-->

29 Eylül 2019

hepsi bu

Artık içimde, gördüğüm her erkeğe aşık olmak veya hayatımın aşkıymış gibi onu elde etmek için çırpınırcasına peşinde koşmak yok.
Yani galiba kendimi, doğduğumdan bu yana içimde olan hastalıklı halimden kurtararak sıradan bir insana dönüştürdüm ve bu beni sadece kendisiyle kalmasına rağmen mutlu olmayı bilen biri yaptı.
Belki de hepimiz böyle yaşamalı ve kendi yalnızlığımızla yüzleşmeyi, sadece ama sadece kendimizle baş başa kalmayı, kendimizle vakit geçirmeyi öğrenmeliyiz. İlk zamanlarımız zor olsa bile bunu başarmak imkânsız değil, dediğim gibi sadece zor.

Gördüğüm her erkeğin hayatımın aşkı olduğu algısına ilk olarak ne zaman kapıldım bilmiyorum. Ama şimdi dönüp bakınca, bu takıntıya dönüşen ve gördüğü her erkeğe aşık olmak için fırsat kollayan hasta yönümün, ergenliğimin başlangıcından sonraki 1-2 yıllık süreye dayandığını rahatlıkla söyleyebilirim. Çünkü öncesinde içimde böylesine büyük ve beni sadece bunun peşinde koşturan bir his yoktu. Bu köle edici güçlü hissin yerine içimde, erkekleri sadece seksi veya karizmatik bulup yanından geçen daha sessiz ve bu beğeniyi normal karşılayan yönüm vardı. Hepsi buydu ve ben bununla mutluydum.

Ama ergenliğimin bitişindeki sıradan günlerden bir gün, amaçsız ve boş hayatıma anlam katmak için, erkeklere aşık olmaya karar verdim ve birazcık daha heyecanlı olsun diye; olayın benim kontrolümden çıkmasına izin verip, yolunu açmak için de elimden geleni yaptım.
İşte tam olarak orda bi yerde de, bu çabam beni aşıp, benden bağımsızlaşıp, beni tamamen ele geçirdi. Üstelik bende başlamasına rağmen, içimde olmasına rağmen onu kontrol etmekte zorlandım. Zamanla ise kontrolü tamamen kaybettim. Artık bir yamyam gibi, erkek bedeniyle yaşayan bir vampir gibi, sadece yakışıklı etiyle doyabilecek bir akbaba gibi ordan oraya dönüp durmaya başladım.

Tüm bu dönüp durmalar arasında, bazen kendime geldiğim olmadı değil. Geldim ve ne haltlar yediğimi görmek için dönüp yerdeki sperm kaplı çıplak bedenlere baktım. Önce onlara, sonra kendime, sonra onlara, sonra yine kendime acıdım.
Kendime her geldiğimde, yaptıklarımı anlatacak beni sabırla dinleyecek kimsem olmadığı için koşup buraya ve başka yerlere yazdım. Hepsi bu.

25 Eylül 2019

neydik ne olduk

Sevginin saf halini bulmak o kadar zorki, insan sadece onunla baş başa kalıncaya kadar, sabırsızlığından dolayı çıktığı arayışta, yolunun kesiştiği kişiler arasında yatmadık beden bırakmıyor.
Ve bu yatmalar insanı o kadar yoruyorki, karşısına doğru biri çıksa bile artık yorgunluğundan dolayı tanımak için ona fırsat bile vermek istemiyor.
İşte bu yüzden olsa gerek, artık "insanın her şeyden önce sabırlı olmayı öğrenmesi lazım. İnsana, her şeyden önce sabırlı olmasının gösterilmesi, öğretilmesi lazım." diye düşünmeye başladım.
Çünkü sabırsız yürekler taşıyor, onunla hayatı yaşıyor ve günün sonunda da sabırsızlığın verdiği yorgunlukla karşımıza çıkan ilk bedene; adeta bunu yapmaya mecburmuşuz gibi sarılıp uyuya kalıyoruz.
Uyanınca ise, yatmanın verdiği pişmanlıkla, belki iyi bir arkadaşı red etmiş olarak kaçıp gidiyoruz.
Bunu o kadar çok tekrar ediyor, tekrar tekrar ediyoruzki; artık yola çıkışımızın amacını bile unutuyor, sanki hayatımız; birilerinin yatak odasını görmek, onunla o yatakta koklaşırken ölmek olduğunu, sanki dünyaya; insanlarla yatmaya gelmişiz gibi düşünerek yaşamaya başlıyoruz.
Hayat bu değil. Hayat salt sevişmekten ibaret değil.
ve evet kötü bir hayata gözlerimizi açmışsak bile, iyi olanı bulmak, güzele ulaşmak için çıktığımız doğru yolda, kendimizi kaybetmemeliyiz.

22 Eylül 2019

saat kaçtı canım

artık dikkatimi toplayıp düzenli sıklıkta sıkıcı yazılar yazamıyorum. o gereksiz sıkıcı uzun yazılar yerine, öylecesine geçiştirdiğim iki cümlelik notlar şeklinde güncellemeri buraya atıp çıkıyorum. oysa eskiden ne de güzel destanlar yazardım. sonu gelmek bilmeyen yazıları zevkten kudurarak yazardım. yaşamadığım şeyleri önce kafamda kurgular sonra yazarken kurgular, baktım olmuyor bu seferde farklı zamanlarda, farklı şekillerde yani nerdeyse onlarca kez yazıp yayınlardım ve üstelik bu aptallığımdan büyük bi zevk alırdım.
şimdi artık zevk almadığım için yazasım da gelmiyor. kendimi zorlayınca ise bok gibi bir şeyler oluyor.
bok dedim de, durun bok hakkında yazayım;
sıçmak çok kötü değil mi ya?
34 yaşına geldim ve hâlâ bokumu yaptıktan sonra götüme su tutup yıkarken midem bulanıyor. çok iğrenç değl miyiz? yani düşünsenize uzaya giden bir insanlık seviyesindeyiz ama yinede bokumuzu yapıp, sonrada götümüzü elimizle temizliyoruz. bu konuya acil bi çare buluna.

sümük hakkında şikayetim yok. ona alıştım. artık midem bulanmıyor. ama yiyenlere alışamadım. alışmayacağım. alıştıramayacaklar.

bak yine sıkıldım ve düzenli bir yazı yazmaktansa şu an aklımdan geçenleri, yazasım geliyor. aklımdan saniyede binmilyonlarca düşünce geçerken yazmak istediğimi ise çoktan unutmuş oluyorum ve işte böylece kalıyorum.

şu an televizyonun sesini açıp, üst kattakilerin çıkardığı gürültüyü bastırmaya çalışıyorum. tabii artık bunu her akşam geç saatlere kadar yapmaya devam edeceğimi de söylemeliyim. çünkü komşularıma karşı olan tüm sabrım tükendi ve onlara gösterdiğim kibarlığı son zerresine kadar kullanıp tükettiler.

sanki üst katta 2019 yılında yaşamakta olan komşularım yokta, bunun yerine bir ahıra kapatılmış mağara insanları var gibi sürekli gürültü yapıyorlar, kendi aralarında bağıra çağıra konuşuyorlar, evde yürürken toynaklarında nal varmış gibi ses çıkararak yürüyorlar, sürekli ellerinden bir şey düşürüyorlar ve buna benzer daha nice şey.
bu yüzden sıkıldım ve artık herhangi bir müzik kanalını açıp yüksek sesle boş beleş pop müzik klipleri dinliyor ve izliyorum.

şu an üst katımdaki canım olmayan komşularım gürültü yaparken, benim evde de müzik son ses açık ve ben bu satırları yazıyorum. bu mücadelem onların gelip bana "müziğinden rahatsız oluyoruz" deyinceye kadar devam edecek. kapıya geldiklerinde hiç uzatmadan anında "özür dileyerek" koşup içerdeki müziğin sesini kısacağım ve böylece zaten onlar buraya gelinceye kadar kafalarında kurdukları "kavga edip, şunun ağzının payını yumruklarımızda verelim" diye düşünmüş olarak geldikleri için onları ters köşe yapmış olarak üst kata götdermiş olacağım.
çünkü insanlıktan nasip alamamışlara böyle yaparak ders verip, bir şeyleri fark ettirebilirisiniz. bu yöntem işe yaramazsa, başka bi yol bulacağım ama şimdilik bu yöntemden dönmek yok. bu strateji hep işime yaramıştır. her zaman her yerde işime yaradı. bazen bir şeyi uzun uzun anlatmaktan, bir şeyin anlaşıması için çabalamaktan böyle davranmak daha iyi ve kısa yol olur. ya da benim kısa yolum. çünkü hep işe yaradı. işe yaramayacağı güne kadar böyle devam edeceğim.

aklıma yeni konu gelmiyor ve ben işte böyle uzatıyorum.

günlerden cuma ve saat şu an 22:51
bu gecelik bu kadar yeter. her şeyin biteceğini bile bile bu çırpınmamız, bu yaşama uğraşımız neden. biraz bunun üzerine düşünüp, kendime ve diğer şeylere canımı sıkacağım.  çünkü bu can benim canım. canım canım canım.
"canım canım canım" ard arda okuduğunuzda içinizde bir sevme hissi belirdi mi?
bende belirdi. canım canım canım, canım canım canım.

20 Eylül 2019

adem havva ve ne bileyim işte

Üst katımızda bir hara olmadığından eminim ama çıkan seslerden dolayı gizli bir hara olmadığını da söyleyemem. Belki de gerçekten bir hara vardır ve hiçkimsenin henüz haberi yoktur. Yoksa bu kadar koşuşturmanın insana ait olduğunu söylemek için, üst katta oturanların koşuşturmalarına şahit olmak gerekir. Ben şahit değilim. Çünkü onlar üst katımda oturuyorlar ve ben başka hangi canlıların yaşadığını henüz bilmiyorum.
Umarım gerçekten bir hara vardır ve bu koşuşturmalar sadece atlara aittir.

Eve yerleştik iyice ve geçtiğimiz hafta internetten ikinci el bir yatak odası takımı da aldık. Kocaman çift kişilik yatağı temizledim, getirip salonun ortasına kurdum. Artık salonda yatıp kalkacağız. Çünkü üst katta hara varken, alt katta yatağın yatak odasında olması gerektiğini kimse bana söyleyemez. Hem yatak için yatak odası yapmak da ayrı bi saçmalık. Yatak için, yatak odası. Garip deği mi? Yoksa bir tek bana mı garip geliyor.

Yatak tamamken, küçük komidinler sağında soluna yerleştirilmişken, şifonyer diğer boş odada pencereye dönük öylece bir sanat eseri gibi tek başına beklerken, 4 kapılı koca gardropda kurulmayı ve gardropluk görevini yerine getirmeyi dört gözle bekliyor. Elbiseler girecek bir gardroba hasret kalmışken, dolabı henüz kurmamış olmak, onlara büyükbir işkenceden başka bir şey değil. Zavallı elbiseler, küf kokusuyla iyice hem hal olan tekstil ürünleri.

Adem'le Havvanın, cennetten kovulduktan sonra içgüdüsel olarak pipi ve kukularını örtmek için ilk hareket ettikleri andan bu yana çok şey değişti ve artık yapraklar yerini, binlerce liraya mal olacak ürünlere bıraktı. Ama benim için henüz çok da anlamlı değiller. Çünkü cennette çıplak yaşarken, dünyada giyinmek çok aptalca.
Dur yazı nereye gidiyorsun dur.
Neyse durduracağım kendimi ve yazıyı burda bırakacağım.

17 Eylül 2019

aynı anda sevme ve sevilme hali



Canımıniçi'yle artık birbirimizi seviyoruz. 
Ve üstelik bu sevme, karşılıklı olan türden. Yani aynı anda ve zamanda birbirimizi seviyoruz.
Severek öpüşmenin, severek dokunmanı, bakışmanın ve severek sikmenin nasıl bir his olduğunu uzun zamandır unutmuştum. Sadece severek değil, tüm bunların sevilerek nasıl yapıldığı, ne hissettirdiğini de unutmuştum, şimdi hepsini tek tek hatırlamaya başladım.
Tabii en güzeli de, sevme ve sevilme hallerinin aynı anda gerçekleşiyor olması. Bundan daha güzelinin olduğunu sanmıyorum ve olduğundan şüphelenmiyorum bile. Şu an çok mutluyum ve mutluluğumun sonsuza kadar sürmesini istiyorum. Sürdür ya rab.


12 Eylül 2019

kendi içine dalıp çıkmak

3 yıl önce her şeyden sıkılmıştım. Hayatım, yani bana ait olan yaşam, yani; her gün yeniden kalkıp yemeye başladığım saatler falan hepsi istediğim gibiydi. Ama içinde beni rahatsız eden bir şeyler olduğunun da farkındaydım. Bazen durup, beni rahatsız eden şeyin ne olduğunu düşündüğüm olmuyor değildi. Fakat buna rağmen bulamıyor, bulamadığım için de, içimden "belkide sırf canım sıkılsın diye böyle davrandığımı, böyle hissettiğimi" düşünüp bu rahatsızlığımı boş veriyordum.

Beni sıkan şeyin ne olduğunu bilmiyordum, lakin işte bir şeyler vardı ve ben bunun ne olduğunu anlayamadığım için boş verip, günler boyunca ordan oraya dönüp dururdum.
Günler, beni derinden küçük küçük tırmalayan rahatsızlığımsı şeyle beraber hızla akıp giderken, ben de hâlâ, her defasında başka bir koyunda, her defasında başka biri koynumda olduğu için eğlendiğimi sanmaya çalışarak tüm boşvermişliğimle aşk adında bir bahaneye sığınıp yeni bir koyna, ya da yeni birini koynuma alıp günlerime devam ediyordum.

Sonra işte sıkıldım her şeyden, istanbul'dan, kendimden, etrafımdan, işlerden güçlerden, herkesin bitmek bilmeyen o koşuşturmacasından.
Belki de aslında her şeyden değil, sadece kendimden ve aşk adındaki arayışları bahane ederek girdiğim koyunlardan ve koynuma aldıklarımdan sıkılmıştım. Ama işte gerçek sebep her ne idiyse, içinde sıkılmışlık vardı ve beni çok sıkıyordu.

Sıkılmaktan çok ama çok sıkıldığım sıralarda Kıbrıs'da tam burslu yüksek okul kazanınca hemen toparlanıp yola çıktım. Çünkü burdaki her şeyden kaçmalı, herkesi ve kendimi geride bırakarak Kıbrıs'a kapaklanmalıydım.
Öyle oldu ve kapaklandım. İlk bir kaç hafta İstanbul'daki gibi bir hayat yaşamaya çalıştım ama baktımki aslında zaten kaçtığım şey bu yaşantımdı. Bunu fark ettiğimde biraz durgunlaştım. Durgunlaşmamı kaldıramayınca kudurganlaştım. Kudurganlığın beni iyice yorduğunu anlayınca ise etrafı tutulmuş akarsu gibi durağanlaştım.
Bir müddet bu durağanlığımı korumaya çalıştım ama olmadı. Çünkü etrafım taze etle sarılıydı ve ben uzak kalmak istesem bile onlar beni kendilerine, kendilerini bana çekiyorlardı.
İşte bu yüzden böyle de olmazdı.
Bunun üzerine bende oturup içime kapandım, allah'a beni şu boş erkek düşkünlüğümden kurtarması, eğer kurtarmayacaksa da en azından içimdeki enerjiyi başka bir yöne boşaltması için yalvarmaya başladım. Her gün aklıma geldikçe ona yalvardım.

Sonuçta yalvarmak insanın imanı derecesince içinde olan bir şeydir ve insan görünür, görünmez kalabalığın içinde olsa bile ağzını kapatıp sessiz bir şekilde içinden allah'a yalvarmaya devam edebilirdi.
allah'a yalvarmanın en güzel hâli de budur. Herkes öylece sana bakar, sen ise kendi kendine bakarsın. Nerde olduğunu, o an ne yaptığını, neden orda olduğunu, şimdiye kadar neler yaptığını ve kendinle ilgili önemli olduğunu düşündüğün önemsiz her şeyi düşünür düşünür düşünürsün.
düşünceler arasında kaybolup gittiğin her anın sonunda, biraz daha kendine gelip, imanın kadar yalvarırsın.

Yalvarmak, insanın güçlü olmasına rağmen aslında kendinden daha büyük ve asla yenilmeyecek bir güç karşısında her zaman zayıf olduğunu kabullenmesidir. Kendisinin gerçekte bir gücünün olmadığını ve bu bilinçten dolayı, daima kendisinin karşısındaki o güce muhtaç olduğunu, ruhsal anlamda elinden tutanının olması gerektiğinin bilincinde olmasıdır. Yalvarmak insanın kendini sevmeye başlaması demektir. Yalvarmak insanın güçsüz olduğunu kabullenip, nefes alan herkesin de güçsüz olduğunun farkına varmasıdır.

Yalvarmak şifaya davettir. Ben de yalvarmalarımın sonucu olarak şifamı buldum ve durağanlaştım. Şimdi İstanbul'a gelmişken, Kıbrıs'da yalvara yakara kavuştuğum durağanlığım devam ediyor ve doğrusu bu durum bazen korkutsada bitmesini istemiyorum. Çünkü özellikle burda şunu fark ettim ki; aslında durağanlığım sayesinde hayata daha farklı bakmaya başladım. Daha derin düşünmeye başladım. Üstelik derin düşüncelere dalmalarım günün farklı saatlerinde aniden kendiliğinden oluyor ve bu bazen beni korkutsada, hoşuma gittiğini de söylemeliyim.
Tabii bu derinliğin gittikçe daha fazla derinleşmeye başladığının da farkındayım. Tüm bu yeni derinlik ve düşünce şekli, biraz korkutmuyor değil. Fakat eski delilik karışımı durmayan harekettense, kendime zaman ayırıp dünya, hayat, insanlar, hayvanlar ve genel olarak yaşam üzerine düşündüğüm şimdiki durağanlığı tercih ederim. Bu durağanlık, etrafı kapatılan bir akıntının gidecek başka bir yeri olmadığı için, kendi alanı içinde bulduğu başka bir durağanlık.
Durağanlığın, güzel bir doğurganlık getirmesi duasıyla bu yazıyı da sona erdireyim.


06 Eylül 2019

zor ev

Öylece oturmuş ekrana bakınıyorum. Az önce kitap okumaya ara verip, film aradım ama ilgimi hak edecek bir şey bulamayınca koltuğa gömülüp bu satırları yazmaya karar verdim.
Koltuğa gömülmekten de anlaşılacağı gibi evdeyim.
Yıllar önce canımıniçi'ne, alınterini sürekli bankaya faize yatırmak yerine, fiyatı, krediye uygun pahalı beton yığması evlerin yarı fiyatı olan şu kenar mahallenin en kenarındaki evi almaya ikna ettiğim evdeyim.
Ev güzel mi değil mi umrumda değil. Sonuçta başımı sokacak bi yere ihtiyacım vardı ve işte ev bu ihtiyacımı fazlasıyla karşılıyor. Zaten şanslımızın bile en sonunda 2 metre uzunluğunda, 60 cm genişliğinde 30 cm yüksekliğinde bir yere gireceğimizi biliyorken, şimdilik nerde yaşadığımızın ne önemi var ki?
Özellikle de bu kadar sert bir parasızlık içindeyken.

Tamam parasızlığı çok dert eden biri değilim ve parasızlıktan dolayı formunu sonsuza kadar koruyacak biriyim ama bu yine de çok önemli değil. Çünkü yiyen yemeyen herkes ölüyor ve ardında sadece koca bir HİÇ bırakıyor.
Ardımızda koca bir hiç bırakacaksak, bu kadar hırslı bir yaşam sürüp bir şeylere sahip olmamızın ne anlamı var ki? HİÇ.

Bugünlerde böyle düşünürken, bi yandan da Canımıniçi'ne yapışıp kalmış bi asalak gibi yaşamamak için, iş de arıyorum. Yani karnımı doyursun yeter babında işlere bakıyorum.
Gidip geldiğim bir kaç görüşmem oldu ama henüz TIK yok.
Zaten başvurduğum işler, geçtiğimiz yıllarda şu mantar gibi her yerde aniden biten sosyal medya ajanslarından ibaret. Başka da işe bakmadım.
Onların dönemi de bitmek üzere. Yıllarca iş yapıyor gibi görünerek piyasanın kanını emdiler ama ne yazıkki artık zamanlarının bittiğini kabullendiler.
Yazık, yıllarca durmadan şişirdikleri balonun söndükten sonraki inik halinin üflenmemiş sik gibi olduğunu geç fark ettikler, geç kabullendiler. Şimdi ellerinde kalanı ne yapacaklarını düşünmekten, kafayı yiyorlar ve ortalığı "piyasa kötü" diye ayağa kaldırmaya çalışıyorlar.
Oysa hayır piyasa o kadar da kötü değil. Çünkü piyasa zaten böyleydi, siz hak etmediğiniz paraları toplayıp yiyordunuz ve şimdi maymun götünü açmışken size zırnık koklatmıyor diye piyasanın kötü olduğuna dair bir şeyler saçmalamaya başladınız.

Piyasa kötü değil. Piyasa hep böyleydi. Ben çocukluğumdan bu yana, piyasanın kötü olduğunu ve her yıl "piyasa bu yıl çok daha kötü" cümlesinin adeta ara verilmeden kulağıma söyleniryormuşcasına  tekrarlandığı haliyle büyüdüm. Yani piyasa; ya piyasa hep kötüydü, ya da patronlar her zaman açtı.
Piyasaya inanmıyorum. İnsanlara da.

Tabii bunları söylerken karnım yok, üstüm örtük, başımı ev adında bir yere sokmuş durumdayım. Belki canımıniçi'nin evinde olmasam, bu cümleleri kurmazdım.

Yukardaki cümleleri kurmayı bitirdiğim anda düşündüm de; ne kadar zorluk içinde kalırsam kalayım, yine de bi çıkış yolunu, yolumu bulurdum. Çünkü söylenmeyi ve ağlamayı sevmiyorum. Söylenmek, ağlamak yerine kalkıp bir şeyler yapmaya çabalarım ve sonunda yine güzel mi güzel bi yolumu bulur, hayatıma kimseye el açmadan devam ederdim.
Şimdiye kadar hep böyle yaptım. Çünkü ben zorluklar içinde büyüdüm, zorluklara karşı bağışıklığım var.  ve biliyorum ki; bi zorlukla karşılaşmadığımda, sanki bi terslik varmış gibi hissederim. Çünkü hiç rahat yüzü görmedim. Hep bir huzursuzluk hakimdi hayatıma, hep bir koşuşturmaca vardı etrafımda.


03 Eylül 2019

değişik

saat gecenin bi yarısı ve işte uyanığım. zaten bu ara uyuyamama sorunum çıktı. neden uyuyamadığımı da bilmiyorum. bilsem belki uyurdum.

yalnızım ve bu bedensel olmak dışında bir yalnızlık değil. yapayalnızım.

hayatıma bakıyorum, kendime, nerden gelip nereye gittiğime, başıma gelenlere, başına geldiklerime, diğer ıvır zıvır her şeye bakıyorum da bakıyorum. bakmak dediğim de düşünmekten ibaret.
düşünmek de bir tür bakmak mıdır acaba?

saat şu an 02:10 ve ucuz kahvemden bi fincan yapıp, onu da karşıma almış bi şekilde bu satırları yazıyorum.

canımıniçi'yle kavgalı olduğumuz için iki gündür eve gelmiyor. tabii gelmiyor diye bu; kavga etmiyoruz anlamına gelmez. çünkü whatsapp denilen meret var ve sağ olsun, onun sayesinde kavgalarımıza hiç ara vermeden devam edebiliyoruz.

salak adam, yaşı 40'a çıktı ve hâlâ çocukluk zamanlarındaki travmalarının izi olarak kalan kızgınlığından kurtulamadı. oysa yaş 40 olunca bu tür kızgınlıktan kurtulmak lazımdır. yoksa başa bela olur ve insanı çekilmez kılar. ben artık çekemiyorum.
keşke kurtulsa ve artık rahat etsek.
nasıl kurtulacağını defalarca söyledim ama beni dinlemiyor. gösterdiğim sessiz sakin yollara da hep arkasını dönüyor. oysa beni dinlese. beni bir kez dinlese ikimizde rahatlayıp uykuya teslim olacağız. ama dinlemiyor.

blogu aslında ağlamak için açtım. güya ne kadar yalnız olduğumu, yapayalnız olduğumu falan anlatacaktım ama yazasım kaçtı. onun yerine işte böyle şeyler yazacağım. ya da bakalım daha başka neler yazacağım.

Türkiyeye döndüm döneli eski tanıdıklara yazmaya başladım. bir kaçıyla görüşmeye başladık, bir kaçıyla görüştük geçtik gittik, bir kaçıyla plan yaptık, önümüzdeki günlerde buluşacağız. bir kaçıyla bir kaçıyla bir kaçıyla

hayat çok garip değil mi?
her şeyin boş olduğunu bile bile yaşamak çok tuhaf. neden kendimizi öldürmüyoruz anlamış değilim.
allah varsa bir an önce onunla tanışmalıyız. yoksa da zaten yoktur..
bu satırları yazarken düşündüm de; bence olmaması çok kötü :(
iyiki allah var ve yaşamak için bahanemiz oluyor.

bence yeteri kadar inançlı olsaydık intihar ederdik.
hepimiz. tek tek.
oysa inançlı değiliz ve bu yüzden intihar etmiyoruz. çünkü intihar edince yapacak bir şey kalmıyor....
ben niye böyle şeyler yazıyorum.
keşke eskisi gibi seks maceralarımı yazabilsem.
gerçi seks de yapmıyorum ki yazayım.
bıraktım o eski huyumu. o sırf kendimden kaçmak için başkasının kucağına atlamayı. iyi oldu. iyi geldi bana.
hem aids'den ölmeyeceğim de garantileşti.

artık düzenli yazmak istemiyorum. yani giriş, gelişme ve sonuçları olan yazı türlerinden gittikçe uzaklaşıp işte böyle daldan dala atlamalı kendi tarzımı oluşturacağım. belki de insanlar ilk yazmaya başladıklarında böyle yazıyorlardı ve sonra biri çıkıp "hayır böyle yazamazsınız! önce giriş, sonra gelişme ve son olarak sonuç'tan bahsetmelisiniz" diyerek herkesi hizaya getirdi.
ne saçma.

bugün küçük yavru bi kediye süt verdim. piç sütü içtikten sonra pencereden atladı gitti.

param yok diye niye üzülmüyorum.
derdim ne benim.
allahım beni niye değişik yarattın?
şu son cümleyi yazarken en büyük abim aklıma geldi. ergenliğimde, yani daha onunla yaşarken. ona göre yanlış bir şey yaptığım için bana kızdığında, tokat atmadan önce yüzüme tükürüp "ben ne yapıyım, allah seni değişik yaratmış" derdi.
sanırım ibne demek istiyordu. ya da buna benzemeyen başka bir şey. ama değişik olduğumdan emindi ve bu değişiği yaratan da allahtı.
allahım beni değişik yarattığın için sana şükürler olsun :)

02 Eylül 2019

alakasız

Oldum olası beş parayla yaşadım. Yani öyle çok ahım şahım paralı bi durumum olmadı. Beş para dediğin de zaten azcık bir şey ve işte onunla aç kalmadan, açıkta kalmadan, kimseye el açmadan yaşayıp gidersin. Hep böyle yaşadığım için de, mangırımın bile kaldığım zamanlardaki parasızlık çok koymadı bana. Daha çok ben koydum parasızlığa. KAPAK.

Para zaten gelip giden bir şey. Olduğu yerde durmuyorki. Dursa değeri olmazdı herhalde. Durmadığı için çok değerli. Bu cümleleri burda keseyim. Sıkıldım.

Son zamanlarda kendimi çok aptal bulmaya başladım. Çok düşünüp, az konuşuyor ve olabildiğince yalnız kalmaya çabalıyorum. Koca evde tek başımayım ve hiç canım sıkılmıyor.
Belkide aslında abdal olmanın koşulu önce aptal olmaktır.

01 Eylül 2019

yaş 35. işim yaş.

Artık 35 yaşımdayım ve hayatım bugüne kadar yaşadıklarımın toplamından ibaret: HİÇ.
Başardığım bir şey yok, bir ailem yok, mutlu değilim, toplumsal anlamda ön plana çıkmış veya çıkabilecek biri değilim, evim yok, arabam yok, cebinde hiç parası olmayan meteliksizin tekiyim, eğitimsizdim onu da işte bu yıl yarım yamalak bir şeylerle kapatmaya çalıştım, bi hedef koydum kendime ama ondan da bi hayr yok. Zaten ben hayrısızım, kimseye de hayrım dokunmuyor.

Yakışıklı değilim, çirkin değilim, sevgilim var ile yok arası, boyum zaten kısa. Onunla da ne bok yiyeceğimi bilmiyorum. O da benimle. Yıllar önce bulduk birbirimizi, kaybetmeye de korkuyoruz elde tutmayada. Ne olacak halimiz ikimizde bilmiyoruzzzzzz.
Türkiye'ye döndüm döneli ona yüküm, o da bana. Gerçi ben ona daha çok yüküm, ki zaten yük olacağım başka kimse de yok.
Sanki benim yük olacağım başka kimse yokta, onun başka yük olacağı kimsesi  var mı? YOK.
Hiç kimsesi yok ve işte bi ayağı çukurda annesi, onu sevmeyen bir abisi var. Birde bol gelen geçmiş yaşantısındaki travmaları. Onları da ben çekiyorum bazen. En azından hayat meşgalem oldu. Dönüp kendimi düşünecek vakit bırakmadıkları iyi oldu.
Mesela boş kaldığım bi an mı oldu, hemen kendimi, yani; nerden gelip nereye gittiğimi, daha önceki yaşadıklarımı, hayatıma girip çıkanları, hayatına girip çıktıklarımı, yanlızlığımı, yanlızlığımı ve yapayalnızlığımı düşünmeye başlıyorum. Tabii başladığım zaman hemen kafayı yiyecek gibi de oluyorum. O yüzden boş kalmamam lazım. Kendimi boş bırakmamam lazım. Çünkü kafam küçük, tek seferde yiyebilirim.
Tüm bu yazdığım saçmalıklarıma, saçmalamalarıma daha da devam etmek istemiyorum. Olabildiğince kısa kesmek lazım. HER ŞEYİ.