafta üst üste kocaman iğneler olmuştum.
Aynı doktor "iğneler bittikten 3 ay sonra tekrar test ol" dediği için, önceki hafta Kıbrıs'taki küçük hastahanelerden birinde test oldum ve çok şükür, sfiliz'den kurtulduğumu gördüm. içim rahatladı.

içimin rahatlamasını sağlayan şeylerden biri de, bu hastalığı hiç kimseye bulaştırmadan atlatmış olmam. çünkü bu süreçte, kendime bazen işkence edercesine tüm cinsel duygularımı bastırarmak suretiyle alt edip, kimseyle beraber olmadım ve sonuç olarak; başardım da.
zaten buraya geldiğimden bu yana, sadece bir kişiyle biraz yakınlaşmış ve iki küçük öpücük, biraz sürtünme dışında bi bok yememiştim. aklıma seks yapmak, birilerini ayartmak gibi şeyler geldiğinde ise hemen osbir çekip sakinleşmiş, sekse ihtiyacım olmadığına kendimi ikna etmiştim.

öte yandan gerçekten de seks'e ihtiyacım yok. ihtiyacım olan şey sevilmek ve sevmek. ama bunları bulamayınca seks adı altında her ikisini de gidermeye çalışıyor, sonrasında ise kendimi bok gibi hissediyordum.

uzun zamandır seks yapmama durumlarına dönecek olursak, bu süre benim için bir ilk de oldu. çünkü ilk defa Aylarca Kimseyle Seks Yapmadım ve kendimi sürekli kontrol altında tutabilmek için hep tetikte kalarak, yakınlaşabileceğim insanlardan uzak durabildim.
Bu durum gerçekten insanlık için önemsiz, benim için büyük bir başarı. Benim gibi birinin aylar boyunca kimseyle beraber olmaması ne demek ya? resmen akıl alır gibi değil, ama başardım. kimseyle yakınlaşmadan aylarca durabildim. kendimi tebrik ediyorum.

Bir de tüm bu süreç içerisinde seks yapma konusunda biraz düşündüm.
Şöyle ki; istediğim zaman seks yapabiliyorum. Bu konuda sıkıntım yok. Ama şuna karar verdim; bundan sonra seks denilen olayı daha uzun aralarla veya gerçekten, seks'ime değecek kişiyle yalnız yapmak istiyorum.
Zaten öteki türlü yaptığım sekslerden bi bok anladığım yok. Ki çoğu kişinin seks yapamamasını geç, dokunmayı ve hatta öpüşmeyi bile bilmiyor olmasını göz önüne alınca, kaşı götü güzel diye biriyle olmanın verdiği o gereksizlik, o "bu ne şimdi" ile "az önce gerçekten yattık mı" hissini de tekrar tekrar yaşamak çok can sıkıcı.
bunların sonucunda kararım şu ki; bundan sonra, yatağa gireceğim kişi, en azından soyunmaya değecek biri olacak. Yani beni ya aklıyla, ya da amı-siki-götüyle ikna edecek. Başka türlüsü yalan.
(gerçi yukarıdaki cümleyi bitirdiğimde düşündüm de, sanırım "aklıyla" kısmını atlasam iyi olur. çünkü herkes benden akıllı. bu yüzden o kısmı atlasam, tüm insanlık için iyi olacak.)

tüm bu seks hastalıkları ve seks adı altında yaşanan ucuz aşk olaylarını geçecek olursak, burdaki yurda yerleşme işlemim de bitti. geçen 2 hafta içinde diğer oda arkadaşlarım da geldi. biri urfalı, biri maraşlı, biri de manisa'lı.
Urfalı olan, okulu bitince hemşir olacak.
Manisalı olan özel eğitim okuyor. Kendi deyimiyle aileden rahatlar ve canı sıkılırsa okulu bırakıp memlekete dönebilirmiş.
Maraşlı olan hukuk okuyor. Kendi tabiriyle "avukat olup, paranın amına koycak" (ki geçen hafta onunla tek kaldığımızda hayat hikayesini dinledim de bunu hak ediyor)
Bir de yan odalardan gelip giden ve ortak 2 arkadaşları daha var. Onlardan biri 9 yaşından sonra İzmir'de büyümüş ve hukuk okuyor, diğeri ise Malatyalı ve özel eğitim bölümünde okuyor. Daha önce polis olmak için baya kasmış ama olamamış. Ailesi ondan ümidini kesince, bu okula göndermişler. yani biraz ümitsiz vaka. ama tabii ailesinin meyve bahçeleri falan filan olduğu için çok da dert değil.
Zaten Kıbrıs'a okumaya gelenlerin bir çoğu, aileden baya mallı mülklüler. Hepsinin onlarca dönüm bağ bahçeleri, ailede kalma evleri, bir kaç işyerleri, ticaret işleri falan var. Yani şöyle söyliyeyim; Kıbrıs, Türkiye'nin özellikle doğusundaki zengin ailelerinin aptal veya tembel çocuklarını okutmak için sığındıkları ada olup çıkmış. Batısından gelenlerin de pek farkı yok tabii, ama doğusundan gelenler kadar çok olmadıkları için fazla göze çarpmıyorlar.

Bu durum güzel ama nedense Kıbrıs bu potansiyeli değerlendirecek kadar zeki insanların yaşadığı bir yer değil. Kıbrıs'lı yerlilerle olan sohbetlerimizden anladığım kadarıyla çoğu fırsatçı uyuşuk olmaktan öteye geçemiyorlar. İş fırsatlarını değerlendiremiyor, potansiyel bi ticaret ortamı yaratmaktan geri kalıyorlar. Bir kaçının kafası çok iyi çalışıyor ama çoğu bu konuda sınıfta kalmış diyebilirim.

Bunun nedeni üzerinde çok düşündüm ve gördümki; aslında burası Türk Toprağı olsa bile, bu insanların içlerinde hala ingiliz sömürgesi olmaktan kaynaklanan bir aşağılık kompleksi var ve kendilerini bu histen kurtaramıyorlar.
Kurtaramamalarının nedeni ise sanırım İngiltere falan filan gibi yerlere gidip gelebiliyor olmalarıyla alakalı. Üstelik İngiltere'ye ellerini kollarını sallaya sallaya girip, gümrüklerde Kıbrıs'lı oldukları için diğer insanlardan ayrıştırılıp, köpekler eşliğinde ite kaka üstleri, bavulları defalarca aranıp sonrasında Londra'ya ayak basabiliyor olmalarına rağmen bununla övünüyorlar.

Aşağılanmak hoşlarına mı gidiyor, yoksa gerçekten bunu mu istiyorlar anlamış değilim. Tüm bunlardan sonra düşündüm de; sanırım genlerine işlemiş bir aşağılık kompleksi var ve Türkiye'den gelen binlerce insanı sevip saymak yerine, onları köpek eşliğinde ite kaka topraklarına alan ülkelerin insanlarını ve o ülkeleri sevip saymaya devam ediyorlar.
Bunu bir şekilde aşmaları gerek. Yoksa bu aşağılık kompleksi bir kaç nesil daha sürecek ve o zamana kadar işler daha da zorlaşacak.

Öte yandan tek sıkıntıları bir zamanlar ingiliz sömürgesi olmaktan dolayı genlerine işlemiş olan bu aşağılık kompleksi değil, hatta aşağılık kompleksine bağlı olduğunu düşündüğüm başka bir sıkıntıları daha var, o da; Kamu Kurumlarının Kurumsallaşamaması.

Evet en büyük ve hatta belki de tüm sorunlarının tek nedeni bile bu olabilir. Kamu kurumlarının kurumsallaşmaması gibi bir sorunları var.
Tüm devlet dairelerinde bi yılışıklık, bi kapıdan girenin suratına bön bön bakma durumları varki, çoook fena. İnsanın o an işini yapmak yerine oturup ağlayası geliyor.
Ya da masanın öteki ucundaki görevliyi tokatlayası.

Resmen ilk geldiğim günden bu yana bu sıkıntının farkındayım ve sohbet imkanı bulduğum tüm polis, asker, diğer devlet memurlarıyla bunu konuşuyorum. Hepsi şikayetçi ve bunun farkında. Ama ne yapılacağı konusunda kimsenin bir fikri yok. Belki kaldığım sürece, ben bir çözüm bulabilirim. Hayrlısı bakalım.

Sınavlara da az kaldı, ama sınav takvimi henüz açıklanmadığı için kendimi toplayıp sınavlar özelinde çalışmaya henüz başlamadım. Sadece derslere girip hocaları dinlerken not alıyorum o kadar.
Takvim açıklandıktan sonra sınavlar özelinde çalışıp, finallerden de 90 üstü alarak ortalamayı yükseltmem lazım. Aksi takdirde sıçarımki bu hiç iyi değil.
Çünkü ortalamayı yükselttikten sonra Türkiye'ye (istanbul veya marmara üniversitesi'ne)geçiş yapmak gibi bir düşüncem var.
Zaten ilk sınavlarda sınıfa göre yüksek almış olsam bile, aslında pek de iyi geçmedi. Hatta benim gibi biri için kötü bile sayılır. Ama sınavlarda hocaların nasıl sorular sorduğunu bilememek ve 17 yıl sonra ilk defa okul okuyor olmakla beraber girilen ilk sınavlar olmasının verdiği stres vardıki bunlarda diğer etkenlerdi. Kendimi bu etkenlerin baskısından dolayı fazla suçlamıyor ve olabildiğince sakin tutuyorum. Ama biliyorum ki; sahip olduğum potansiyelimle daha iyisini yapabilirdim. Yapmalıydım. Yapabileceğimi biliyorum.
O yüzden kendimi toplayıp finallere daha iyi hazırlanacağım. Bakalım artık.

Zemzem de geçen gün geldi. Ama gittiği günden sonraki günlerde olan yazışmalarımızda ona karşı içimde oturmayan bir şeyler oluştu. Geldiği gün de "geldin mi" diye yazdığımda kısaca "evet" diye yanıtlamasıyla, iyice soğudum. Oysa geldiği güne kadar yazışıyor ve olabildiğince birbirimize yakın davranmaya çalışıyorduk. Hatta biraz da onun yönlendirmesiyle yakın davrandım diyebilirim.
İşte tam da bu noktada, onun yönlendirmesine kendimi bıraktığımı ona da fark ettirdiğimi kısa mesajıyla anladığımda, geri çekildim ve hiçbir şey yazmadım. Ertesi gün bana "heyy, naber, ben kafedeyim. müsaitsen gel" diye yazdığında, ona karşılık olarak "hukuk fakültesindeyim, bu tarafa gelirsen yaz" diye cevap verince "tamam" dedi ve bir daha yazışmadık.

Ben mi tuhaf davrandım, o mu? emin değilim ama sonuç olarak aramızdaki yazışmaların samimiyetsizliği ve birinin karşısındakini elde ettiğini anladığı andaki o değişen davranış biçimini sevmiyorum. zaten kimsenin elinde olmak gibi bir düşüncem yokken, böyle davranılmasını hoş bulmuyorum. hem şimdi kocamış bir kurtken, köpeklerin maskarası olmaya da pek hevesli değilim.
o da eğlenmek için başkalarını bulmakta zorluk çekmez.

Zemzem yokken Cadı ile her gün buluşa buluşa sıkı fıkı olduk. Daha önce Cadı'ya "arkadaş olmadığımızı, aramızda mecburi bir ortamda bulunmanın verdiği bir  tanışıklık durumunun olduğunu" söylüyordum ama şimdi arkadaş olduk ve bunu o da söylüyor. Çünkü sevdiğimiz yemeklerden, nefret ettiğimiz insan türlerine kadar her şeyimizi konuşabiliyoruz.
Tabii yine de buna bir arkadaşlık diyemem, ama eskisine nazaran arkadaşlık bağına yakın bir bağın oluştuğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Üstelik o da sürekli sosyalleşme hastalığına tutulmuş gibi yaşıyor. Hiç yalnız kalmıyor, sürekli etrafında birilerinin olması için çırpınıyor ve bunu başarıyor da.
Bu durumu fark ettiğimde ona da söyledim ve aslında ihtiyacı olan şeyin belki biraz yanlızlık olduğunu, bir müddet sadece kendisi ile kalmanın aslında daha iyi olacağını anlattım ama pek anlamadı. Kendini sürekli bir kalabalıkta saklıyor gibi bir hali var. Tüm bu hareketlerine, hızlı yaşamına bakıp içimden "geçmişinde sakladığın ve saklamaya devam ettiğin şeyi ne zaman açıklayarak huzura kavuşacaksın" demeden duramıyorum. Sakladığı bir şey var. Saklamaya devam ettiği bir şey var. Ama o kadar hareketliki, ona odaklanıp, neyi sakladığını anlayamıyorum. Çözemiyorum.

O da bunun farkında ve geçen gün "sürekli birileriyle beraber vakit geçiriyorsun. oysa belki de sana lazım olan şey biraz yalnızlık. sadece kendine zaman ayırmak ve kendi kendine bir kaç gün geçirmek. ama hiç durmuyorsun. sürekli bi koşuşturma içinde yaşıyor gibisin. biraz sakinleş. dur." dediğimde;
-"bilmem ki" dedi ve biraz düşündükten sonra da;
-sen beni yalnızlığa alıştırmak istiyorsun değil mi?" diye sordu.

o anda açıkçası bunu anlamış olmasına sevindim ama bu şekilde dile getirmesine şaşırdım. Çünkü onu alıştırmak istemiyorum, bu yüzden sadece;
-bazen yalnız kalmaya da ihtiyacın olabilir. çünkü insan sadece kendisiyle olmak, kendisine zaman ayırmalı. kendi kendine de zaman geçirmeli. hem yalnızlık kötü bir şey değil.
-ya hep yalnız kalırsak?
-kal ne olacak ki?
-kimseyle konuşmayacak mıyız. insan kafayı yer ya! bir şey sorcam; sen çok mu yalnız kaldın" diye sorduğunda
-ehh bazen
-neden
-çünkü ben istedim. senin yaşındayken ben de böyle koşturuyordum. sürekli kalabalık içerisindeydim ve hiç yalnız kalmıyor, kendimi yalnız bırakmıyordum. ama aslında bu terketmem gerektiğini anladım ve işte sakin bir döneme girdim" dedim.
-üzüldün mü?
-yooo. sadece bi yerden sonra yanlızlığa ve yanlız bırakılmaya alıştım
-hımmm

Bu arkadaş olma çabalarımız esnasında, ayrılmış oldukları sevgilisiyle de konuştuğumu söylemeliyim. Hatta Cadı'nın "ısrarlı isteğiyle konuştum" desek daha doğru olur. Çünkü çocukla ayrılmışlardı ve Cadı'nın tüm adımlarını da geri çeviriyordu. Ben de gidip çocuğu kenara çektim ve konuştuk. Çocuk artık Cadı'yı istemediğini falan söyledi. Ben de karşılıklı konuşmalarının daha iyi olacağını söyledim ve bu sefer de bana "bakarız" filan dedi.

Aradan yarım saat geçtiğinde kütüphanenin önündeydik ve Cadı'ya "git, adamın masasına otur ve konuşmalıyız de, sonra da aklındakilerin hepsini yüzüne söyle gitsin" diye gaza getirince, gitti oturdu konuştular.
sonuç olarak ise ayrılık kararı aldılar. Güya hiçbir şey olmamış gibi de ayrıldılar. ama Cadı'yla akşamları gezinirken falan konu sevgilisine geldiğinde fena ağladı. Üstelik bir defa yalnız değil, bir kaç defa daha ağladı ve aradan bir kaç gün geçtiğinde, Cadı tekrar ona yazdığında oturup tekrar konuşmaya karar verdiler. Konuştular.

Sonraki gün yine konuştular. Bir iki konuşmadan sonra ise önceki gün itibariyle en azından finallerden sonraya kadar tekrar denemeye karar verip, tekrar başladılar. Üstelik çocuk ona "seni her gördüğümde sarılmamak için kendimi zor tutuyordum" demiş. Cadı da dün gece onda kaldı. Sadece sarılıp uyumuşlar.
Tekrar barışmalarına sevindim. birilerinin mutlu olması beni de çok mutlu ediyor. Başkasının mutlu olduğunu bilerek, mutlu olmak diye bir duygu var. bu aralar o duyguyu sık sık yaşıyorum. Bu çok güzel bir his ve içimi kıpır kıpır ediyor.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

düşüncelerini kendine saklama, benimle de paylaş.