Geldiğimden bu yana Ankara'yı izliyorum ve bana düşündürttüğü şey şu oldu: ARAF
Buraya kimse istediği için gelmiyor, burada istediği için yaşamıyor.Burada olmak zorunda olduğu için herkes burada. Burası bir geçiş yeri. Ya bi altta, ya bi üste, ya da buraya çakılıp kalmak için gelinen tek duraklık bir şehir burası.
Burada yaşamayı kimse bilinçli olarak tercih etmez. Burası tercih edilecek bir şehir değil. Zorundalığından burada herkes ve her an istediği yere çekip gidebilme lüksüne rağmen gitmez. gitmek istemez. araf'ın özelliği budur. buraya gelen, arada kalmışlığını kabullenip kendisini buraya çakar kalır.
Burada ne aradığını, hayattan ne beklediğini bilmeyen bi kalabalık sürüsü var. Para için her şeyi her an yapmaya hazırlar ve herkesin de öyle yaşadığını sanıyorlar. Garip bir kimlik erozyonu var. Kişiliksiz, karaktersiz ve tamamen dengesizler topluluğu.
Dünyanın ve ülkenin dört bi yanından kopup gelmişlerine baktığımda gördüğüm şey şuki;
ne olduğunu bilmeyenler, ne olacağına karar verememişler, her günahı işlemeye razı edilmişler, her günahı işlemişler, işlemek için can atarcasına tetikte bekleyenler, karaktersizler, kişiliksizler, okumuş cahiller, okumamış ve öyle olduğu için cahil kalmışlar, kafası çalışmayanlar, kafası çalışmasın diye elinden geleni yapanlar, paranın her şeye yettiğini sanıp öyle kalanlar, her şeyden şikayet ederek yaşayanlar, kendilerine hak etmiyor olmalarına rağmen acınılmasını ve acınıldığı için kapıların ardına kadar ya da sadece kendilerinin geçebilecekleri kadar açılmasını isteyenler, her şartta ve koşulda söylenenler söylenenler, söylenenler ve diğer ler lar...
burada kafadan kontaklar bile olayı çözmüş.
iki şak şak, 3-5 lak lak'la bi yerlere gelen yavşaklardan çok şey öğrenmiş ankara delileri.
geçen aylarda sürekli gittiğim kafelerden birinde bunlardan doğduğu cinsiyeti de kadın olan biriyle tanıştım.
farklı zamanlarda bi kaç göz göze gelme sonrasında (sürekli izlediğini ve göz göze gelmek için fırsat kolladığını sonradan anladım) masama gelip benimle (evet benimle) tanışmak istediğini söyledi ve tanışınca da hemen izin alıp masama oturdu. çay söyledim, bir kaç atıştırmalık istedim ve zaten dönüp duran gözleri anında bir tur daha döndü.
önümdeki macbook'dan gözünü alamıyordu, sürekli el kol hareketlerimden beni takip etti, asla "siz" kelimesinden ödün vermeden konuşmasını sürdürdü ve bende 15 dakikalık sabır testinden sonra süremin dolduğunu düşünerek "işim çıktığını" söyleyip kaçarcasına kalkıp gittim.
ama kaçmak ne mümkün.
artık her gittiğimde oradaydı ve sanki çok uzun bir geçmişimiz varmış gibi, siz'i biz'i siktir etmiş halde sıkı fıkı bir şekilde tanışıyormuşuz gibi yakınlık belirten kelimelerden cümlelerle konuşarak, koşup neredeyse sarılarak iletişimini devam ettirdi.
kaçamayacağımı, daha doğrusunu kaçışımın sadece buraya gelmeyi bırakarak olduğunu anlayınca bi kaç günlük de olsa onu incelemeye, ona bir mikroskopla bakarcasına yakından bakmaya karar verdim.
bi kaç gün sonra fevkalede(bu kelime, doğduğu cinsiyeti erkek olan bülent ersoy havasında okunmalı) şaşırdığımı söylemeliyim.
kafadan kontaklığına rağmen, hayatın ikiyüzlülüğünü nasıl da çözmüş.
nasıl da çözmüş bi görsen 2+2'nin 4 etmediğini. ağzın açık kalır.
zaten bende ondan öğrendim, 2+2 asla 4 etmez. kim 4 eder diyorsa, yalan söylüyordur. 4 diyenden kaçın gidin çok uzaklara.
bi hafta sonra elinde kolunda defterlerle geldi. masanın üzerine serdiği fotoğraflar, gazete küpürleri, fotokopilerden anılar, anılar, anılar.
devlet erkanında yapışmadığı kimse kalmamış.
onlara yazdığı şiirler ve hemen altlarında da bizzat onlardan aldığı "teşekkürler" ve tabiki imzalar. herkese şiir yazmış, bir şeyler karalamış. gözleri parlayarak anlattı da anlattı.
en sonunda ise artık sıkıldığımı ve gösterdiklerine ilgimi kaybettiğimi fark edince, çantasından bana özel yazdığı şiiri çıkardı.
beni artık ne sanıyorduysa, ne olarak gördüyse bana özel şiir yazdığını söyleyip güyâ okumaya başladı. ayıp olmasın diye o iğrenç yılışık sesine, çirkin ama gerçekten çok çirkin şiir okuyuşunu bitirmesini bekledim ve sonra da teşekkür ederek kalkıp çıktım.
kafeye bi daha gitmediğimi de söylemeliyim. zaten eve internet bağlattığım için de şimdilerde çoğunlukla evdeyim. artık film listelerime dalmaya ve çıkmamaya kararlıyım.
burada; ülke ortalamasının üzerinde uyuşturucu bağımlısı olduğunuda söylemeliyim. hafta sonu erken saatte, şehrin en popüler konumlarından biri olan kızılay'daki sokaklarda gezerken o körpecik orospunun göz torbalarından dün gecesini tahmin etmek hiç zor değil.
erkek veya kadın fark etmeksizin, gençlerin çoğu kendini rahat rahat siktirmek için uyuşturucu alıyor ve uyuşturucusu olanlarla buluşmak istediklerini sosyal ağlarda açıkça paylaşıyorlar.
yani gelecek ankara'dan GÜMBÜR GÜMBÜR geliyor. belki de Ankara ama iyi ama kötü Araf'tan bu şekilde kurtulacak. (Temennim o ki; inşallah başka bi şekilde kurtulur.)
Burada şunu da fark ettimki; ülke ortalamasından fazla evli götveren var. kiminle ciddi ciddi tanışsam, ciddileşerek konuşmaya başlasam bi kaç cümle sonrasında dayanamayıp evli olduğunu ve bu yüzden bana geleceğe dair bir şey veremeyeceğini veya sadece seks için partner aradığı itirafında bulunuyor. bu dürüst itirafları karşılığında, onları yinede hayatıma alarak veya hayatlarına girerek devam edeceğimi sananlar var ama evlilikten götverenliğe dönmüş biri olarak şunu biliyorumki, o karmaşık kafayla yaşamalar, bitmek bilmez ikilemler, karına haksızlık ettiğini düşündüğün için çektiğin vicdan azabıyla beraber erkek arkadaşınla yatarken ezik büzük öpücük kondurmalar vs hepsi çok zorlayıcıdır.
tekrar bunlara gerek yok canım amkaracım...
ve gün içinde bol bol, beyfendicim, hanfendicim, beycim, hanımcım, abiim, ablacım, kardeşim, gardaşım'lı cümleler kurulan bu şehri insan kokusu terk edeli çok olmuş.
dört dönen gözler, oraya buraya uzanan eller, asla yerinde durmayan bedenler, bedenleer bedenleeeer
Herkes oraya buraya kaçışırcasına yaşıyor. Sürekli bir fırsat kollamalar, sürekli atarlanacak bir konu aramalar. boş havalar, boş tavalar.