-->

23 Şubat 2018

niye ot içmiyon

Son bi kaç saattir fena şekilde bokum geliyor ama yine de kendimi tutup duruyorum. Çünkü dışardaki tuvaletlere sıçamamak gibi bir alışkanlığım var ve bunu aşamıyorum. Bazen aştığım olmuyor değil, ama o zaman da bulunduğum klozetin tepesini adeta peçete fabrikasının araştırma laboratuvarına dönüştürmüş oluyorum. Buna rağmen oturup sıçıyorken, her tarafın benim olmayan bok ve çişle kaplı olduğunu aklımdan çıkaramıyorum. Ki gerçekten de öyle.

Dışarda en rahat sıçtığım yerler ise cami tuvaletleri. Çünkü klozet yok ve gayet içime sinmiş bi şekilde, pantolonu indirip gönül rahatlığıyla işeyip sıçabiliyorum. Başkasının bokunun bulaşma olasılığı % 99 falan.

Şu lanet olası klozetlerin yaygınlığı yüzünden sıçmak bile büyük bi soruna dönüştü. Modern hayat insanı ayakta işemek ve klozetin tepesine çıkıp tüneyerek sıçmaya zorluyor. Eskiden insanların klozete ayak basmalarını hiç anlamazdım şimdi anlıyorum. Ama klozetin tepesine tünemek yine de çok malca.
Toplumun sıçma ile ilgili bu sorunu çözmesi lazım. Yoksa içimizde bok kalacak.

Bugün hafta sonu ve etrafta çok fazla asker var. Hepsi de kudurmuş bi şekilde, etrafta sikecek kimse var mı diye bakınarak gezinip duruyorlar. Az önce 4 asker gelip, tek oturduğum masama oturdular ve 10.000.000 tane selfie çektikten sonra da telefonlarına gömüldüler. biri gidip kendine simit alıp geldi. Hep beraber onu atıştırdılar, atıştırırken çayları geldi hüplettiler. sonra birer tane de kahve içtiler. 
bu arada; gece kulubü adıyla açılmış olan kerhanelerden, okul parasını çıkarmak için orospuluk yapan öğrencilerden, alkolden, cigaradan, memleket özlemlerinden, annelerinden babalarından, çok özledikleri arkadaşlarından, kardeşlerinden, mahallelerinden, sivil hayatlarındaki maceralardan ve diğer şeylerin hakkında konuştular. 

buraya iyice alışmışlar. artık nerede ne var, ne zaman var, nasıl var vs hepsini öğrenmişler. ama yine de yokluk çekiyorlarmış. içlerinden biri (en çok konuşan ve hepsine göre sesi daha yüksek perdeden çıkan)muhabbetlerinin orta yerinde bana dönüp "sende eğlencelik yok mu" dedi.
ne dediğini anlamadım ve bana mı dediğinden de emin olmayınca dönüp bakmadım bile. ikinci defa tekrarlayınca "pardon" deyip "yav bi şey yok mu diyorum" diye cümlesini yeniden kurdu. bende "nasıl bir şey" deyince "hap map cigara, işte anlarsın ya" dedi. ben de yok dedim ve hayret deyip arkadaşlarına döndü.

arkadaşlarına döndükten sonra, hâlâ bi tepki vermemi istiyormuşki, benim onların konuşmalarına iyice tepkisiz kalıp araya girmemem üzerine dönüp "sen kullanmıyor musun" dedi
-hayır
-niye
-bilmem. ilgimi çekmiyor
-her yerde var, herkes içiyor. bende çarşıya çıktım diye yok ama askeriyede zulam var
-iyi 
-sen de iç, bir şey olmaz
-çok zavallısın
-ne
-zavallısın
-nee
-zavallısın diyorum zavallı.
-allah allah niye zavallıyım ki.
-ee haline baksana. sanki ot bok içmek çok muhteşem ve özel bi durummuş gibi konuşmalar, sen de iç demeler. zavallılık değilde ne?
-hee
-(ben de onu taklit ederek) "heee" diye karşılık verince biraz duruldu ve bu sefer de;
-sen niye içmiyon
-haram diye içmiyom.
böyle dediğimde sustu, diğer arkadaşlarıyla konuşmaya devam etti, az sonra da kalkıp gittiler. giderken de bana ters ters baktı.

biraz daha oturdum, sonrasında kalkıp gezindim.
yazı yazmaktan nefret etmeye başladım sanırım. bu aralar hiç yazasım yok ama yapacak bir şey de olmadığı için oturup yine yazmayı tercih ediyorum. böyle garip bi saçmalık içindeyim. inşallah kafayı yememişimdir. tşk.




18 Şubat 2018

Futbol sadece futbol mu

Şu an "askeri gazino" denilen, cafe-restaurant-pastane vesaire karışımı bir yerdeyim. Türk askerlerinin işletmeciliğini yaptığı gazinoda her şey var. Ayrıca buraya ait bir marketleri de bulunmakta ve fiyatları da piyasanın çok çok altında olduğu için tüm öğrenciler ve hatta yerel halk bile buradan alışveriş yapıyor.

Ben de az önce başka bi yerden diş macunu almıştım ve buradan geçerken, aynı diş macununun fiyatına bakınca arada çok fark olduğunu gördüğüm için götürüp iade ettim ve sonrasında gelip aynı diş macununu buradan aldım. Aradaki fiyat farkıyla ise; kendimi ödüllendirmek için bi porsiyon çikolatalı pasta ve çay alıp atıştırdım.

Uzun zamandır pasta yememiştim. bunun bi nebze de olsa iyi geldiğini söyleyebilirim.
Ama tabii pastanın kalitesiz bi hamuru, işçiliği ve bol kremadan oluştuğunu, çikolatanın ise eser miktarda bulunduğunu söylemeliyim. Bu yediğim şey çok kalitesizdi ama tabii burası için iyi sayılırdı.

Hele bir de 2 yıl boyunca, haftanın 3-4 günü fazlasıyla kaliteli pasta, kurabiye ve çikolata yemiş biri olarak; bu tür ürünlerde kalitenin ne demek olduğunu gerçekten iyi biliyorum.
Burada ise anca böylesi olabilirdi ve yine eminimki; ustalar ellerinden gelenin en iyisini yapmışlardır. Çünkü sonuç olarak bu ürünler; askerlik görevini yerine getirmek için buraya gönderilmiş askerler tarafından yapılıyorlar ve askerlik yapmış biri olarak; bu tür görev yerlerindeki çoğu zaman baştan savma uğraşlara, sırf yapmış olmak için yapılmış işlere birinci gözden şahit olmuştum, şafak sayılırken, zevke hitap edilmesi için yapılan işler fazla önemsenmez. Sadece göz boyanacak şekilde hareket edilip geçilir o kadar.

Bu arada ne tuhaf değil mi? her şeyi de biliyorum. en çok ben biliyorum. ben. ben. ben.

Sanırım yaş almış olmak bunu gerektiriyor. Her şeyi bilen ve her şey hakkında konuşmak zorunda kalmışcasına, fikrini dile getirmek, susmamacasına yazıp çizmek.
Aslında bunun nedeni olarak, deneyimlerin fazlalığını görüyorum. Deneyimlerin ne kadarsa, kurduğun cümleler de o kadar fazla oluyor. Yani; çok deneyim yaşamışsan, çok konuşuyorsun. Bu da dolaylı olarak, yer yer gıcık ve geçimsiz birine dönüşmene sebep oluyor.

Aslında gıcık olmasan bile, öyle biri oluyorsun. Çünkü çok konuşmak sinir bozucu bir eylem. Kendim bile kendime çok konuştuğum zamanlarda sinir olurken, diğer insanların çok konuşan herhangi birilerine sinir olmasını daha anlaşılır ve normal buluyorum.

Birde çok konuşmamın nedenlerinden biri de; hayatın her hangi bi anını yaşarken, o an yanlış gördüğümün doğrusunu dile getirmek, yanlış olanın yanlışlığının altını çizip göstermek için harekete geçen içimdeki o kaynağı belirsiz asilik. En ufak bi haksızlık karşısında bile, içimde bi şey yükselip duruyor. Bazen onu bastırmayı başarıyor olsam bile; aslında onu bastırmamın, yaratılışıma ters bir hareket olduğunu ve sonu ne olursa olsun, doğruyu dile getirmem, yanlışı göstermem gerektiğini düşündüğüm için harekete geçiriyorum. durum böyle olunca da çok konuşan, geçimsizin teki oluyorum.
(Şu an bu konudan sıkıldım ve değiştirmek için, mekanın atmosferine geçiş yapıcam)

Karşı duvarda dev bi televizyon açık ve Fenerbahçe-Alanyaspor maçı var. Etraftan bir kaç öğrenci gelip yan masalara oturdu.
Televizyonun hemen karşısındaki rahat 2 kişilik 3 koltuğa ise asker oldukları belli 3 kişi gelip birer birer oturdular. Biri çok yaşlı, sanırım onların komutanı olsa gerek. Diğerleri daha genç ve onlarda bu komutanın postacısı veya yardımcıları gibi bir şeyler.
Dışardan maç izlemeye gelmiş bir kaç sivil koltukların boş yerine oturmak istediler ama postacılar, oturma girişiminde bulunan sivillere postayı "burası dolu" diyerek koydular.

Red edilenlerden biri 40'lı yaşlarında, beyaz, saçlarının yarısı dökük, balık etli, laz burunluydu. Gelip benim masamdaki sandalyelerden birini, olabildiği en ezik haliyle istedi ve "tabii lütfen" dediğim gibi de alıp, televizyonu rahat görebileceği kolonun yanına çekip yarı duvara yaslanır, yarı ise kıçı üzerine oturur pozisyonda yerleşti.
Diğerleri siviller de başka yerlere oturdular. Herkes artık tamamen yerini almış durumda. Maç 17 dakika önce başladı ve içerisi çoktan doldu bile.
Ortam taşak kokmaya başlamışken, iki erkek arkadaşıyla beraber genç bir kadın da geldi. Masalardan birine oturdular ve büyük bi heyecanla izliyorlar. Araya vajina kokusunun da karışması hoş oldu..

İnsanların maç heyecanlarını hiçbir zaman anlayamadım. Böyle bir uğraş içine girmeyi bile gereksiz buluyorum. Futbol, bana oldum olası gerizekalı işi gibi gelmiştir.
Çocukluğumda da futbolu hiç sevmezdim ve mahallede top peşinde koşmayı sevmediğimi herkes bilirdi. Bu yüzden de, maç yapıldığı zaman sadece oyuncuya ihtiyaçları var diye top oynardım. Onun dışında, arkadaşlarımın da beni pek oynatmaya hevesli olmadıklarını zaten söylememe gerek yok.
Daha küçük bi bebeyken bile futbolu sevmememin nedeni belkide ilerde topun kendisi olacağımdandı. Kim bilebilir ki. (ahahahaha ne güzel espri yaptım)

İçerisi tıka basa olmada bile şimdi biraz daha doldu. Herkes sivil kıyafetli olmasına rağmen, askerler; giyimleri, saç kesim stilleri, sakal traşlarıyla kendilerini çok belli ediyorlar. Kendi içlerindeyse; ast-üst ayrımını yaparak oturuyorlar. En üst rütbeliler en önde, bi alt rütbeliler bi arkada olacak şekilde dizildiler. bu o kadar doğal bi şekilde gerçekleştiki, herkes bunu damarlarında gezmekte olan kana kadar içselleştirmiş durumda. Bu durum karşısında aklıma "o zaman neden sivil giyiniyorlarki" gibi cümleler geliyor. Giysinler postallarını otursunlar oturdukları yerlere falan filan.
sıkıldım burdan.


16 Şubat 2018

Var olmaya çalışmanın dayanılmaz ağırlığı

İnsanlar dışarda kalabalık ve gürültülü bir yaşam sürmelerine rağmen, içerde çok yalnızlar. İnsanlar zavallılar. Hep karşılaşıp durduğumuz o çok güçlü, hiç yenilmeyecek gibi duran, her an her şeyle dalga geçen, lafı gediğine koyup duran, etrafından hiç kimsenin eksik olmadığı havalı popüler orospu bile yalnız. Hemde çok yalnız. Ama herkes onu sürekli kafası kalabalık ve meşgul sanıyor. Çünkü o, öyle görünmek için elinden geleni yapıyor ve emeği boşa çıkmadığı için, başarılı da oluyor.

Kimse sokakta kendine toz kondurmuyor ama evlerine girdikleri andan sonra yere yığılıp toza toprağa bulanıyorlar. Hayatlarından fırtına eksik olmuyor ama sanki fırtına nedir bilmiyor gibi davranıyorlar.
Hatta sanki, dünyaya sadece "mutlu olmak için gelmiş" gibi davranıyorlar ve görünene aldanan biz aptallar sürüsü de bunun öyle olduğuna inanmaktan geri kalmıyoruz.

bu orospuları o kadar çok kıskanıyoruzki; eğer onları bi defacık sikersek, mutluluklarının bize de bulaşacağını sanıyoruz. Onlara birazcık yakın olursak, yakınlık derecemiz kadar mutlu da olacağımızı sanıyoruz. Oysa işler böyle yürümüyor. Çünkü olmayan bir mutluluğun peşinde zamanımızı ve kendimizi heder ediyoruz. Yazık bize.

Güçsüz görünmenin bir sakıncası yok. Güçsüzüz ve güçsüzlüğümüze rağmen elimizden geleni yapıyoruz. Değerli olan budur işte. Yani güçsüz olduğunu bilmene rağmen, sıfır olduğunu kabul etmiş olmana rağmen yaşamak, var olmaya, ayakta durmaya devam etmek. Asıl güç budur.

Yardıma ihtiyacın olduğunu bilmene rağmen, kimsesiz olduğunu kimselerden saklamadan, sadece kendinle baş başa olduğunu göstererek, güçsüz bi şekilde kalabalıkların içinde öylece yürüyebilmek asıl gücün kendisidir.

Tek başına, herkessiz yaşayıp gidiyor olabilmek. Kendi kendine yetmeyi başaramıyor olarak bile yürümeye devam etmek; güç değil de nedir?
Bazen kendini aynada izlemek, kendine bakıp "var olduğun için" seni "var ettiği için" allah'a şükretmek de diğer güçlerden biri. Ya da kendi güçlerimden biri. Sahi var edilmişim, ama neden varım ki?
Uzun bi süre sonra ise; kendi varlığının, bi amacının olmadığını anlamış olmana rağmen öylesine yaşamaya devam etmek; sebepsizce nefes alıp vermek, yemek-içmek, uyumak, bu gibi ihtiyaçlardan biri olan; sevişmek. tüm bunlar var olduğunun ve hep var olacağının göstergesi.

Bu düşüncelerden sonra ihtiyaçlar üzerine düşünmek ve ihtiyaçların, aslında insanın sonsuza kadar güçsüz kalacağının, sürüp gidecek olan güçsüzlüğünün diğer bir göstergesi olduğunu da kabul etmek.
İhtiyaçlar, insanın güçsüzlüğünün göstergesi. Diğerine olan ihtiyacının en büyük göstergesi. İhtiyaç, insanın tekliğinin olmadığının, yalnız olmadığının ve olamayacağının en büyük kanıtı. Var olmasının amacı, bir diğerine ihtiyaç olmak ve birinin kendine ihtiyacı olduğunu (unutsa bile) bilmektir.

Bunu kabul etmeli ve doğru yaşamanın, güçsüz görünmekle alakası olmadığını, gücün aslında hiç kimsede var olmadığını bilmeliyiz.  Güçsüzlüğün, yaşamın içinde olan her şeye ait olduğundan haberdar değiliz. Kalkıp herkesi haberdar etmek lazım.

Ama her şeye rağmen; insanlar sokakta duygusuz birer canavar, evlerinde birer yeni doğmuş kedi yavruları gibiler.
İnsanlar ah insancıklar. Keşke kendilerini parlak janjanlı ambalajlara güzelce sarıp reyona koyabilselerdi. Böylece dünya daha güzel bir yere dönüşürdü. bundan; aynada gördüğüm kendim kadar eminim.

14 Şubat 2018

İki dünya arasında önemsiz bi yerde kalmak

Her sabah olduğu gibi bu sabah da 07:00'de uyandım. Yıllardır, bazen teklesede, vücudum bu saatte uyanmaktan hiç şaşmadı.
Kıbrıs'a geldikten sonrada durum aynı ve hatta burada, sabahları aynı saatlerde uyanmak daha düzenli bir hale geldi.
Erken uyanmaları "kendim için iyi bir şey"e dönüştürme çabası içerisindeyken, telefondan kitap, makale vs okumaya alıştım. Sanırım bu hareketim, kendime mecburi olarak kazandırdığım en güzel uğraşlardan biri oldu. Kıbrıs'a geldikten sonra da devam ettirince, bunun çok değerli bir alışkanlık olduğuna iyice inanmaya başladım ve geçen aylarda İstanbul'a gittiğimde, yanımda iPad'imi de getirip onlarca e-kitap yükledim.

iPad olmadığında ise telefondan okuyordum. Gerçi telefondan okumak yolculuk esnasında ve hareket halindeyken veya kafede bi yerde otururken iyi geliyor, ama yataktayken büyük bir ekrandan kitap okumak, telefona göre daha çok hoşuma gidiyor. Ayrıca bu tür cihazların sürekli yanı başında olması ve sürekli okuyabilme olanağı yaratabilmelerini de seviyorum. 
Örneğin gece uyku tutmadığında, yatakta kıvranıp durduğunda veya gecenin bi yarısı uyanıp da boş boş etrafa bakınırken kaçan uykunun gelmesini beklerken uzanıp bir şeyler okumaya başlamak, kaçan uykunun gelmesini de hemen sağlıyor. (tabii bazen uykunun hiç gelmediği ve bu yüzden onlarca sayfa kitabın okunması durumları da yaşanmıyor değil.)

Kitap okuma faslından sonra kalkıp tuvalete gittim. Suyun rengi sapsarıydı. Sanırım gece kalkıp işedikten sonra sifonu çekmemişim. Bu renkten, bu aralar fazla et ve et ürünleri tükettiğim sonucuna da vardım. Çünkü et tükettiğim zamanlarda çişimin rengi daha koyu bir sarıya dönüşüyor. bu düşünceden sonra ise göbeğime baktım. Evet sanırım 550gr kadar kilocuk da almışım. bunun kas'a dönüşmesi imkansızken, sadece göbekte durması kötü. Zaten göbeği kendimde değil, diğer erkeklerde seviyorum. ama tabii abartılı olan göbekleri değil, tadında olanları.

Çişimi yaptıktan sonra, sifon düğmesine bastım, kalkıp aynada kendimi izledim. Burnumun üzerinde biraz yağ tabakası oluşmuş ve sanki benek benek duruyorlar gibiydi. Bundan dolayı duşa girmeye karar verip, zaten üzerimde bir şey yokken duşa girdim.
Suyun sıcaklığı güzeldi, ama bi ara fazla sıcak tarafa verdiğimde kaynar suyun aniden bacak aramı haşlamasıyla canım yanmadı değil. Geri kaçıp suyun sıcaklığını ayarladıktan sonra tekrar altına girdim. Tüm vücudum ıslandığında yan taraftaki arap sabunuyla her tarafımı köpürterek bıcı bıcı yaptım.

Şampuan ve benzeri şeyleri kullanmayı bırakıp, sadece sabuna dönüş yaptığımdan bu yana saçlarımda kepek sorunu yok oldu. Üstelik eskisine nazaran saçlarım da vücudum gibi daha az yağlanıyor. Sabunun şifası mı, yoksa kimyasal olan her şeyi hayatımda azalttıktan sonraki yararlar mı bilmiyorum ama böylesi daha iyi oldu.

Köpüklenmişken, burnumun üstündeki benekler aklıma geldiği için lifi alıp yüzümü iyice lifledim, sonrasında köpükler kaybolmadan osbir çekip, boy abdesti aldıktan sonra da çıkıp kurulandım.
Kurulanırken "umarım lifleme işini fazla abartmamışımdır" diye düşünmeden edemedim. Çünkü  bi ara yine, fazlasıyla kirli olduğumu düşündüğüm için lifleme olayını o kadar abartmıştımki sağ şakağım ve sağ gözümle kulağımın arasındaki boşluğu soymuştum. Bi hafta veya daha fazla bir süre, soyulmuş olan yerin kabuk tutmasıyla, sanki bir yere sürtünmüş gibi etrafta gezmiş, her sorana duşta lifleme işini fazla abarttığımı açıklamak zorunda kalmıştım.

Duştan çıkıp odanın içinde dolandım, bi ara balkona çıkıp tekrar içeri girdim falan. sonra havluyu götürüp, banyo kapısına astım. bu aralar tek olduğum için odada çıplak gezmeye, uyumaya iyice alıştım. Oda arkadaşlarım geldiğinde ne yapıcam bilmiyorum.

Bazen oda temizlikçisi geldiğinde çıplak olduğumu anlıyor olsa gerekki, gülüp işini yapıp çıkıyor. İyi bir çocuk. Henüz 22'sinde. Aslen Karslı ama anne babası çok önceden buraya yerleşmiş oldukları için o burda doğup büyümüş, askerliğini burada yapmış.

Askerliği sevmiş ama öyle çok da önemsememiş. Dediğine göre, asıl askerliği Rum tarafındakiler yapıyorlarmış. Hatta öyle bi askerlik yapma kafasına sahiplermişlerki; askerlik boyunca üzerlerine zimmetlenen silahları, terhis olduklarında devlet tarafından kendilerine veriyormuş. Her asker, eve dönerken silahıyla beraber dönüyormuş. Şu an Rum tarafındaki bütün sivillerin evinde binlerce silah istiflenmiş haldeymiş.

Bunu ilk duyduğumda çok korkmuştum. Çünkü her an savaş çıkacak algısıyla diken üstünde tutulan bir topluluktan, barışa dair adım atılmasını beklemek, gökten inip ölmüş olan İsa'nın, hâlâ gökyüzünde olduğuna ve inip insanlığı kurtaracağını beklemek kadar saçma ve kesinlikle akıl dışı.
Gerçi böyle diyorum ama devletinin resmi dini hristiyanlık olan ve hristiyanlık ile yönetilen bir Yunanistan için bu zaten normal bir davranış. Bu yüzden savaş istemelerini ve halkı diken üstünde tutmaları bir nebze anlaşılabilir.

Ama yine de yazık. Rum tarafında yaşayan binlerce insan, çarpık dünya görüşlerinin devletleri sayesinde desteklenmesi yüzünden barışın ne demek olduğunu hiçbir zaman bilemeyecek.
Bu yüzden de; Türk tarafı barış yanlısı olup, barış yanlısı kalarak yaşamaya devam etse bile, Rum tarafındaki halk, devletleri tarafından pompalanmakta olan Türke Karşı Savaş algısı ve Türke Karşı Duyulan Nefret ile sarmalanmış durumdalar ve bundan şimdi kurtulsalar bile, tam anlamıyla kurtulmaları, en az 2-3 nesil daha sürecektir. Bu da 120 yıl demek olur ki, sanırım o barış ortamını görmek bana bile nasip olmayacak.
Türk tarafından ise böyle bir durum söz konusu değil. Çünkü türk tarafında, silahları sadece askerler bulundurup, askerlikleri bittiğinde de birliklerine teslim edip terhis oluyorlar ve hayatlarında bir daha silah görmeleri imkânsız hâle geliyor. Tabii yasal olarak yerine getirdikleri şartlarla beraber yine silah sahibi olabilirlerki, bu şartlar zaten dünyanın her yerindeki geçerli.
Rum tarafında ise (yukarıda da dediğim gibi ) bu kadar yumuşak değil. Bu yüzden de onlardan yana Türk tarafına bir barış dalı uzatılacağını hiç sanmıyorum.

Rum tarafında birikmiş olan nefret çok fazla ve bununla ilgili bazı ufak tefek şeylerde yaşanılmıyor değil. Örneğin Türk tarafından, Rum tarafına araçlarıyla geçiş yapan Kıbrıslı Türkler'e Rumlar sürekli sıkıntı çıkarıyor, burdan arabalarıyla oraya gezmeye gidenlerin araçları, dönüşte boydan boya çizilmiş halde oluyormuş.
Polise falan söyleyen oluyormuş ama polislerin bu araç çizilmelerini taktığı söylenemezmiş. Hatta ilgilenmiyorlarmış bile. O yüzden güzelim türk plakalı araçlar çizildikleriyle, sahipleri de sinirlendikleriyle kalıyorlarmış. Bir daha geçişlerinde ise, araçsız bir şekilde gidip gelmekle yetiniyorlarmış. Sadece araçların çizilmelerine bile bakarak; bunun gerçek anlamda bir nefret olduğunu söyleyebiliriz. en basit haliyle nefret budur. 

Odamı temizleyen işçi henüz hiç Rum tarafına gitmemiş. Sadece hayatını kazanacak kadar para kazanıp onu harcıyormuş. Zaten "gidip ne yapcam ki" diyor. Ona göre her yer aynıymış. Burda olan orda, orda olan burda da varmış. O yüzden gitmeye gerek yokmuş.

Buradaki temizlik işine ilk başladığı zamanlar çok fazla muhabbet etmeye hevesli gibiydi ve odamıza girdiğinde bir şeyler söylüyor, konuşmaya çabalıyor gibiydi. Ben de o aralar, onu biraz çekici mi buluyordum yoksa, aslında o günlerden birince odaya girdiği zaman, pantolonunu zorlayan sikini kalkık gördüğüm için mi çekici bulmuştum bilmiyorum.
Çünkü siki pantolonunun altından fazlasıyla sert bi şekilde duruyordu ve odaya şöyle bi bakıp çıkacakken, benim onun sikine baktığımı fark edince, hemen arkasını dönüp çımıştı. 

Sonraki günlerde herkes gidip ben odada tek kaldığımda, muhabbetimiz başladı ve bazen işte neler yaptığından, yaptığımızdan falan konuşuyorduk. Aradan bi kaç gün geçtiğinde, yaptığımın (yani ona fazla ilgi göstermemin ve sürekli konuşturmamın) yanlış olduğunu düşünerek; ilgilenmekten, sorduğu soruları detaylı cevaplamaktan vaz geçtim ve kısa kısa cevaplamaya başladım.
bi kaç gün sonra o da bunu fark etmiş olsa gerekki, artık fazla soru sormamaya, sadece işini yapıp çıkmaya başladı.
Bugünlerde sadece selamlaşıyoruz o kadar. Sanırım bu kadarı herkese yeter.
Zaten herkesle yatmaya ve herkesin tadına bakmaya gerek yok.
Bazen kendini frenlemek lazım. Bu aralar, kendim için bunu yapmaya çalışıyorum.

Kıbrıs bu anlamda benim için iyi bir yer oldu.
Buranın beni sakinleştirdiğini ve bir çok konuda kendime doğru dönmemi daha kolay bi şekilde sağladığını söyleyebilirim. Ya da içinde bulunduğum şartların ve olayların; görünmeyen veya denemediğim yönlerini değerlendirmeye çalışmanın, bu sakinlikteyken daha kolay, daha doğru olduğunu ve böylece farklı deneyimler edinebileceğim fikrini sevdiğim için bunu yapıyor olabilirim. Ama her halükârda sak,nlik içerisinde olmanın, kendimi görmeye daha çok yaradığını söyleyebilirim.
Bu iyi bir şey ve bunun farklı olumlu yönlerini zamanla daha iyi görebileceğime inanıyorum.

Bu arada kurulanmaya devam ediyorum. Son zamanlarda her duştan sonra iyice kurulanmadığım için bacak aramda ve kaba etlerimin arasında kaşıntılar arttı. Daha önce bu kaşıntıların aynısı askerdeyken de ortaya çıktığı için doktora gitmiştim. Doktor kaba etlerimin arasındaki kabartılara bakıp, krem vermiş sonrasında da "duştan sonra veya tuvaletten sonra buralarını iyice kurula, ıslak bırakırsan mantar olur, her tarafına bulaşır" gibilerinden cümleler kurmuştu. Dediği gibi yapıp kremi de düzenli kullanınca kaşıntı ve kabartılar geçmişti. Şimdi unutmuşken, kaşıntıyla beraber tekrar anımsadım ve bundan sonra eski "iyice" kurulama işlemlerine başlamış bulunmaktayım.

Ayrıca bok'umu yaptıktan sonraki kıç yıkama işini de çok fazla abartmamalıyım. Çünkü bazen sıçtıktan sonra nerdeyse pantolonumu çıkarıp bel altımı komple yıkayasım geliyor ve bu esnada kabaetlerimin hepsini ıslatmış oluyorum. Kurulama işlemini de tam yapmayınca işte böyle sorunlar ortaya çıkıyor. Bu bok mevzusundan kurtulmak istiyorum.

İyice kurulandıktan sonra odanın içinde dönüp dururken, klimayı kapatıp yatağa girdim. yorganın altında oyalanırken yine kitap okumaya başladım ve temizlikçi geldi. Selamlaştıktan sonra işini yapıp gitti. Yapmakta olduğum okuma işinden sonra kalkıp giyindim, sonrasında yemekhaneye indim.

Yemekhanedeki kasiyer kız değişmiş. Yerine; aptal görünümlü, kulakları kurt kulağı gibi keskin ve uzun, gözleri gıcık bir mavi renkte olan, beyaz tenli ve burnu normalden büyük ve uzun olan bi kız gelmiş. 
Kahvaltılık aldığım sırada, diğer kadın ona işlemi nasıl yapacağını anlatıyordu. Kasaya gittiğimde; konuşmasından, hareketlerinden, bakışlarından ve mimiklerinden, aslında göründüğünden daha da salak olduğunu düşünmeden edemedim.
Ona bir şeyler anlatan kadınla başbaşa kaldığımızda "bence bu sizin işleri becerebilecek gibi durmuyor" dedim. O da karşılık olarak "yapar yapar" dedi. Gülüştük.

Aldıklarımı yedikten sonra odama çıktım. Balkonda, şehirlerarası yoldan geçmekte olan arabaları izlemekten sıkılınca, geçenlerde aldığım puroyu getirip yakıp içmeye çalıştım ama şu kahrolasıca sigara içme işine bile alışamamışken, puro içmeyi hiç beceremedim.

Puro'yu elimde evirip çevirirken onu bir yarrağa benzetmeden edemedim. Acaba insan farkında olmadan, oral dönemine takılıp kaldığı için mi ilerde sigara tiryakisi falan oluyor. böyle bir şey var mı? Fallik objeler dört bir yanımızı sarmışken, kim bilir bilim dünyası bu konuda ne diyordur. 

Puro'dan sıkıldığım için, dün gece içip kenara bıraktığım boş soda şişesine attım. Şişeyi de götürüp banyodaki çöp kovasına attım. Dışarı çıkmak için montumu ve ayakkabılarımı giyinip çıktım. 
15-20 dakikalık yürüyüşten sonra, kafelerden birinin bahçesindeki kocaman masalardan birine oturup internete bağlandım. twitter'da yine savaş vardı. savaş isteyenler, istemeyenler ve istemekle istememek arasında kalanların konuşmalarına göz attım. kimse yaşamın değeri üzerine konuşmuyor yazmıyordu. herkes haklılığını ortaya koymaya, diğerlerinin haksız olduğunun altını çizerek yineleyip duruyorlardı. savaşların çoğu, zaten birinin kendisini haklı bulması yüzünden çıkan bir şey değil miydi?

Bence bir konu üzerine konuşurken, sadece düşüncelerimizi dile getirip susmalıyız. Kimseyi; düşüncelerimize inanması için zorlamada bulunmamalı, onu kendimiz gibi düşünmeyi dayatmamalıyız. Çünkü, haklının kim olduğunu sadece zaman biliyor. Geri kalanlarımız ise diğerleri için sadece mutsuzluk kaynağı oluyoruz.

Bu arada yaşlı kadın garson, çay servisi yaptı. Bu kafeyi kocası ve kızıyla beraber işletiyorlar. Karı ve kocası, birbirine o kadar benziyorlarki; ikisini gören için, bu çiftin birbirlerine göre yaratıldıklarını aklından geçirmek normal bir düşünce olur. Kadının dişlerinin arası, bir diş büyüklüğünün yarısı kadar açık, memeleri iyice sarkık, göbekli, yanakları kızarık, gözleri küçük, beyaz tenli, saçlarının tepesi açılmış.
Kocasının burnu öne doğru eğik ve uzun, esmer tenli, iri yarı göbekli, köse, kafasının yarısında saçı yok.
Kızları ise ikisinin aksine (belki de ikisinin çirkinliğinden dolayı) göze gayet güzel geliyor. Kumral, gözleri kahverengi, dişleri biraz sarıya çalsada temiz ve tek tek dizili, boyu 160 civarında falan. Üçü beraber burayı işleterek geçiniyorlar.

Az sonra masamın diğer ucuna; biri uzun saçlı, biri kısa ama tamamen beyaz saçlı, iri çirkin burunlu, biri de ikisinin orta yaşında olan 3 yaşlı adam gelip oturdular.
İlk oturuşlarında konuşmalarına dikkat etmedim. Ne konuşuyor olduklarını bilmiyorum. Ama sonra twitter'dan sıkılıp, hâlâ twitter'daymış gibi yaparak, yaşlıların konuşmalarına kulak kabartınca biraz garip oldum.
İri burunlu olan yaşlı "onu bi siktim var ya, oyyy bacakları çok güzeldi. akşam yine gideyim, zaten 100 lira alıyor. Hiç birşe. 100 lira ne ki? Kurban olsun ona.
Uzun saçlı yaşlı: yok ya, çok var artık. her yerde bulursun. boşuna 100 lira verme. geçenlerde şeygiller diğer tarafa gitmişlerdi, 50 liraya sikip geldiler.
Onların orta yaşlarında olan yaşlı: he ya artık çok var. hatırlıyorsun eskiden o şeyin ordaki çingeneleri sikmeye giderdik
İri burunlu olan yaşlı: he ya. ama onlar pisti. bi gün hiç unutmam kızını içerde uyuttu geldi 3 defa sikiştik. ıhh ıhhh yavaş diyordu. daha ben girecek yer bulmuşum yavaşlar mıyım heç?
birde başka bi dane daha vardı, o şeyin orda. neydi o yav? hani kızı özürlüydü. bi gün gittim, dedi "kanamam var, sikeceksek aha şunu sik" dedim tamam. siktim. sonra diğer gidişlerimde de ikisini de sikiyodum. uff kızın amı çok sıcaktı.
ama iyiki de kurtulduk onlardan, şimdi öğrenciler var, 100-150 liraya veriyorlar. 1 saat falan yetiyor."

onların bu bitmez konuşmalarını biraz daha dinledim. kimi nasıl siktiklerini, nasıl sikmeyi sevdiklerini, nasıl sikiştiklerini dinledim. anlattıkça anlattılar. bitmek bilmez bi şekilde anlatmaya devam ettiler. muhabbetlerinin hiç bitmeyeceğini düşündüğüm için ordan kalkıp, amaçsızca 1 saat kadar yürüdüm. çişim geldi, bi mekanın tuvaletine gidip işedim. çıkıp 1 saat kadar daha yürüdüm. sonra yurt odama döndüm. soyunup yatağa uzandım. bilmem ne kadar süre boş boş tavana bakınır bi halde öylece kaldım.


12 Şubat 2018

bu aralar yapacak hiçbir şey olmadığı için kendimi mecburen kitap okumaya verdim. sabah akşam kitap okuyorum. uyumadan önce ve uyanıp yataktan çıkmadan önce de kitap okuyorum. bu kadar çok okumanın yararları hemen ortaya çıkmaz. genelde kendisine ihtiyaç duyulan an'a kadar, hafızanın bi köşesinde atıl bi şekilde öylece durur. bu süre bazen 1-2 ay olur, bazen 1-2 yıl. Yani belli olmaz. ve sanırım daha çok, ne kadar sosyal biri olduğunuza göre değişebiliyor. En azından kendi üzerimdeki gözlemler böyle. Örneklemem gerekirse;

Mesela geçen ay kütüphanede Kıbrıs tarihiyle ilgili bi kitap okumuştum. Kitabı da yine sırf can sıkıntısından dolayı okumaya başlamıştım ve doğrusu o arada bir arkadaşı bekliyordum. Beklerken kafeye gidip laflamak yerine, oturup en yakınımdaki rafta bulunan kitaplardan biriyle vakit geçirmeyi tercih etmiştim ve o rafta ise meğer Kıbrıs üzerine yazılmış kitaplardan başka hiçbir şey yokmuş. Bende yerimden kalkmaya üşenip diğer raflardan başka bi kitap almak yerine, önümdeki raftan alıp okumaya başlamış, Kıbrıs ve Kıbrıs'ın geçmişiyle ilgili az çok bilgi edinmiştim.

Dün yurtta canım sıkılıp da kendimi dışarı attığımda, otostop çekmeye karar verdim ve 10-15 dakika sonra yaşlı bi amcanın kullandığı araç durdu. Şans eseri gideceğim yere gidiyormuş ve işte binmiştim.
bi kaç dakika hiç konuşmadık. Kendimi borçlu hissettiğim için, arada sizde şurda mı yaşıyorsunuz gibisinden muhabbetler açıyordum. bir iki deneme sonrasında, belki adamın canının sıkkın olduğunu, belki konuşmak istemediğini falan düşünerek sustum 10 dakikda kadar bir sessizlik eşliğinde yolu almaya devam ettik.

bu süre ona da tuhaf gelmiş olsa gerekki, bu sefer o bir kaç sohbet konusu açtı; nerdensin, ne okuyorsun gibi konulardı bunlar.
Benim cevaplarım sonrasında o da sanki ben soruyormuşum gibi, kendisinin bana yönelttiği soruların cevaplarını vererek muhabbeti devam ettirdi.
Sonra ne olduysa oldu ve konuyu siyasi meseleler getirdi. İşte geçenlerde taşlanan "afrika gazetesi" konusundan girip bi yerlerden çıktı.

 veya okunmuş olan konuyla ilgili bir
sabah uyandığımda Albert Camus'ün Yabancı'sını okudum. Kitap öyle bi sardıkıki ve zaten az bir sayfa sayısı olunca da bitirmeden kalkmak istemedim. Bitirince kalkıp duş aldım ve saat 11:00'e doğru geliyordu. Sonrasında havluyla biraz oyalandıktan sonra yatağa girip uzandım ve iPad'de kelimelik oyununu oynadıktan sonra sıkılınca

11 Şubat 2018

bi bardak su

Sanırım henüz ilkokul 3 veya 4'e gidiyorum. Öğlen arası olduğu için sınıf arkadaşımla evlerimize gidip bir şeyler yedikten sonra tekrar okula dönücez.
Onunla aynı gecekondu mahallesinde oturuyoruz. Evlerimiz de birbirine sadece bir kaç gecekondu uzaklığında. Herkesin evinin küçük bi bahçesi var.  Onların bahçesi bizimkinden bi kaç adım daha büyük ve bahçelerinde, geceleri dadandığımız 5-6 tane meyve ağaçları var. Çocukluğumun en güzel erikleri, elmaları ve dutları; sanırım onların bahçesinden çalıp yediklerimden oluşuyor. O tatlı ile ekşi arasındaki belirsiz tattaki erikler hala aklımdadır. Öyleki, o güzel eriklerin tadını, ölünceye kadar hatırlayacağımı düşünüyorum.

Mahallenin çoğunluğu fakir. Bu yüzden kendimize göre zenginlik kriterlerimiz oluşmuş ve kaynağını da bilmiyoruz. Belki bi ihtimal, bizde olmayanı başkasında görünce onların zengin olduğunu düşündüğümüzdendir. Oysa yokluk fakirlik değildi; bunu anlamak, uzun süren bir hayat macerasına dönüştü. Çok sonra ve zorla anladım.

Onların televizyonu var ve bu yüzden onları zengin olarak görüyorum. Sadece ben değil, hatırladığım kadarıyla yetişkinler de öyle görüyordu. Evinde televizyon olanları zengin olarak etiketleyip, onları başımızın üzerinde tutmaktan hiç geri kalmıyorduk. Yani onların, televizyonlarıyla beraber başımızın üstünde yerleri vardı.

Babasının küçük bir tuhafiye dükkanı var ve her 24 Kasım'da öğretmene hediye olarak ince ten rengi (öğretmen tarzı denilirdi) çorap ve bunlar gibi şeyler gönderirdi.
Anlatacağım konunun babasıyla alakası yok, televizyonla veya meyve ağaçlarıyla da alakası yok. Şimdiye kadar yazdıklarımdan hiçbiriyle alakası yok. Ama nedense konu hep başka şeylere kayıyor.

"Alakası yok" diyerek biraz da olsa kayılmayı önlemişken, tekrar okuldan eve geliş anına dönmem gerekirse; yol boyunca koşturuyoruz, yer yer aptalca şeylere, karnımız ağrıyıncaya kadar gülüyor, bazen küçük bir teneke kutusuyla maç yaparak mahalleye doğru yol alıyoruz. İkimiz de nefes nefese kalmışız. Her tarafımızdan ter atıyor. Fena da susamıştık.

Mahallenin biraz dışında, onun amcasının evi var ve yol güzergahımızda olduğu için, o bi anda kapıyı çalıp, dışarı çıkan genç kadından bi bardak su istiyor. Kadın 18 yaşlarında, evin en büyüğü. Ondan küçük 2 kız kardeşi ve 1 erkek kardeşi daha var. Kız kardeşlerden birinin vücudu ve yüzü, birbirinden farklı irili ufaklı bir çok yarayla kaplıydı. Aynı mahallede olduğumuz için bazen onunla karşılaşırdık ve her karşılaşmamızda, elimde olmadan öylece durup ona uzun uzun bakardım. 

Diğer kız kardeşi ise sanırım spastik idi ve o yüzden çoğunlukla onu; evin balkonunda oturtarak çevreyi izletir, bazen de iki kişi kollarına girerek mahallede gezdirirlerdi. Konuşması da yok denecek kadar azdı. 
Hatta şu an düşünüyorum da, sanki konuşamıyor da, sadece garip sesler çıkartıyordu gibi anımsıyorum. ama emin değilim.

Genç kadının erkek kardeşi de rahatsızdı. Ve ablasının kötü durumuna oranla biraz daha iyiydi. En azından yalpayalayarak da olsa kendi kendine yürüyebiliyor, çok olmasa bile bazen bizimle rahatça konuşabiliyor, hatta okula da gidip geliyordu. Derslerinin, doğal durumundan dolayı iyi olduğu söylenmiyordu ama yine de şükür derlerdi. Şükür ederdik. 

İşte kısaca böyle bir aileydiler ve biz de okuldan çıktığımızdan bu yana koşturduğumuz için arkadaşım susamış ve çat diye kapıyı çalıp, dışarı çıkan kadından bi bardak su istemişti. 
Kadın suyu getirip vermiş, oda kana kana içmiş ve işte arada da laflıyorlardı. Bi ara konuşmalarının bitişinden faydalanarak, utangaçlığımı alt edip, ihtiyacım olduğunu ve bi bardak su istemenin çok önemli olmadığını düşünerek genç kadına en masum halimle bakarak "hele bana da bi bardak su ver" dedim. 

Sanırım o an gerçekten canım fena şekilde su istiyordu. Ki zaten okuldan koştura koştura gelmiştik ve arkadaşımda böyle iştahlı bi şekilde içince, bende cesaretimi toplayıp istemiştim. Hem bi bardak su istemenin nesi yanlış olabilirdi ki? veya neden istenmesindi ki?

Ama işte meğer öyle değilmiş. Benim, kadına "hele bana da bi bardak su ver" cümlem bittiği an da, genç kadın bana dönüp "sana su yok. hadi git burdan" dedi.

onun bu cevabıyla o an küçücük yaşıma rağmen öyle bi dondum ki; bu donuş, gerçek dünyada en fazla 1 saniye sürmüş olsa bile, o an bana öylesine ağır geçen saatler gibi geldi ki anlatamam. sanki zaman durmuş ve ben saatlerdir hissiz bi şekilde öylece kalmışım gibi bir ağırlık çökmüştü üstüme. 

"sana su yok. hadi git burdan" cevabının üzerinden 23 yıl geçmiş olsa bile, hâlâ da o an'ı anımsarım ve genç kadının, neden beni bu kadar kötü hissettirdiğini anlamak için çaba gösteririm. 
yani insan bi bardak suyu neden vermesindi ki, bi bardak su vermenin nesi vardı? çok mu zor bi iş, çok mu uğraştıracak bir şey istemiştim. altı üstü bir bardak suydu. üstelik mutfak en fazla 3-5 metre ötedeydi. hani kuyudan çıkarmayacak, sadece mutfaktaki sürahiden bardağa doldurup getirecekti. yani az önce yaptığından hiçbir farkı yoktu. olmayacaktı da. o ise su alıp getirmek yerine "sana su yok. hadi git burdan" demişti ve ben de 1 saniyelik donuştan sonra "işte bu yüzden bu haldesiniz. allah sizin eve bu yüzden böyle hastalıklar veriyor" deyiverdim. 

o an o cümleyi nasıl kurdum, neden öyle dedim hiçbir fikrim yok, ama işte onun bana "sana su yok" demesiyle bir anda ağzımdan çıkıverdi ve benim cümlemden sonra, kadın "ah vah ederek" çığlık çığlığa mutfağa koştu.
o gelinceye kadar da ben kalkıp mahalleye doğru yürüdüm ve biraz sonrada elinde bi bardak suyla yetişip, suyu zorla bana içirmeye çalıştı. tabii inadım inat, götüm o yaşta da iki kanat olduğu için suyu içmedim. mahallede onun yalvarışlarıyla beraber gezindik ve sonra ben eve gidip yemek yiyip okula döndüm. akşam eve geldiğimde bizim balkondaydı ve benden özür dileyip "hakkını helal et" diyordu.
olayı ablamlara falan da anlatmıştı ve onlarda "niye öyle dedin, öyle laf denilir mi?" gibisinden bi güzel azarladıktan sonra günü bitirmiş olduk.

o çocuk halimle hakkımı helal ettim mi bilmiyorum ama herhalde etmemiştim. çünkü aklımda helalliğe dari net bir hatıra yok. aklımdakiler; sadece kadının bana su vermemesi, benim ona o cevabı yapıştırmam ve sonrasındaki koşuşturma ve ablamlarla olan konuşmalardan ibaret. varsa tabiki hakkımı helal ediyorum. ama sanırım bunu söylemek için geç kaldım, çünkü o iki kardeş geçen yıllarda öldüler. ikisi de yatalak olmuşlardı ve sadece sıvı gıda ile beslenebiliyorlardı. ailece hastanelerde süründükleri yıllardan sonra ölümleri, belki de bi kurtuluş oldu. bilmiyorum. allah yerlerini cennet etsin.

(not: hastalıklarının tabiki benimle alakası yoktu. ama yıllardır aklımdan çıkmıyorlardı. hatta geçen yıl aynı çocukluk arkadaşımla buluştuğumuzda, bunu ona da anlatmıştım. tebessüm etmişti.
umarım artık sırf yazmış olduğum için olsa bile; unuturum.)

04 Şubat 2018

kitap kurdu

Etraf çok sessiz. Bazen nadir de olsa; koridorda, yere sağlam basan birilerinin ayak sesleri yankılanıyor o kadar. Bir de şehirler arası yoldan geçen araçların vın'lamaları.
Onlarca öğrenci sınavları bittiği için memleketlerine döndü. Benim olduğum katta ise 3 kişi kaldık. 1 haftadır odamda ise yalnızım.

İçerisi sıcak, klima 26 dereceye ayarlı ve odaya girdiğim gibi sadece açma tuşuna basıyorum, 30 dakika sonra oda çırılçıplak kalınacak kadar ısınmış oluyor.
Her gece, daha önce beraber olduğum hoş erkeklerden biriyle yakınlaştığımızı düşünerek mastürbasyon yapıp boşalıyorum.
Boşaldıktan sonra kendimi, anlamsız ve gereksiz bir eylemde bulunmuş olduğum için aptal gibi hissediyorum.

Eskiden mastürbasyon yapmaktan zevk alırdım, şimdi ise alışkanlığa dönüşmüş bir hareketten öteye geçmiyor. Üstelik sikimi ellerimin arasında fazla sıktığımı ve bir an önce boşalmak için fazla gelgit yapmış olduğumu da boşaldıktan sonra, sikimin şişmesinden anlıyorum.
Bununla beraber, zaman geçtikte sikimin kalkışının zorlaştığını da söyleyebilirim. Artık eskisi gibi kolay bir şekilde erekte olmuyor veya olduğunda ise hemen geçiyor. Bunu, bir performans düşüklüğü sorunu olarak adlandırabiliriz. Çünkü doğal bir uyaranla değil, yapay bir uyaranla erekte edilip boşaltılması onu yoruyor ve zamanla doğallık hissini kaybettiği için, daha sert bi uyaran baskısına ihtiyaç duyuyor. bu gittikçe daha fazla uyaran vermeme neden olacak.
Doğallığın kayboluşu böyle oluyor ve hayatın her alanındaki doğallığın kayboluşu bundan farksız değil.

Geçen aydan bu yana, oda da yalnız kalacağımı biliyordum. Sınavlar bittiğinde yanılmadım ve herkes gitti. Ben de son bi haftadır okuma listemde bulunan yeni onlarca e-kitap'ı indirip telefonuma yükledim. Bu sayede geceleri bir kitap kurduna dönüşüyorum.

Telefon sürekli yanımda olduğu için bazen her şeyden bunaldığımda veya bir yerden bir yere giderken otobüste de kitap okuyorum. Zaten hattımı da ona ödeyecek bir bütçem, beni arayacak kimsem olmadığı için bir kaç aydır tamamen dondurdum. Böylece telefon mecburen bir; e-kitap okuyucuya dönüştü. Okumak insanın, zamanını çalan en değerli uğraş.

İki Şehrin Hikayesi, Puslu Kıtalar Atlası, Damızlık Kızın Öyküsü, Yeraltından Notlar, Aklında Bir Sayı Tut (okuduğum en gereksiz kitap bu oldu), Cinsel Aşkın Metafiziği, Tezer Özlü'nün okuyup yarım bıraktığım bir kaç kitabı (nedense dilini sevmedim, bencil bir dili, fazla süslemeye çalışmış gibi duran cümlecikleri, tarzının yapaylığı beni onu okumaktan soğuttu), Nietzsche Ağladığında, Robinson Crusoe, Venedik Taciri, Bulantı okuduklarımdan bazıları oldu.
umarım şu mecburi sessizliğin içinde diğer onlarca kitabı da okuyup bitirmiş olurum.
Bazen bu durumu çok da iplemiyor olsamda ve hatta yanlızlığımı bazen kendim inşa etmiş olsam bile, aslında çoğunlukla içine itilmiş bi yalnızlıkla boğuştuğumu da düşünmüyor değilim.
İnşa ettiğim yalnızlığın da; inşa etmek zorunda kaldığım bir yalnızlık olduğunu da düşünüyorum.
Çünkü insanlar sizi kendilerinden görmek için, öncelikle sizin onlara benzemenizi, onlardan yana olmanızı, onlar gibi yaşamanızı isterler. Yani insanlar sizin aklınızı bir kenara atmanızı ve akıl olarak onları rehber edinmenizi isterler.
Ama tüm bu saçma sapan gelişen ve gelişmekte olan her şeye rağmen, insanlara kızmıyorum. Onlara sadece gülüp geçiyorum. Çünkü insan olmanın gerekliliğini yerine getiriyorlar ve bu gerekliliği yerine getirmeleri, onların özgür iradelerinden kaynaklandığı müddetçe de kızmamaya devam edeceğim. Bu halleri, bugün değil ama belki onlarca yıl sonra anlaşılacak olan çok değerli bi davranış.
Sanırım en çok sıkıldığım günler; 2010 yılının akşamlarıydı. Yani tek eğlencemin, iş çıkışı Beyoğlu sokaklarında gezerek akşamı etmek ve iyice yorulduktan sonra Tarlabaşı'ndaki evime dönüp porno izleyerek uyuyakalmak, uyuya kalmaz isem de, barlarda vakit geçirip yeni insanlarla tanıştığım gecelerin karanlığıydı.

Her şeyden değil ama yine de fena şekilde sıkılıyordum. Sıkılmışlığımın ardından ise, bu farkındalığı yok etmek için koşarcasına, önüme çıkan ilk olayı gelişi güzel yaşamaya başlıyordum.
Öylesine bir yaşamak ki, bazen ne yaptığımın farkına bile varmıyordum. Sadece yaşıyordum. Çünkü 2010 yılındaydım ve evden, bu sefer 25 yaşına basmış olarak ikinci seferdir ayrılmış, bunun sonucunda ise tekrar var olduğumu hissetmeye başlamıştım.

Bu ayrılışla, şimdiye kadarki o silik kişiliğimin, silinmesine izin verdiğim kişiliğimin aslında henüz tam olarak silinmediğini, içinde bir yerlerde kendime ait bir şeylerin var olduğunu hissetmiştim. Ben vardım, orda öylece sessiz yaşayan ve yaşayacak biri değildim.
Ben, kendini normal bi hayata adayan ve bu adayışı sonrasında, fark etmeden yok olup gitmeye yüz tutan ben; 2010 yılının başlangıcında gün yüzüne çıkıp olmuşları, olmakta olanları ve olacakları görmeliydim.

Göreceklerimin önemli veya önemsiz olması bir şey ifade etmiyordu. İfadesi olan şey "benim" görmeyi tercih etmemdi. Görmeyi tercih etmek, kendini var etmeye başlamanın ilk adımıydı. Artık biliyordum ve önemsiz de olsa bir şeyleri, var olduğumu hissederek yaşamalıydım.
Öyle bir varlığını hissetme hali ki, aslında yokluğa doğru giden bir varlığın içinde debelenip, içten içe; dünyamın ne kadarını yaşarsam, o kadar varlık kazanacağımı da biliyordum.

Zaten bu blogu da o zaman tutmaya başladım ve işte şimdi dönüp yazılarıma baktığımda gördüğüm şey de bu; hep bir koşuşturma, hep bir koşma hali. Sanki durup nefes bile almamalıymışım gibi bir his, bir hava, kime olduğu bilinmeyen bir meydan okuma.

Kime meydan okuyordum veya aslında bir meydan okuma yoktu da, içimdeki varoş pezevengi serbest mi bırakmıştım neydi o öyle. Sahi, neydi o öyle.
Bilmiyorum. Aslında canım sıkılıyor gibi de değildi, sadece işte durmadan koşmalıymışm gibi.
Arkama bakmamalıymışım gibi adsız bi şey.
Hep koşmalı ve çatlayınca ölmüş olduğum için mecburen durmalıymışım gibi günler yaşamışım. belki de yaşamam gerekmiş. öyle inanıp yaşamaya başlamışım feşmekan.

Açıkçası o günlerde psikolojik bi rahatsızlığım da var mıydı bilmiyorum ve vardıysa da zamanla, adını bile koydurtmadan kendi kendime yok ettim gitti her halde. Çünkü şimdi dönüp o günkü kendime bakıyordum da bir tuhaflık vardı, bir şeyler tersti, bir şeyler olması gerektiği gibi değildi ve ben bunu görmek istemiyordum. görsem bile ne olduğunu bilemeyecek kadar dalgın ve hızlanmıştım. bu yüzden koşuyor koşuyor koşuyor koşuyordum. Hemde hiç durmamacasına koşuyordum. Bu çok can sıkıcı bir durumdu ama tüm can sıkıntıma rağmen yerimde duramıyorum. durup kendime bakamıyordum.

Bilirsiniz işte, bazen insan çaresizliğini bile birilerine anlatamadığı ve yaralarına sürecek merhem bile bulamadığı, yarayı saklamaktan başka bir uğraşının olmadığı zamanlardan geçiyor.
O günlerde, öyle uzun bir zaman saklama ve saklanma işini yaptım ki, artık bunu bir alışkanlık olmaktan bile çıkarıp bir yaşam şekline dönüştürmüştüm.
Bedensel varlığın, yani sadece görünür olmanın, bir boka yaramadığını şimdi geriye dönüp bakınca daha iyi anlıyorum. Ama açıkçası, o günlerde görünürlülük üzerinden kendimi saklama çabalarımda başarılı olduğumu daha iyi fark ediyorum.

En küçük şeylerde bile kırılıyor, kırıldığımı fark ettiğim anda ise düşen parçalarımı hemencecik halının altına süpürerek saklıyordum.
Çünkü güçsüz görünmek, birinin daha sizi kırması için bir fırsattı. İnsanlar sizin sağlam kalan yanlarınıza saldırırdı. yorgundum ve kendimi, biriyle daha mücadele etmeye hiç hazır hissetmiyordum.

Çok yorgundum. Sevdiğim kimse yoktu hayatımda. Beni seven de yoktu. Dayanacağım hiçbir şey yoktu ve ben de gecelik seksler yaparak ayakta kalıyordum. Bunu o kadar sık yaptımki, 2011'in sonlarında seks bağımlılığına dönüştürmüştüm. Yaptığımın yanlış olduğunu fark etmek zamanımı aldı. Evden kovulmak, evden dışarı atılmak, tüm herkesle

03 Şubat 2018

ıkınmak

8 Ocak 2017

-abi nerdesin?
-sınavım var. şimdi anfiye girdim kardeşim
-tamam. başarılar.


9 Ocak 2017

-abi nerdesin?
-yurttayım
(diye yanıtladım ama bu konuşmanın devamı gelmedi. belliydi bir şeyler konuşmak istiyordu, bi derdi vardı ama ne olduğunu bilmiyordum. bu yüzden ertesi gün okula gittiğimde bu sefer ilk olarak ben yazdım)


10 Ocak 2017

-okula geldin mi?
-geldim
-11:00'de sınavım var, ondan sonra bi oturalım
(oturup konuşacaktık ama sınavdan sonra kütüphane de karşılaştığımızda sadece selam verip yanımdan geçti gitti. bi anlam veremedim ama sınav haftasından dolayı da normal geldi. çünkü bu yoğunluk içerisinde, insanların birbirine trip atmaya zamanı olduğunu düşünmedim. ayrıca iyi bir çocuktu, sınav haftasında öyle trip mriple uğraşacak biri de değildi. efendi, kendi halinde ve sürekli derslerine çalışanlardandı.
bizim sınıfta okumakta olan engelli bi çocuğun kuzeniydi. biz de onun aracılığıyla tanışmıştık. arada bazen oturup muhabbet ediyor, sağdan soldan konularla günlük konuşmalar gerçekleştiriyorduk. bir de engelli kuzenine ders çalıştırması, onu okula iyice adapte etmesi için bazen dürtüyordum. çünkü engelli kuzen, küçük bir kasabada doğmuştu ve hep orada yaşadığı için dünya görüşü, hayata bakışı falan pek gelişmemişti. liseyi, orta okulu falan da, küçük bi yerde yaşamanın verdiği tanışıklıktan dolayı öğretmenleri, mecburi olarak geçirmişlerdi.
buraya da ite kaka anca gelmişti ve işte parasıyla da olsa bi şekilde okumaya çalışıyordu. amacı en azından şu okulu bitirip, sonrasında devlet dairelerinden birine engelli kadrosundan yerleşmekti.
ama açıkçası aynı dersleri gördüğümüz için biliyordum ki, durumu pek iç açıcı değildi. kuzeni de ona sahip çıkmıyordu. sadece işte oturup gereksiz konular hakkında kakara kikiri muhabbet ediyorlardı o kadar.
bir iki sefer engelli çocuğun kütüphane kartını aldığı için onu azarlamıştım da. çünkü engelli çocuğa kütüphaneden kitap alıp vermek yerine, kartı kendine almıştı. bu çok çirkin, fazla bencilce bi davranıştı.  o da azarlamam esnasında kütüphane kartını çıkarıp kuzenine iade etmişti ve bende gidip engelli kuzenine ders kitaplarından birini verip, sınav konularını işaretleyip "şunlara çalış" diye söylenerek vermiştim. engelli kuzen, kitabı alıp ders çalışmaya başlamıştı ve işte bir gün de böyle geçip gitmişti.
biz ise asıl kuzen'le hala konuşamamıştık. ve işte bi kaç gün sonra yine yazdı)


14 Ocak 2017

-abi sana bir şey soracam
-tabiki kardeşim, buyrun
-sonra sorarım neyse
-peki
(bu kuzenin bi derdi vardı ama neydi bi türlü anlamıyordum. bakalım neler olacaktı. o güne kadar şimdilik sınavlara odaklanmak en iyisiydi.)


15 Ocak 2017

-abi
-efendim kardeşim
-sana bir şey soracam. ama doğruyu söyle
-tabiki kardeşim
-bunu sordum diyede kızma
-tamam :)
-kimin söylediğini de sorma
-tamam
-bir iki dedikodu duydum. sana gay dediler, doğru mu
-senin için ne farkedecek ki?
-doğru mu değil mi? benim için farkını görürsün
- :) boşver kardeşim. iyi akşamlar
-tek kelimelik cevap, basit bişey. "evet" yada "hayır" diyeceksin
-biseksuelim.
diye yazdım ve uzun bir sessizlik oldu. çevrimdışı olduğunda ise whatsapp'den çıktım. açıkçası şu 1 haftadır çektiği sancıların nedeninin bu olduğunu tahmin ediyordum. çünkü okulda, uzaydan gelmiş bi ibne olduğum haberi, son hızla yayılmaya devam ediyordu. çok da sikimde değildi, ama bazen insan ne kadar sikine takmasa da, edemiyor. işte şimdi de, bu muhabbetle kafam biraz dumanlanır gibi olmuştu ama yine de boş vermeyi başarabildim.
aradan yarım saat geçtiğinde ondan yeni bir mesaj vardı ve şöyle diyordu;
-insanların seçimine karışmaya hakkım yok, herkes istediği gibi yaşamalı. herkesin ne düşündüğüne saygı duymak gereklidir. ama bundan sonra yakın olmayalım buda benim tercihim.
-tamam kardeşim :)

tüm derdi benim bir erkek olarak götümü siktirip siktirmemem veya diğer erkeklerin götünü sikip sikmememmiş. göt siktiğimi ve götümü siktirdiğimi öğrendiğinde ise iletişimimizi koparmayı tercih etmişti. acaba onu sikeceğimden mi korktu, yoksa göt sikmenin bulaşıcı bir durum olduğunu mu düşünüyordu?

doğrusu ne düşünürse düşünsün sikimde değildi. dediği gibi iletişimi kestik ve onu gördüğüm her yerde yüzümü başka yere döndüm. karşılaştığımız an sanki o yokmuş gibi yoluma devam ettim. sanki hiç tanışmamışız gibi, sanki hiç oturup konuşmamışız gibi, sanki birbirimizi gördüğümüz zamanlarda onunla sıkı fıkı sarılıp "seni çok seviyorum ya" dememişiz gibi.

bu aniden kesilen muhabbetimizi, engelli kuzeni de fark etmişti. bana neden onunla konuşmadığımı sorduğunda "o istemiyor. konuşmayalım, görüşmeyelim dedi" diye cevap verdim. sebebini sorduğunda ise "bunu ona sormalısın. çünkü görüşmeyelim diyen oydu. bu yüzden sorunu da o cevaplamalı" diye karşılık verdim.
farklı günlerde bir kaç defa daha üstelediğinde, aramızda yine aynı muhabbet geçti ve her defasında "bunu ona sormalısın kardeşim" deyip durdum. o da "tamam, ona sorayım. ama sen de söyle" diye cevap vermekten geri kalmadı.

Dün bu engelli kuzenle yine bi cafede karşılaştığımızda masasına buyur edip bana kahve ısmarlamak istediğinde geri çevirmeyip, teklifini kabul ettim. bu kadar hoş karşılamaların altından hep bir şey çıkardı, bu hiç yanıldığım bir konu olmadı.
o da beni yanıltmadı ve hoşça buyur edip kahve ikram etmesinin karşılığında aradan bi 5 dakka falan geçmişti ki yine aynı soruyu sordu:
-hele bana de, siz onla niye konuşmuyorsunuz
-ee ama sana dedim bunu ona sor diye
-ya sen söyle niye konuşmuyorsunuz
-yok. benim söylemem uygun değil. çünkü görüşmek istemeyen o. sonuç olarak, soruyu cevaplaması gereken de o.
-hımmm iyi tamam.
-tamam. ama bana bi daha sorma bu soruyu tamam mı?
-yaw aslında ben ona geçen gün sordum. söyledi.
-ee ne dedi
-yok sen söyle
-olm ne söyliyim. sen sormuşsun işte, sana nedenini söylemiş. ne dedi söyle bakıyım, neden benle görüşmeyi kesmiş
-dediki sen gey'mişsin
-eee
-eesi işte öyle... hem abi sen niye öyle yapıyon. yapma işte. bak çok iyi birisin.
-ne yapıyorum ki
-işte geysin. erkeklerle erkeklere.. neyse işte yapma abi ya.
-(güldüm. sonrada küçük kasabada büyümüş diye küçümsediğim benden genç engelli adama) iyi de bu benim hayatım. yani 33 yaşındayım. ne bok yiyeceğimi, nasıl yiyeceğimi, neden yiyeceğimin hesabını kimseye vermemki. eğer birisi çıkıp benimle bir şarta bağlı arkadaşlık yapacaksa da yapmasın
-ee tamam sen de haklısın da. ne bileyim.. yapma işte yaw
-yav sende alemsin ha. yapma denilince yapılmayacak bir şey mi bu.
-(güldü)
-ben ne yaptığımı biliyorum. boş ver.
-iyi tamam. senin hayatın. ee nasıl gidiyor
-iyi çok şükür, senin....

ibneliğim konusundaki konuşmamız burda bitti. sonra da diğer geri kalan anormal şeyler hakkında konuştuk. o da biletini almış, hafta sonu memlekete gidecekmiş. bana "sen ne zaman gidiyorsun" diye sorduğunda ona "fazla param yok, eğer İstanbul'a gidip gelirsem, çoğunu harcamış olurum. zaten burda aylık 300 TL harcamam varken, oraya gitmek yerine burda kalmak en mantıklısı. hem fazla param kalmadı, kendimi yaz'a kadar atmalıyım" dedim.
-ee sonra ne yapcan?
-sonra işte yazın çalışıp önümüzdeki senenin parasını biriktiririm
-sonra
-sonrası bu işte.
- (güldü)
-ya zaten yazın yurt'tan çıkış yapıcam, boşuna kalmadığım yere aylık 300 TL verip kendimi sıkıntıya atmayayım.
-seneye ne yapcan
-geldiğimde yine yurt başvurusu yaparım.
-ya seneye seni almazlarsa
-bilmem
-nasıl bilmem
-ya bilmem işte. hem seneye daha çok zaman var. şimdilik kendimi idare edecek yöntemler bulmalıyım. boşuna sıkıntıya atıp, kalmadığım yere para vermek istemiyorum.
-iyi bakalım
-(güldüm)

sadece o memleketine gitmiyor, aynı okulda okumakta olduğumuz herkes gitti. koca şehirde, yerel halk dışında (ki onlarda her fırsatta rum tarafına geçip parayı orda yiyip geliyorlar) kimse kalmadı. Yurt'taysa ben ve farklı bi okulda okumakta olan bir kaç öğrenci ile yurt çalışanları dışında kimse yok.

farklı bi okulda okumakta olan öğrencilerin ise bu hafta itibariyle sınavları son buluyor ve onlar da gidecek. odamda ise 2 haftadır tek başımayım ve osbir çekip, sonrasındaki "boşluk hissinin yerini doldurmak için kitap okumak"tan bıktım.

tek başıma olmak o kadar can sıkıcı bir hâle geldiki, ipad'ime yüklediğim "kelimelik" oyununda bilgisayara karşı oynamak da inanılmaz zevksiz gelmeye başladı. oyunu, benim veya bilgisayarın kazanmasının hiçbir önemi yok.

gerçi zaten şimdi yalnız değil, genel olarak hiçbir zaman yarış içinde olmayı, yarışmak gibi bir uğraşı da anlamlandıramadım ya. belki de bunun nedeni, yani; oyundan sıkılmışlığımın nedeni, yarışmaya veya yarışmaların her türlüsüne karşı olan hissizliğimin olmasındandır.
bir şeyi kazanmak veya kaybetmek, bunların anlamlı olduğunu düşünmüyorum. anlamlı olan şey, bence hırs'sız yaşayabilmek. hırs yapmadan yaşamak. hırsa kapılmadan yaşamayı becerebilmek..

bu engelli kuzen'le arada karşılaştıkça oturup muhabbet ediyoruz. 4 dersten kalmış ve ikinci dönem bu yüzden okul taksidine ek olarak 4.400 TL daha ödeyecekmiş. bundan dolayı çok şikayetçiydi. "keşke senden not alsaydım. niye vermedin bana" diye söylenip durdu, sonrasında kalktı gitti. ben yine kaldım öyle tek başıma.

Şimdi tüm bu ibne'lik mevzuları içindeki yaşamıma bakıyorum da, aslında yalnızlığıma çok büyük katkısı var. Bunu bazen hiç umursamıyorum, bazen de böyle fena bi şekilde koymuyor değil.
Yani sanırım farkında olmadan, insanlar bana hiç çaktırmadan arkadaşlıklarını bu yüzden azaltıyor, iyice seyrekleştiriyor ve sonrada kesiyorlar. bunu çoğu zaman fark ettiğim için o insanlarla bi yerlerde karşılaştığımız zaman saygı duymuyorum ve bunu elimde olmadan, kendimi bilinçaltımın yönetimine bırakıp onlara da belli ediyorum.

açıkça görüşmek istemediğini söyleyenlere ise saygı duyuyorum. çünkü netlik, net bir duruş (yanlış bile olsa)en sevdiğimdir. saygıyı hak eden şey ve saygılı davranılması gereken insanlar; bu netliği ortaya koyanlar, koyma cesaretinde bulunanlardır. geri kalanları çok iplediğimi söyleyemem. iplenmemelerini de öneririm.


01 Şubat 2018

Hayata, bıyık altından gülümsemek

Az önce bıyığım kaşındığında, otomatikleşmiş olan hareketlerle bıyığımı kaşıdığımı fark ettim. Kendi bıyığımı, hiç farkında olmadan kaşımak ve kaşırken, bir parçamın farkına varmak.
Ne zamandır böyle otomat bi şekilde yaşıyorum. Ne zamandır böyle yaşıyoruz.
Bazı önemsiz hareketleri o kadar sıradan ve alışılmış bir şekilde yapmaya başlıyoruzki, o hareketlerin altındaki rahatlığın anlamını atladığımızı düşünüyorum. Tüm bu önemli hareketler, birer anlamsız hareket topluluğuna dönüşüp duruyorlar.

Belki de yaşlanmak, bi parçacık da olsa böyle bir şeydir; kendini unutmak ve her şeyi otomatik bir şekilde farkına varmadan yapmak. Sahi yaşlanıyoruz değil mi?

İnsan yaş aldıkça kafası daha da karışıyor. Oysa eskiden yaşlanınca aydınlanacağımı, bir çok fikir konusunda daha net bilgiler toplayıp, fikirlerimin, eskiye oranla şimdi daha da kesinleşeceğini sanırdım. Ama öyle olmuyor; yaşlılık kafa karışıklığının artmasından, hayat hakkında daha fazla düşünmekten, kendini sürekli sorgulamaktan, öğrenmişliklerinden, öğrendiklerinden ve öğrenmekte olduklarından şüphe etmekten, sürekli en doğruya ulaşmaya çalışmaktan, kendini daha fazla bireysel kabul etmekten ama aynı zamanda toplumun bir parçası olarak da görmeye başlamaktan başka bir ey değil. Benim, yaş almaktan anladığım bu oldu. Yaş almak bende böyle oldu, oluyor, olmaya devam ediyor.

Aynı zamanda yaşlanmak benim için; insanların her kusurunu doğal ve güzel bulmaya başlamak, yaptıklarını insan olmalarına bağlamak ve onları sorgulamayı bırakmaya da başlamak oldu. Şimdi sanırım gerçekten yaş almış biri olduğumu kabullenmeliyim. ama bunu yapamıyorum. bir kaç gün becersem bile, sonraki günlerde yine yaşlı olduğumu unutuyorum.

Bu okula geldiğimde yaşım 33 oldu ve 30'un üstünde biri olduğumu, öğrenciler sayesinde biraz daha kabullendim. İlk zamanlar bunun çok farkında değildim ama yaşımı soranlara söyledikçe ve onlar şaşırdıkça, ben de içimde yavaş yavaş yaşlı birine dönüştüm. Bu güzel bir deneyim. Paha biçilemez ve üstelik, değeri bilinmeyecek kadar muhteşem bir şey. Çünkü bu deneyim sadece bana özel. Ve onu belki de bu kadar değerli kılan şey, onu anlatabilecek doğru kelimeleri bilemiyor olmakta.

Evet, kendimi hiçbir zaman 30 larımda hissetmemiştim ve aslında hala da hissetmiyorum. Ama artık 30'larımda olduğumu biliyorum. Bunun farkındayım ve bu inanılmaz güzel bir his. Yani 30 yaş üstü olduğunu biliyor olmak, hatta; biliyor olduğunu da biliyor olmanın verdiği ayrı bir huzur var.
Üstelik tüm bu bilmelere rağmen kendimi 23-24 yaşında hissediyorum. Ve hatta hissetmek de değil. En fazla 23 yaşındayım. Neden böyle hissediyorum ki? Hem yaşlıyım, hem değilim gibi. Hem yaşlanıyorum, hem de aslında 23'e takılıp kalmışım gibi.
Zaten okuldaki herkes de bana "erken doğmuşsun. hayır ya sen 33 değilsin, yalan söylüyorsun. o zaman kimliğini göster inanayım. gerçekten 33 yaşında mısın?" gibi onca soruyla beraber 23 yaşımda olduğum konusunda bana, farkında olmadan büyük bi inançla eşlik ediyorlar.

Tüm bu genç hissetmelerimin ve genç görünmemin nedeni belki de aslında gençliğimi yaşayamamış olmamdandır. Allah ordan bi yerden beni izleyip, en sonunda da "madem gençliğini yaşayamadın, seni sürekli genç göstermeteyim de, 30'larında gençliğini yaşamaya daha yeni yeni başladığında çok dikkat çekme" demiştir. Bu güzel bir hediye. Teşekkürler allah'ım..