-->

10 Ağustos 2015

Küçük yaşlı kız çocuğu

Söylemedim ama aslında otostop çekerken memlekete de gittim. Zaten insan büyüdükçe bir çok şeyi sadece kendine saklama çabası içine giriyor. Tabii saklamanın diğer bir adı da aslında mecburi bir bencillik. ama burdaki bencilliğimin yüzlerce haklı nedeni var. Üstelik bencilliğim bana bir şey kazandıran türden değil, başkasını koruma içgüdüsünden kaynaklı tuhaf bir bencillik. Buna rağmen sonuç olarak bencillik olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Hem doğrusunu söylemek gerekirse, başkasını korumaya çalışmak da fazla tanrısal bir davranış. İnsani olarak ise; mütevazilikten kilometrelerce uzak, kibirle kaplı kocaman iğrenç bir davranış. 

Memlekete giderken elim kolum titremedi değil. Çünkü yolda, sevmediğim insanları özlediğimi farkettim. Belki de büyüdükçe yalnızlığın gözüme fazla batmasından kaynaklı bir durumdu bu. Ama gidince gördüm ki özlememişim. Üstelik daha bir nefret ettim onlardan. Sanki bir kaşık suda hepsini tek tek boğmak istiyordum ama yine de gerek duymuyormuşum gibi bir hisle doldum taştım. İşte bak; yine kibir, yine kibir.

Bizimkilerle bir odaya doluşup, boş boş konuştuk biraz, muhabbet etmeye çalıştık. Ama o kadar farklı tellerden çalıyordukki, işte o anda “ne yapıyorum ben, burda ne işim var” deyip durdum kendi kendime. Yani tamam aramızda bir kan bağı vardı, aynı annenin amından çıktığımız için dünyaya el sallamaya başlamıştık ama bunun dışında hiçbir ortak noktamız olmaması üzücüydü. Belki de bu yüzden çok kalamadım, sadece 2inci gün onlara bile demeden bir sabah kalkıp sessizce evden çıkıp yola devam ettim.

Yalnız bu seferki gidişimde şunu fark ettim ki ben sanırım annemi seviyorum, ya da sevmeye başladım. Sevme nedenim onun amından çıkmış olduğum için değil, daha çok dünyaya bakış açısını sevdim. Olgunluğunu, her şeye “hayat bu, öyle de olur böyle de olur, sıkma canını, oluruna bırak” cümlelerini bol bol kurmasındandı. Şimdi yıllar sonra böyle bu cümleleri duyunca, ona karşı olan kızgınlığım, kırgınlığım, tüm o negatif duygularım uçtu gitti. Ne bileyim yani, çünkü ben annemi hiç böyle hatırlamıyordum ki, daha çok kalın kafalı, cahil cühela bir kadın olarak aklımda yer etmişti. Üstelik aynı dili bile konuşarak anlaşamadığımız ayan beyan ortadaydı. 

Eevet evet aynı dili konuşamıyorduk bile. Yani düşünsene annemdi ama konuştuğumuz dil farklıydı. Kendi ana dilimi unutmuş olmam yıllar oldu. Sadece çatpat konuştuğum oluyor. Ama aynı dili konuşamıyor olmamıza rağmen o ve ben anlaştık. O kürtçe konuştu, ben türkçe. Yılların vermiş olduğu ayrılık mecburiyetinden dolayı, ikimizde farklı dillerde konuşmaya devam etmiş ve böylece ben asıl dilimden çok uzaklara düşmüştüm. Ama buna rağmen anlaştık. Birbirimizi anladık, anlamaya çabaladık. Onun beni anlama çabası içerisinde debelenmesi bile öyle, şefkat dolu, öyle mütevazi ve öyle merhametliydiki..

Onun benimle konuşurken, beni anlamak için harcadığı çaba hâlâ gözlerimin önünde. Kadın beni anlamadığı için acı çekti, bana bakarken; bir şeylerin kötü gitmiş olmasından dolayı gözlerinde ölçülemeyecek bir derinlik belirdi. Kötü şeyleri aşacak gücünün olmamasından dolayı yaşanmış olan kötülüğü kabullenişi, ama buna rağmen zoraki tebessümü çok anlamlıydı.

Annem çok yaşlanmış. artık öleceğini ve bunun bir döngü olduğunu anladığı o en sıkıcı yaşa gelmiş. 

Yüzü kırış kırış, elleri ipince olmuş, bedeni o kadar pörsümüş bir haldeki ona sarıldığımda memelerini hissedemedim. Ona sarılırken; sanki bir torba pamuğa sarılır gibi, ya da üzerinde kat kat giysi olan bir mumyaya sarılır gibi hafif ve kuru bir cesede sarıldığımı hissettim. 

Onunla yıllardır hiç sarılmadığımız için olsa gerek, sarıldığımız ilk anda; anlık bir sarılma olacak sanıp, sarıldığının 2inci saniyesinde uzaklaşmak için geri adım attı, ama onu uzaklaşmasın diye tuttum sarıldım ve o sırada onun bedeninden, şaşkınlık içinde olduğunu anladığımda 5 saniye kadar bir zaman geçince ayrıldık.  

Bu hareketimle mutlu oldu, sevindi, yüzü aydınlandı. Gözlerinin içini görmeliydiniz, sanki cennetle müjdelenmiş gibi o bıyıklı ağzı kulaklarına vardı. Böyle duygusal anlarda, her zaman yaptığı gibi anlamsızca eli burnuna gitti ve siler gibi yapıp sonra başındaki beyaz leçek’e sildi. 
(Leçek: bir tür başörtüsü http://www.dasbil.com/images/oya/SAM_0312.JPG 

Öyle yaşlanmış ve yaşlandıkça öyle ufak tefek olmuşki, benim cüceliğim karşısında bile yanımda; küçük yaşlı bir kız çocuğu görüntüsüne sahipti. sırf bu görüntüsüyle bile sanki koparılıp susuz bir şekilde güneşe bırakılmış bir çiçek gibi kurumuş kalmış gibi bir düşünce belirdi o an aklımda. 

Elindeki kahverengi tespihi, sırtındaki yıkayıp yıkayıp giyindiği siyah hırkası ve hep sanki aynı fistan’ı giyiniyormuş gibi diğerlerinden çok da farklı olmayan siyah tonlarındaki fistanlarından biriyle öyle sallanıp durdu odada. 

Saçlarını göremedim ama leçeğinin kenarından dışarı taşan bir kaç telden saç renginin artık parlak beyazdan, solgun bir beyaza dönüştüğünü anladım. 
Oysa çocukken kış aylarında diğer odalar soğuk olduğu ve tek soba yanan odamız olduğu günlerden hatırlardım; olgun yaşına rağmen simsiyah saçları vardı ve yanan sobanın önünde oturup saçlarını taradıktan sonra yanlardan ikiye örüp sonra uçlarını tokalarla birbirine tutuşturup bir kaç leçekle başını örterdi..

Eve gelişimin ertesi günü kimsenin olmadığı bir anda yanıma gelip “sana hakkımı her zaman helal ettim, hiç kötü söz etmedim, işin hep rast gitsin diye dua ettim” dedi. O anda içimi bir ferahlık kapladı, bir rahatladım, sanki üzerimden Büyük Ağrı Dağı kalkmış gibi hafifledim.

Sonra da hiçbir şey söylememiş gibi başka şeyler konuşmaya çalıştık. Farklı dillerde konuşuyor olduğumuz için, birbirimizi çok az anlıyor olmamıza rağmen benimle herhangi bir şey konuşmaya çalışma çabası, benimle iletişim kurmaya, beni anlamaya çalışma çabası sanırım şimdiye kadar ondan aldığım en büyük hediye oldu. Bu yetti bana.

O zaman şu şarkıyı da dinleyin, hadi çok öptüm:


3 yorum:

  1. sana hayranım. kendini ifade edişin, cümleleri sıralayışın, hepsi o kadar güzelki.

    YanıtlaSil
  2. Büşra

    Annenle ilgili eski yazılarını hatırlıyorum, hiç sevmezdin galiba.

    YanıtlaSil
  3. Hacı su sidikli dünyada hangi dili konustugunun,teninin renginin,yada yaşadığın yerin adının ne olduğunun ne önemi var.yaşadığın yerin adı ha türkiye olmuş ha kürdistan ha suriye ha irak,amerika,japonya,hollanda,istersen kutuplarda yasa insan olma vasfini barindirmiyorsan içinde öyle debelenip durursun kendi bokunun icinde.fakir ordada fakir burdada zengin ordada zengin burdada.yani anlayacagin duzulen hep aynı.heleki bu ortadogu denilen bok çukurunun içinde insanlari bu din denilen afyonla o kadar rahat kontrol altında tutuyorlarki aklı hafsalasi almıyor insanın.annen mesala doğduğu zaman herhangi bir sıfatı varmiydi hayır o sadece bir insan yavrusundan başka bir şey değildi.sen dogdugun zaman zengin bir aileye evlatlık verilseydin ve robert kolejini bitirseydin ne olurdu mesela.ınsanlar birbirlerine bir etiket yapıştırip sonrada onun üstünden bir sosyal mastürbasyon yaparak kendilerini rahatlatmaya calisiyorlar.herkes kutuplara ayrılmış,eline geçen ilk fırsatta birbirinin gözünü çıkartacak milyonlarca ruh hastası dolu memleket.ulan anla ışte o cukura girdiğinde hiçbir sıfatın kalmayacak bir hiç olacaksın.hiçkimse doğduğu hayatı secemiyor.daha ordan başlıyor haksızlık.anneni dusunuyorum mesela onunda hayalleri varmiydi başını yastığa koyduğu zaman ,kendini kurtaracak bir beyaz atlı prens beklemismiydi.kızma ona onunda o kadar keskeleri varki o yüzden birazda bu sükunetli hali.

    YanıtlaSil

düşüncelerini kendine saklama, benimle de paylaş.