Geçtiğimiz Çarşamba günü, haftalar öncesinden ucuz diye aldığım biletle, Perşembe sabahı ezanından 10 dakika önce kalkacak olan uçağa binmek için saat 23:45'de metroyla Atatürk Havalimanı Dış Hatlar'a gittim. Ama çok fenaydım. Çünkü karnım, gündüz yediğim yiyeceklerin boka dönüşmesi işlemini tamamlamıştı ve bi an önce güvenlikten geçip tuvalete gitmemi söylüyordu.
Söylüyordu da, nalet olası federaller, ağır ağır işlerini görüp milleti geçirdiklerinden dolayı yumurtam kapıya dayanmıştı bile.
Sıra bana geldiğinde ise kontrolör polis sanki beni bi yerden tanımışcasına, arada bi kaçamak bakış atar gibi aceleyle yüzüme gözüme bakıp bakıp durmaz mı? Bi ara "ee düzgün bakacaksan bak yoksa sıçıcam yapacağın işe" diyecektim de tuttum kendimi. Ki gerçekten de sıçmak üzereydim ve bende ona dik dik bakmaya başladım.
dik dik bakışımın ardından, artık benim de sıkıldığımı mı anladı ne olduysa bi kaç soru sorduktan sonra "buyrun" deyip belgelerimi uzattı ve aldığım gibi tuvalete doğru topukladım. İçeri girdiğimde hemen kapıyı kapatıp, pantolonu indirdiğim gibi FOŞŞŞ diye sıçtım ve o an anladım ki; sıçmak, aklı olan tüm canlılar için büyük bir nimettir. (bunu bir ara tweet olarak da atayım.)
Üstelik "bok yapmak" anlamındaki sıçmak yalnız değil, insanın hayatındaki çuvallamaları da büyük bir nimettir. Çünkü sıçmak, insanın kendisine dönüp bakmasını, ne bok olduğunu görmesini, ne bok yediğini anlamasını ve ne bok yemesi gerektiğini iyice bir ölçüp biçmesi gerektiğine yarıyor.
Gerçi kendim için şunu söyliim; sıçmalarımdan pek akıl almıyorum ama olsun, yani benim gibi birinin bunu anlamış olması bile büyük bi ilerleme sayılır. (Hem belki bundan sonraki sıçmalarımdan harika ötesi dersler alırım.)
Özlü söz kısmını geçersek, sıçmak için yinelemem gerekir ki; resmen değerini yeteri kadar bilmediğimiz bir nimete sahibiz ve bunun için ne kadar şükretsek o kadar da azdır.....
Sıçma işlemim bitip, tuvaletten çıktığım sırada, siyaha çalan koyu bi renkteki takım elbise giymiş, hafif dökük saçlı adamın biri geldi pisuvarda işer gibi yaparak, ama aslında işemiyor olmasına rağmen çüküyle oynamaya başladı. Ben de bu sırada lavaboda ellerimi yıkıyordum. Ama adam inatla devam etti.
Başka zaman olsa bende çükümü çıkarıp oynayarak ona eşlik ederdim de o an, henüz sıçmanın varlığına olan şükrümü bitirmemiştim ve bu yüzden şükrümü yarıda kesmemeye karar verip elimi bi güzel yıkadıktan sonra kenardaki çantamı alıp salona geçtim.
Böylece anlamış oldum ki; sahip olunan şeye şükür etmek, insanı günah işlemekten alı koyan eylemlerin en başında geliyor........
Etrafta uzun bacaklı fıstık gibi kadınlar, kaslı maslı erkekler, köktendinci Yahudi erkekler, beyaz türkler, siyah kürtler, pembe çerkezler, sarı çinliler, uyruğu belirsiz diğer kişiler, az önce fitnes salonundan çıkmış gibi terli terli gideceği kapıyı bulmaya çalışanlar, başörtülü ve başörtüsüz erkekler, kadınlar, çoluklar çocuklar falan koşturup duruyordu.
Havaalanlarının en güzel yanlarından biri şu koşuşturma olsa gerek. Üstelik insanların çoğu aynı koşuşturmayı yaşıyor ve herkes çok acil bi şekilde bi yere yetişmeye çalışıyor.
Tabii bu koşuşturanlar benim gibi fakir değilki sırf taksi parası vermemek için saatler öncesinden metroyla gelip öyle amaçsızca etrafta gezinsinler.
Zaten havaalanlarındaki insanların ne kadar zengin olduğunu, elindeki bilet çıktısıyla yanınızdan ne kadar hızlı geçtiğine dikkat ederek anlayabilirsiniz. Zenginler genelde son anda gelip uçağa yetişirler, fakirler ise benim gibi 2-3 gün öncesinden gelir orda yaşamaya başlarlar. Oranın vaz geçilmez elemanına dönüşürler. Havaalanlarının kadrolu çalışanlarından çok orada vakit geçirirler.....
Bi ara etrafta gezerken, dedim belki THY'nin lounge girişinde tanıdık birini bulurum da beleş yeme içme bölümüne geçer iyice bi tıkınırım ama ne yazıkki kimseyi göremedim. Resmen lounge üyeliği olan hiç arkadaşım yok, varsa bile benimle aynı saatlere denk gelen bir uçuşları yoktu. Aç kaldım yazık banaaaa.
Fakirlik çok kötü ya. Resmen burda bile hayat tarafından fakirliğim yüzüme vuruldu ya neyse. bi şe demiyorum.
Dış Hatlar'ın ayak basmadığım yeri kaldı mı diye etrafa bakınarak gezerken, can sıkıntısından bi yere oturup telefona kaydettiğim makalelerden bir kaçını okudum, ama can sıkıntım geçmedi. O sırada üst katlara çıkmış olduğum için de, Caroline Koç'un açtığı Selamlique'yi didiklemeye başladım.
Selamlique'de güzel bir mekân tasarımıyla olayı kotarmışlar ama doğrusu Caroline Hanım'a, Divan Pastaneleri'nden aldığı paket paket çikolataları ve diğer ürünleri, burada başka bir marka adı altında 100 katı fazla paraya satmasını yakıştıramadım. Fiyatlara bakıp "aaaa oooo" yaparken bu sırada çalışanlardan biri olan yakışıklı bi çocuk geldi öyle muhabbet etmeye başladık ve ben onunla konuştukça, o da çikolatadan buyur etti. Bol bol yedim. Dedim nasılsa Caroline Koç'un cebi sağlam, ona bir şey olmaz.
Çocuk almanya doğumlu ve ilkokulu falan da orada okumuş, bir süre Belçika'da yaşamış, sonra işte Türkiye'ye gelmiş ve şansını bir de burada deneyecekmiş. O böyle hayat hikayesini özet geçerken, ben de kendi içimden "lan ben bu kadar yakışıklı olsam, dünyaya parmak atardım. bu gelmiş şansımı deniycem diyor" gibisinden cümleler kuruyor, çocuğa karşı gülümserken, içimden de "salak bu ya" diyordum.
Biz muhabbete devam ederken, ben bu arada kavanozlardan sürekli başka çikolatalar yiyor ve bu sayede 1-2 saat önce boşalttığım midemi tekrar dolduruyordum.
Divan'ın çikolataları zaten güzel ama ne bileyim artık farklı bi marka algısıyla yaklaştığımdan mıdır nedir, çikolataları çok normal bir tatla yedim. Böyle pek de ayılıp bayılmadığım için de pahalı olmasının dışında ekstra bi durumunu göremedim. Bu yüzden sevgili Caroline'ciğime burdan sesleniyorum; çikolatayı divandan alıp satacaksan, üzerine ekstra fiyat koyma plizzz.
Neyse bi kaç tane daha atıştırdıktan sonra, yakışıklı çocuğa teşekkür edip ordan ayrıldım ve sonra arkadaşlık app'lerinden birini açıp bakınırken, adamın tekiyle konuşmaya başladık. O da dış hatlar'da olduğu için geldi tanıştık.
İşte biriyle flörtleşiyormuş da, flörtü davet ettiği için şimdi onun yanına teeeee New York'lara gidiyormuş. Ama giderken de ne alacağını bilmiyormuş, çünkü giysi, parfüm gibisinden şeyler alırsa bunların ezikçe kalacağını, adamın zaten New York'ta her şeyin en güzelinden alabileceğini falan söyledi. Bunun üstüne ben de "gel üst katta Selamlique var, ordan çikolatalı beyaz türk lokumu al. Üstelik tükkanda çok yakışıklı bi eleman var, güler yüzlü falan, gidelim oraya" dedim ve çıktık Selamlique'ye gittik.
Yakışıklı çocuk beni görünce güldü, ben de gülüşüne karşılık tebessüm ederek "sana müşteri getirdim" dedim, hep beraber kahkaha attık. Şuh değil, normal içtenlikte sıcak kahkahalardan.
Tezgâhı gezerken yine çikileta yedik ve bizim New York yolcusu avuç kadar bi pakete (ki tahminimce pakedin içinde 10 tane lokum ya vardı, ya yoktu)105 TL verdi "hayrlı işler" dedik çıktık.
Sonra içerde biraz daha muhabbet ettik, New York yolcusu bana kanka demeye başladı, o arada ikimizin olduğu bir selfie çekip Instagram hesabından "yeni dostlar edinmek çok güzel" yazarak paylaştı "aynen kanka aynen" dedim ve yarım saat sonrada onu, gideceği kapıya götürüp "allah yolunu açık etsin, enişteye de selam söyle" deyip ayrıldık.
İçerde biraz daha gezip sabahı ettim ve benim uçak kapısına gittim. Ki çok şükür meğer dalmışım, milleti içeri almaya başlamışlar, hatta sırada 3-5 kişi yalnız kalmıştı. Hemen gittim kontrolden geçip uçağa bindim, 20 dakika oyalanmanın ardından uçak Türkiye'den kalkıp Kıbrıs'a indi.
Böylece, 17 yıl aradan sonra tekrar okullu olmak için İstanbul'dan Kıbrıs'a uçakla gelmiş oldum ve okulun karşılama ekibi tarafından da okula götürüldüm. Ayağıma kırmızı halı serilmemiş ve sadece beni karşılamaya gelmemiş olsalar da, önemli değildi. Çünkü uçak havada tıngır mıngır yol alırken, bir fırtınaya kapılıp düşecek olmamızı değil "para harcamadan okula nasıl giderim"i düşünüyordum. Malum param yoktu ve bence uçağın fırtınaya kapılıp düşmesi daha mantıklı gibiydi.
Ama ne yazıkki düşmedik ve sağ salim indik. Havaalanına indiğimiz de, kendi kendime ettiğim "inşallah bavulumu kaybederim" bedduası tutsa da, bedduanın devamındaki "kaybolsun da, ortalığı birbirine katıp gideceğim yere kendimi beleş bıraktırtayım" bölümü tutmadı. Canım bavulum ortalıktan kaybolup 2 saat sonra bi yerlerden çıktı getirildi ve ben de bu arada okul karşılama ekibini görüp rahatladım.
Onlarla beraber okula getirilirken yolda bi uyumuşum ki, ağzımdaki salyalardan sağ omzumun üstünde küçük bi gölet oluşup, bu gölette çevresindeki evrim süreci sonrasında, yeni bir canlı türü oluşmuş hatta bunlar balıkçılık yapmaya bile başlamışlardı.
Neyseki bu kurulu yeni yaşam düzenini, otobüsün okulun bahçesine giriş yapmasından sonra yaptığı frenin ardından ortaya çıkan gürültüyle uyandığımda dağıtmak zorunda kaldım. Dağıtmasam kimbilir neler neler olacaktı da, onların da ömrü bu kadarmış.
Çantamı ve valizimi alıp indiğimde direkt olarak yanımda getirdiğim belgeleri kayıt bölümüne teslim ederek kayıt oldum ve böylece öğrenciliğe "merhaba" dedim. Merhaba.
Sonra okulun giriş kapısındaki logolu ve bol büyük harfli üniversite adının görüneceği şekilde tebessümlü bi selfie çekip, whatsapp, facebook, instagram vs vs (artık allah ne kadar sosyal ağ yarattıysa) hepsinde "17 yıl sonra bugün tekrar okula başladım 😍❤️😍 not" cümlesiyle paylaştım.
Akşam saatlerinde whatsapp'deki paylaşımıma baktığımda ailemde telefon kullanan herkesin bu fotoğrafı görüntülediğini fark ettim. Benden bi büyük olan abim ve diğer kardeşim'le whatsapp'den konuştuk, tebrik ettiler. Hayat normale döndü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
düşüncelerini kendine saklama, benimle de paylaş.