-->

30 Aralık 2017

yalanlar yalanlar yılanlar. yalancılar.

Hayatımdan yalanı çıkardığım şu bi kaç yıldan bu yana her şey çok daha iyi gidiyor. Kimseye yalan söylememek zorunda olmak muhteşem bir duygu. Ne pahasına olursa olsun doğru söylemek ve elinden kayıp giden her şeye rağmen dürüst kalmak için çırpınmak harika bir his.

Üstelik yaşamın ta içindeyken, yani soluk soluğa ve bazen sürekli akn revan içinde kalan bir ruh haliyle yaşarken bile tek çabamın bu olmasından da gurur duyuyorum.
Bunun "en sevdiğim yanlarından biri" olduğunu geçen gün Cadı'da "her şeye rağmen sadece doğruyu söylemen çok güzel. bu huyunu seviyorum" cümlesiyle söyledi.
Sanırım bugüne kadar duyduğum tüm iltifatlardan ve bundan sonra duyabileceğim tüm güzel cümlelerden daha iyi hissettirdi.

Zaten 24 yaşından sonra yalan söylemek zorunda olmayacağım bir hayat kurguladım ve 28 yaşına girdiğimde ise artık yalan söylememi gerektirecek hiçbir şeyin hayatımda kalmadığı bir döneme girmiştim.
Çünkü 28 yaşında, eşim "ayrılalım" dedi ve ben de karşılığında "olur. ayrılalım" deyince ayrılmış olduk.
Hayatımda kırmamak için bile olsa yalan söyleyebileceğim kimse kalmayınca, doğru söylemeye kendimi iyice alıştırdım ve öyle de yaşamaya başladım.

Artık hayatıma girecek insanların yalansız olmalarına veya en azından bana hiçbir zaman yalan söylememeleri gerektiğini en basit ve yalın dille söylüyordum ve söylemeye de devam ettim. Tüm söylemlerime rağmen zamanla çoğuyla yalan söyledikleri için yollarımız ayrılsa da, en azından başka bir zaman, başka bir yerde karşılaştığımızda bana yalan söylememesi gerektiğini biliyor ve öyle davranıyorlardı. Hâlâ da öyle davranıyorlar.

Ama öte yandan yalan söylemeden yaşamak da çok zorlu oluyor. Çünkü tartışmalar uzayıp gidiyor ve karşındakine, olayın doğrusunu anlatarak "yalan söylüyorsun" dediğinizde ortalık iyice karışıyor.

Hele bir de bazen insanlar size, kendileri hakkında ne düşündüğünüzü sorduğunda; yalancı olduğunu, geçimsiz olduğunu, bencil olduğunu, kötü biri olduğunu söylemek hiç güzel değil. Üstelik "peki ben yalancıysam, neden benimle arkadaşlık yapıyorsun" diye sorduklarında "çünkü yalanlarının benimle alakası yok ve dikkat edersen seninle ilişkimizin boyutu çok derine inmiyor. sadece birbirimizi arkadaşlık bağı altında kullanarak yalnızlığımızı gideriyoruz. hem bu senin hayatın, bana yalan söylemediğin müddetçe umrumda da değil. nasıl yaşaman gerektiğini, nasıl ayakta durman gerektiğini kendince kurgulayıp öyle yaşamaya alışmışsın. yani, yalanların da sadece seni ve söylediğin insanları ilgilendiriyor. beni değil." diyorum.
küçük bir şoktan sonra yine iletişimimiz devam ediyor, tabi çoğuyla eski frekansı yakalayamıyoruz ve bunu çok da önemsemiyorum. çünkü doğruyu duymak isteyen onlardı. bana yalan söylemedikleri müddetçe, kime ne söyledikleriyle de ilgilenmemeye devam edecektim.

Bu olanları göz önüne alıp, bazen yalan söyleyerek yaşamanın daha kolay olduğunu düşünsemde, aslında doğru söyleyerek ve dürüst davranarak yaşamanın daha basit olduğunu, başımın hiçbir zaman ağrımayacağını da yaşayarak görüyorum. Zaten hayatı komplike hala getiren, işleri karıştıran tek şey yalanlarımızdan başkası değil. Oysa hayat çok basit. Yani; ne pahasına olursa olsun sadece doğruyu söyle, yaşarken zigzag yapma. Tek yapman gereken bu. Gerisi çorap söküğü gibi geliyor.
Hatta sen doğru biri olduğun için çevrendeki insanlar da sana hiçbir zaman yalan söylemiyorlar. Böylece doğruluğu (sadece seninle iletişimlerinde olsa bile)kendi çevrene de yaymış oluyorsun.

Doğruluk falan derken, bu konudaki takıntım yüzünden okulda da zorluk yaşamıyor değilim. Çünkü sınav notlarını, arkadaşlık bağı altında değil de, para karşılığı vereceğimden emin olduklarından bu yana kimseyle fazla muhabbet edemiyoruz. Bir kaçı bazen adım atıp yakınlık kuruyor ama aradan 1-2 gün geçtikten sonra konuyu ders notlarına getirdiklerinde "bu konudaki tavrımı biliyorsun" cümlesiyle açıklığa kavuşturduğumda, önce ciddi olmadığımı, espri yaptığımı sanıyorlar, ama sonrasındaki konuşmalarımızda "valla paraya ihtiyacım var, bu yüzden notları da parasız vermeyi düşünmüyorum" dediğimde iyice bozuluyorlar.

Çünkü, arkadaş olduğumuz için notlarımı paylaşacağıma o kadar eminlerki, böyle bir cümle duyduklarında hemen şok geçiriyorlar. ki bu da sikimde değil. Gerçekten paraya ihtiyacım var ve hiçbir şekilde not paylaşımını parasız yapmayı düşünmüyorum.
Ayrıca sırf ders notları için arkadaşlık kurmaya kalkışmaları da iğrenç bi durum.
bilmiyorum belki de ben çocuklarla çocuklaşmış olduğum için şu an bu durumları yaşıyor olabiliriz.

Sınıf konusu açılmışken, sınıftaki bir kaç kızın ibne olduğumu öğrenmiş olmalarından sonra beni sadece seks yapılacak duygusuz bir eşya olarak görüyor olduklarını, başkalarıyla yaptıkları konuşmalardan anladım.
ve bu anlayışlarının sadece bana karşı değil, genel olarak eşcinselliğe bakış açılarıyla alakalı olduğunu da çok geçmeden kavramış oldum. Çünkü vize döneminde beraber ders çalıştığımız birine, whatsapp'den "selam, bakıyorum da Hayat Erkeği'nin gey olduğunu öğrendikten sonra hep onunlasın, hiç ayrılmıyorsun :)))" diye yazmışlar. bunu öğrendiğim gün çok üzüldüm ve akşama kadar canım sıkkın bi şekilde gezinip durdum.

Akşam saatlerinde bu konu üzerine düşününce ise, bu bakış açılarının benimle değil, onların kendilerini konumlandırdıkları dünyadaki yerleriyle alakalı olduğunu anlayıp rahatladım.
Evet, onlar, kendilerini et yığınından başka bir şey olarak göremiyorlar. Onlar zavallı kötü insanlar ve ilk fırsatta ağızlarına dolu dolu iyilik sıçacağım.

Zaten kızlardan birinin eski erkek arkadaşı geymiş ve sanırım onu bir erkekle aldatmış olmasının verdiği kuyruk acısı derinlerde bi yerde hâlâ devam ediyor. Dolayısıyla böyle cümleler kurmuş olmasını normal görmeden edemiyorum.
Gerçi kızın tipine baktığımda, aldatılmayacak bir tipi de yok gibi. Üstelik faulleri benimkiyle eşdeğer uzunlukta, bıyıkları da sürekli terliyor ve bu yüzden birileriyle oturduğu zaman her 15-20 dakika da bir eliyle bıyığını silmek zorunda kalıyor. Sarıya boyattığı güzel saçları var ama ne yazıkki faullerini uzattığı için, çakma sarışın olduğu fzlasıyla belli oluyor. İzmir'den çıkan tek çirkin kız da o olabilir. Üstelik yeni erkek arkadaşının onunla ayrılmasındansa, erkek arkadaşının ölmesini daha normal buluyor. Ölsün daha iyi diyor.

Yurtkur'dan bana öğrenci kredisi çıktı ama ne yazıkki kefil bulamadığım için parayı çekemiyorum. Ortanca abimden kredime kefil olmasını istedim, sesi soluğu kesildi. Geçenlerde yine yazdım "tamam, ilgileneceğim" dedi ama hala tık yok. Aslında haklı da, sonuç olarak bağlarımız çoktan koptu, şimdi işim düştü diye yazmam pek hoş bir davranış değil.

Finaller'de yaklaştı. Bu hafta ilk sınavlar başlayacak ve toplam 2 hafta boyunca hayvan gibi koşturacağız. Umarım geçen ayki vize sınavlarım gibi olmazlar.
Zaten o sınavlardan birinde tüm sınıf sıçınca, ders sorumlusu Kadın Hoca baya söylendi ve hatta yer yer sert bi dille fırçaladı da. Gerçi sınıfın aksine, sınavdan iyi not almıştım ama ufaklıklar yüzünden arada ben de payımı almış oldum. ama her şeye rağmen tavrı çok çirkindi ve bir ara patlamamak için kendimi çimdikleyip durdum. Çünkü ağzım bi açılsaydı artık kapatamayabilirdim ve bunun sonu daha kötü olabilirdi.
Ortam iyice gerilmesin diye hoca söylendiği müddetçe sustum ve o dersten çıkarken de, (her zaman yaptığımın aksine)ayağa kalkmadım. Bunu fark etmiş olunca, bana dönüp hafifçe baktı ve ben de ayak ayak üstüne atmış pozisyonumu hiç bozmadım.

Ertesi gün, onun dersine girmemek için, hemen yan küçük anfilerden birinde oturmuş, telefonumla oynarken bi anda kapı açıldı ve hoca içeri girip sınıfı boş görünce
-herkes nerede, neden sen yalnızsın?" dedi ve ben de
-hocam dersiniz yan taraftaki anfide, ben de dersinize girmemek için buraya geldim
-aaa neden?
-çünkü dün çok fazla söylendiniz ve kendi adıma söylemeliyim ki; bunu hak etmiyorum
-aa bak sen
-evet
-tamam, hadi kalk derse giriyorsun" diyerek beni aldı, sınıfa gittik.

Derste de konuyu açınca açtım ağzımı "hocam dün çok fazla söylendiniz ve bunu hak etmiyorum. üstelik ses tonunuz, kullandığınız kelimeler hiç hoş değildi size de yakışmıyordu. bu yaşıma kadar benimle bu şekilde konuşmasına izin verdiğim kişi sayısı çok azdır ve siz o gün tm sınıfa seslendiğiniz için bir şey demedim. hem zaten siz görevinizi yaptınız aylarca ders anlattınız, bizde sınava girip çıktık. bunun sonrasında siz de kağıtlarımıza göre notlarımızı verdiniz ve olay bitti" dedim.

Ben böyle diyince, hoca bozuldu ve bana karşılık;
-hayır efendim öyle olmaz!
-niye olmasın hocam? sınıfın kapasitesi bu. zaten hiçbiri okulu ciddiye almıyor. ki derslerini ciddiye alabilecek kapasitede insanlar olsalardı burada olmazlardı. ki hepsi hukuk okumak istediklerini söylemelerine rağmen aldıkları puanlar belli.
-öğrencilerim için böyle konuşamazsın
-ama doğrusu bu hocam. kapasiteleri yok ve yapamıyorlar. kapasiteleri olsa daha iyisini yaparlardı ve siz de kağıtlarda bunu görmüş olacaktınız" diye karşılık verdim.
Tabii o anda bütün sınıf ve hoca bana kinle bakıyordu. Doğrusu sikimde değildi ve arada kaynamaya hiç niyetim yoktu. Yani sıfır çekmiş veya 10-15 puan alıp hala pişmiş kelle gibi sırıtan aptallar yüzünden fırçalanmayı hak etmiyordum. Bu yüzden hoca biraz daha kendi savunusunu yaptı, bir şeyler söyledi ve sonra ben karşılık vermeyince de ders anlatımına geçti. Böylece içimde kalmış olanı, ertesi gün söylemiş olarak rahatlamış oldum.
Sonraki günlerde de hoca sürekli bana bu konuyla ilgili laf soktu durdu ama gülüp geçtim. Zaten olanlarda geçip gitmişti.
Umarım bu sınavlarda iyi puan alırlar da, salak ve aptal olmadıklarını ispatlamış olurlar. Bakalım artık.

Şimdi finaller yaklaşırken, içimdeki inek yine ortaya çıktı ve kütüphanedeyim. Zaten bu sabah da henüz kütüphane açılmadan kapıdaydım ve benim gibi onlarca kişi daha kuyruktaydı. Kapı açıldığı gibi içeri hücum edip, masaları kapıp hayvan gibi çalışmaya başladık.
Umarım herkes emeklerinin karşılığını fazlasıyla alır. Allahım benimkini çok çok daha fazlasıyla ver amin.





karpuzcu'yla olan konuşmamızda,
erkeklerin aslında kız arkadaşlarını sürekli aşşağıladıklarını , sürekli küçük gördüklerini, srekli yetersiz e esksik olduklarını hissettirrdiklerini anladım. o da böyle yapıyor. yapmış. sanırım bütün erkekler vazgeçilmez olduklarını göstermek için, kız arkadaşlarına bok gibi davranıyor ve bunu onlara kabul ettiriyotlar. sonrasında da kızlar onlardan kopamıyor




eski pansiyondaki sevlmeye ve sikilmeye hazır kız. kimse beni sevmiyor. güzel olmadığımı biliyorum. keşke eski erkek arkadaşımla hiç ayrılmasaydık. zaten onun için burayı tercih edip gelmiştim. pdr okuyor, ama hala iğrenç cinsiyetçi esprileri var. babası ve annesi ayrılmış. ağladı, erkek arkadaşı onu zorla da olsa okula gönderirmiş. keşke o yanında olsaymış.


sınıf arkadaşlarımdan birileri dedikodumu yapmış. sanırım biseksüelleiğimi öğrendikten sonra, benim her önüme gelenle yattığımı ve herkesi ayarttığımı sanıyor. müsait bi zamanda kenara çekip konuşacağım. bunu hoşlandığım adama da "onun biseksüel olduğunu öğrendikten sonra onunla daha çok vakit geçirmeye başladın" demiş. bu çirkin bi yakıştırma. eşcinsellik, sikilmeye hazır olmak gibi algılanıyor. sanırım bunu yeni anlıyorum ve insanların neden eşcinselliği saklamak gerektiğini söylediklerini biraz anlamlandırabiliyorum.

dedikodumu yapan 4 çocuğu boş anfilerden birine çekip payladım.
arkadaşlarım dinlemiyince onları da biraz payladım.

bir şeyler ima eden çocuğa herkesin içinde biseksüel olduğumu söyledim.

27 Aralık 2017

akışkan haller

Geçen yaz İstanbul'da yaşarken, bacak aramdaki kaşıntılardan dolayı hastaneye gittiğimde, doktorun "bir şey yok ama madem aklında soru işareti var, bir de kan testi yapalım" demesinden sonra test sonucunda sfiliz kaptığımı öğrenmiş ve doktorun tedavi reçetesiyle de 3 hafta üst üste kocaman iğneler olmuştum.
Aynı doktor "iğneler bittikten 3 ay sonra tekrar test ol" dediği için, önceki hafta Kıbrıs'taki küçük hastahanelerden birinde test oldum ve çok şükür, sfiliz'den kurtulduğumu gördüm. içim rahatladı.

içimin rahatlamasını sağlayan şeylerden biri de, bu hastalığı hiç kimseye bulaştırmadan atlatmış olmam. çünkü bu süreçte, kendime bazen işkence edercesine tüm cinsel duygularımı bastırarmak suretiyle alt edip, kimseyle beraber olmadım ve sonuç olarak; başardım da.
zaten buraya geldiğimden bu yana, sadece bir kişiyle biraz yakınlaşmış ve iki küçük öpücük, biraz sürtünme dışında bi bok yememiştim. aklıma seks yapmak, birilerini ayartmak gibi şeyler geldiğinde ise hemen osbir çekip sakinleşmiş, sekse ihtiyacım olmadığına kendimi ikna etmiştim.

öte yandan gerçekten de seks'e ihtiyacım yok. ihtiyacım olan şey sevilmek ve sevmek. ama bunları bulamayınca seks adı altında her ikisini de gidermeye çalışıyor, sonrasında ise kendimi bok gibi hissediyordum.

uzun zamandır seks yapmama durumlarına dönecek olursak, bu süre benim için bir ilk de oldu. çünkü ilk defa Aylarca Kimseyle Seks Yapmadım ve kendimi sürekli kontrol altında tutabilmek için hep tetikte kalarak, yakınlaşabileceğim insanlardan uzak durabildim.
Bu durum gerçekten insanlık için önemsiz, benim için büyük bir başarı. Benim gibi birinin aylar boyunca kimseyle beraber olmaması ne demek ya? resmen akıl alır gibi değil, ama başardım. kimseyle yakınlaşmadan aylarca durabildim. kendimi tebrik ediyorum.

Bir de tüm bu süreç içerisinde seks yapma konusunda biraz düşündüm.
Şöyle ki; istediğim zaman seks yapabiliyorum. Bu konuda sıkıntım yok. Ama şuna karar verdim; bundan sonra seks denilen olayı daha uzun aralarla veya gerçekten, seks'ime değecek kişiyle yalnız yapmak istiyorum.
Zaten öteki türlü yaptığım sekslerden bi bok anladığım yok. Ki çoğu kişinin seks yapamamasını geç, dokunmayı ve hatta öpüşmeyi bile bilmiyor olmasını göz önüne alınca, kaşı götü güzel diye biriyle olmanın verdiği o gereksizlik, o "bu ne şimdi" ile "az önce gerçekten yattık mı" hissini de tekrar tekrar yaşamak çok can sıkıcı.
bunların sonucunda kararım şu ki; bundan sonra, yatağa gireceğim kişi, en azından soyunmaya değecek biri olacak. Yani beni ya aklıyla, ya da amı-siki-götüyle ikna edecek. Başka türlüsü yalan.
(gerçi yukarıdaki cümleyi bitirdiğimde düşündüm de, sanırım "aklıyla" kısmını atlasam iyi olur. çünkü herkes benden akıllı. bu yüzden o kısmı atlasam, tüm insanlık için iyi olacak.)

tüm bu seks hastalıkları ve seks adı altında yaşanan ucuz aşk olaylarını geçecek olursak, burdaki yurda yerleşme işlemim de bitti. geçen 2 hafta içinde diğer oda arkadaşlarım da geldi. biri urfalı, biri maraşlı, biri de manisa'lı.
Urfalı olan, okulu bitince hemşir olacak.
Manisalı olan özel eğitim okuyor. Kendi deyimiyle aileden rahatlar ve canı sıkılırsa okulu bırakıp memlekete dönebilirmiş.
Maraşlı olan hukuk okuyor. Kendi tabiriyle "avukat olup, paranın amına koycak" (ki geçen hafta onunla tek kaldığımızda hayat hikayesini dinledim de bunu hak ediyor)
Bir de yan odalardan gelip giden ve ortak 2 arkadaşları daha var. Onlardan biri 9 yaşından sonra İzmir'de büyümüş ve hukuk okuyor, diğeri ise Malatyalı ve özel eğitim bölümünde okuyor. Daha önce polis olmak için baya kasmış ama olamamış. Ailesi ondan ümidini kesince, bu okula göndermişler. yani biraz ümitsiz vaka. ama tabii ailesinin meyve bahçeleri falan filan olduğu için çok da dert değil.
Zaten Kıbrıs'a okumaya gelenlerin bir çoğu, aileden baya mallı mülklüler. Hepsinin onlarca dönüm bağ bahçeleri, ailede kalma evleri, bir kaç işyerleri, ticaret işleri falan var. Yani şöyle söyliyeyim; Kıbrıs, Türkiye'nin özellikle doğusundaki zengin ailelerinin aptal veya tembel çocuklarını okutmak için sığındıkları ada olup çıkmış. Batısından gelenlerin de pek farkı yok tabii, ama doğusundan gelenler kadar çok olmadıkları için fazla göze çarpmıyorlar.

Bu durum güzel ama nedense Kıbrıs bu potansiyeli değerlendirecek kadar zeki insanların yaşadığı bir yer değil. Kıbrıs'lı yerlilerle olan sohbetlerimizden anladığım kadarıyla çoğu fırsatçı uyuşuk olmaktan öteye geçemiyorlar. İş fırsatlarını değerlendiremiyor, potansiyel bi ticaret ortamı yaratmaktan geri kalıyorlar. Bir kaçının kafası çok iyi çalışıyor ama çoğu bu konuda sınıfta kalmış diyebilirim.

Bunun nedeni üzerinde çok düşündüm ve gördümki; aslında burası Türk Toprağı olsa bile, bu insanların içlerinde hala ingiliz sömürgesi olmaktan kaynaklanan bir aşağılık kompleksi var ve kendilerini bu histen kurtaramıyorlar.
Kurtaramamalarının nedeni ise sanırım İngiltere falan filan gibi yerlere gidip gelebiliyor olmalarıyla alakalı. Üstelik İngiltere'ye ellerini kollarını sallaya sallaya girip, gümrüklerde Kıbrıs'lı oldukları için diğer insanlardan ayrıştırılıp, köpekler eşliğinde ite kaka üstleri, bavulları defalarca aranıp sonrasında Londra'ya ayak basabiliyor olmalarına rağmen bununla övünüyorlar.

Aşağılanmak hoşlarına mı gidiyor, yoksa gerçekten bunu mu istiyorlar anlamış değilim. Tüm bunlardan sonra düşündüm de; sanırım genlerine işlemiş bir aşağılık kompleksi var ve Türkiye'den gelen binlerce insanı sevip saymak yerine, onları köpek eşliğinde ite kaka topraklarına alan ülkelerin insanlarını ve o ülkeleri sevip saymaya devam ediyorlar.
Bunu bir şekilde aşmaları gerek. Yoksa bu aşağılık kompleksi bir kaç nesil daha sürecek ve o zamana kadar işler daha da zorlaşacak.

Öte yandan tek sıkıntıları bir zamanlar ingiliz sömürgesi olmaktan dolayı genlerine işlemiş olan bu aşağılık kompleksi değil, hatta aşağılık kompleksine bağlı olduğunu düşündüğüm başka bir sıkıntıları daha var, o da; Kamu Kurumlarının Kurumsallaşamaması.

Evet en büyük ve hatta belki de tüm sorunlarının tek nedeni bile bu olabilir. Kamu kurumlarının kurumsallaşmaması gibi bir sorunları var.
Tüm devlet dairelerinde bi yılışıklık, bi kapıdan girenin suratına bön bön bakma durumları varki, çoook fena. İnsanın o an işini yapmak yerine oturup ağlayası geliyor.
Ya da masanın öteki ucundaki görevliyi tokatlayası.

Resmen ilk geldiğim günden bu yana bu sıkıntının farkındayım ve sohbet imkanı bulduğum tüm polis, asker, diğer devlet memurlarıyla bunu konuşuyorum. Hepsi şikayetçi ve bunun farkında. Ama ne yapılacağı konusunda kimsenin bir fikri yok. Belki kaldığım sürece, ben bir çözüm bulabilirim. Hayrlısı bakalım.

Sınavlara da az kaldı, ama sınav takvimi henüz açıklanmadığı için kendimi toplayıp sınavlar özelinde çalışmaya henüz başlamadım. Sadece derslere girip hocaları dinlerken not alıyorum o kadar.
Takvim açıklandıktan sonra sınavlar özelinde çalışıp, finallerden de 90 üstü alarak ortalamayı yükseltmem lazım. Aksi takdirde sıçarımki bu hiç iyi değil.
Çünkü ortalamayı yükselttikten sonra Türkiye'ye (istanbul veya marmara üniversitesi'ne)geçiş yapmak gibi bir düşüncem var.
Zaten ilk sınavlarda sınıfa göre yüksek almış olsam bile, aslında pek de iyi geçmedi. Hatta benim gibi biri için kötü bile sayılır. Ama sınavlarda hocaların nasıl sorular sorduğunu bilememek ve 17 yıl sonra ilk defa okul okuyor olmakla beraber girilen ilk sınavlar olmasının verdiği stres vardıki bunlarda diğer etkenlerdi. Kendimi bu etkenlerin baskısından dolayı fazla suçlamıyor ve olabildiğince sakin tutuyorum. Ama biliyorum ki; sahip olduğum potansiyelimle daha iyisini yapabilirdim. Yapmalıydım. Yapabileceğimi biliyorum.
O yüzden kendimi toplayıp finallere daha iyi hazırlanacağım. Bakalım artık.

Zemzem de geçen gün geldi. Ama gittiği günden sonraki günlerde olan yazışmalarımızda ona karşı içimde oturmayan bir şeyler oluştu. Geldiği gün de "geldin mi" diye yazdığımda kısaca "evet" diye yanıtlamasıyla, iyice soğudum. Oysa geldiği güne kadar yazışıyor ve olabildiğince birbirimize yakın davranmaya çalışıyorduk. Hatta biraz da onun yönlendirmesiyle yakın davrandım diyebilirim.
İşte tam da bu noktada, onun yönlendirmesine kendimi bıraktığımı ona da fark ettirdiğimi kısa mesajıyla anladığımda, geri çekildim ve hiçbir şey yazmadım. Ertesi gün bana "heyy, naber, ben kafedeyim. müsaitsen gel" diye yazdığında, ona karşılık olarak "hukuk fakültesindeyim, bu tarafa gelirsen yaz" diye cevap verince "tamam" dedi ve bir daha yazışmadık.

Ben mi tuhaf davrandım, o mu? emin değilim ama sonuç olarak aramızdaki yazışmaların samimiyetsizliği ve birinin karşısındakini elde ettiğini anladığı andaki o değişen davranış biçimini sevmiyorum. zaten kimsenin elinde olmak gibi bir düşüncem yokken, böyle davranılmasını hoş bulmuyorum. hem şimdi kocamış bir kurtken, köpeklerin maskarası olmaya da pek hevesli değilim.
o da eğlenmek için başkalarını bulmakta zorluk çekmez.

Zemzem yokken Cadı ile her gün buluşa buluşa sıkı fıkı olduk. Daha önce Cadı'ya "arkadaş olmadığımızı, aramızda mecburi bir ortamda bulunmanın verdiği bir  tanışıklık durumunun olduğunu" söylüyordum ama şimdi arkadaş olduk ve bunu o da söylüyor. Çünkü sevdiğimiz yemeklerden, nefret ettiğimiz insan türlerine kadar her şeyimizi konuşabiliyoruz.
Tabii yine de buna bir arkadaşlık diyemem, ama eskisine nazaran arkadaşlık bağına yakın bir bağın oluştuğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Üstelik o da sürekli sosyalleşme hastalığına tutulmuş gibi yaşıyor. Hiç yalnız kalmıyor, sürekli etrafında birilerinin olması için çırpınıyor ve bunu başarıyor da.
Bu durumu fark ettiğimde ona da söyledim ve aslında ihtiyacı olan şeyin belki biraz yanlızlık olduğunu, bir müddet sadece kendisi ile kalmanın aslında daha iyi olacağını anlattım ama pek anlamadı. Kendini sürekli bir kalabalıkta saklıyor gibi bir hali var. Tüm bu hareketlerine, hızlı yaşamına bakıp içimden "geçmişinde sakladığın ve saklamaya devam ettiğin şeyi ne zaman açıklayarak huzura kavuşacaksın" demeden duramıyorum. Sakladığı bir şey var. Saklamaya devam ettiği bir şey var. Ama o kadar hareketliki, ona odaklanıp, neyi sakladığını anlayamıyorum. Çözemiyorum.

O da bunun farkında ve geçen gün "sürekli birileriyle beraber vakit geçiriyorsun. oysa belki de sana lazım olan şey biraz yalnızlık. sadece kendine zaman ayırmak ve kendi kendine bir kaç gün geçirmek. ama hiç durmuyorsun. sürekli bi koşuşturma içinde yaşıyor gibisin. biraz sakinleş. dur." dediğimde;
-"bilmem ki" dedi ve biraz düşündükten sonra da;
-sen beni yalnızlığa alıştırmak istiyorsun değil mi?" diye sordu.

o anda açıkçası bunu anlamış olmasına sevindim ama bu şekilde dile getirmesine şaşırdım. Çünkü onu alıştırmak istemiyorum, bu yüzden sadece;
-bazen yalnız kalmaya da ihtiyacın olabilir. çünkü insan sadece kendisiyle olmak, kendisine zaman ayırmalı. kendi kendine de zaman geçirmeli. hem yalnızlık kötü bir şey değil.
-ya hep yalnız kalırsak?
-kal ne olacak ki?
-kimseyle konuşmayacak mıyız. insan kafayı yer ya! bir şey sorcam; sen çok mu yalnız kaldın" diye sorduğunda
-ehh bazen
-neden
-çünkü ben istedim. senin yaşındayken ben de böyle koşturuyordum. sürekli kalabalık içerisindeydim ve hiç yalnız kalmıyor, kendimi yalnız bırakmıyordum. ama aslında bu terketmem gerektiğini anladım ve işte sakin bir döneme girdim" dedim.
-üzüldün mü?
-yooo. sadece bi yerden sonra yanlızlığa ve yanlız bırakılmaya alıştım
-hımmm

Bu arkadaş olma çabalarımız esnasında, ayrılmış oldukları sevgilisiyle de konuştuğumu söylemeliyim. Hatta Cadı'nın "ısrarlı isteğiyle konuştum" desek daha doğru olur. Çünkü çocukla ayrılmışlardı ve Cadı'nın tüm adımlarını da geri çeviriyordu. Ben de gidip çocuğu kenara çektim ve konuştuk. Çocuk artık Cadı'yı istemediğini falan söyledi. Ben de karşılıklı konuşmalarının daha iyi olacağını söyledim ve bu sefer de bana "bakarız" filan dedi.

Aradan yarım saat geçtiğinde kütüphanenin önündeydik ve Cadı'ya "git, adamın masasına otur ve konuşmalıyız de, sonra da aklındakilerin hepsini yüzüne söyle gitsin" diye gaza getirince, gitti oturdu konuştular.
sonuç olarak ise ayrılık kararı aldılar. Güya hiçbir şey olmamış gibi de ayrıldılar. ama Cadı'yla akşamları gezinirken falan konu sevgilisine geldiğinde fena ağladı. Üstelik bir defa yalnız değil, bir kaç defa daha ağladı ve aradan bir kaç gün geçtiğinde, Cadı tekrar ona yazdığında oturup tekrar konuşmaya karar verdiler. Konuştular.

Sonraki gün yine konuştular. Bir iki konuşmadan sonra ise önceki gün itibariyle en azından finallerden sonraya kadar tekrar denemeye karar verip, tekrar başladılar. Üstelik çocuk ona "seni her gördüğümde sarılmamak için kendimi zor tutuyordum" demiş. Cadı da dün gece onda kaldı. Sadece sarılıp uyumuşlar.
Tekrar barışmalarına sevindim. birilerinin mutlu olması beni de çok mutlu ediyor. Başkasının mutlu olduğunu bilerek, mutlu olmak diye bir duygu var. bu aralar o duyguyu sık sık yaşıyorum. Bu çok güzel bir his ve içimi kıpır kıpır ediyor.


18 Aralık 2017

Zemzem

Geçen gün Zemzem'le durakta karşılaştık. O da okula gidiyor olduğu için muhabbet etmeye başladık.  Yüksek topuklu ayakkabısı, koyu vişne rengi deri mini eteği, göbeğini kapatamayan örgü badisi ve geçen seferki kadar koyu makyajıyla, yine 25 yaşında gösterme çabası içerisindeydi.

Tüm bu halleriyle, iyi saf salak bir kız olduğu izlenimini vermekten hiç geri kalmıyor. Güzel kalın dudakları, iri güzel bir burnu ve burun deliklerinden birinde de öküz halkası var.
Halkayı ona yakıştıramadım gitti. Gerçi sadece ona değil, hiç kimseye yakıştıramıyorum. Öküzlere bile. Zemzem'e ise hiç yakışmıyor ve sanırım okul boyunca karşılaşmamızın her defasında da yakıştıramayacağım.

Gerçi bunun onunla alakası yok. Genel olarak tüm bu hızmalara, pirsinglere, her çeşit kolye ve yüzüklere, bileklik ve incik boncuk tarzı takıların hepsine alışamadım. Nedense beni itiyorlar ve kadın erkek fark etmeksizin, kimde görsem biraz irrite oluyorum.
Gerçi bazı kadınlara yakışıyor ama abartılınca onlarda da çirkinlik seviyesine çıkmış oluyor.

Her neyse işte, Zemzem'in tüm bu saf salak hali, sürekli etrafa bakan kocaman gözleriyle onu gördüğünüzde ister istemez yürümeye başlarsınız. Zaten erkekler de yürüyordu. Önceki gün kendisi anlatmıştı. Bu ara biriyle beraberdi ama nedense onu hiç aramıyormuş. Bundan önce bir kaç erkek arkadaşı daha olmuştu, ama onlar pek böyle yapmazlarmış.

Zemzem dans etmeyi de seviyormuş ve dün gece bardan çıktıktan sonra, orda tanıştığı birinin evinde kalmıştı. Bir önceki gecede okuldan tanıştığı başka bir çocuğun evindeymiş. Çocuk onunla kader arkadaşı olduklarını ve şeytanın onları evlendirdiğini anlattığı bir sürü saçmalıkla kafasını şişirmiş.
Bu yüzden Zemzem'le de şimdi bu konuları konuşuyorduk ve ona "şeytan'ı siktir et, allah en güçlüsüdür. o çocukla bir daha görüşme ve sana ulaşmasını da engelle. boşuna zamanını saçma sapan insanlarla harcama enerjine yazık, zamanına yazık. sana yazık" gibi nasihatvari bir şeyler anlatıyordum ve o da hiç bıkmadan dinliyor, dinliyor, dinliyor ve dinlediğini göstermek için de bir sürü soru soruyordu. Cinler, şeytanlar ve onlar gibi şeylerin, biz sihirsiz güçlü insanların üzerindeki etkileri mevzusundan dolayı, konuşmamız yavaş yavaş din iman konularına kaymıştı ve artık günah işlemek kavramını konuşuyorduk. daha doğrusu hep ben konuşuyordum, o da hep dinliyordu.

bitmek bilmez soruları, bana göre din hakkındaki yanlış bilgileri, hayat tecrübesizliği karşısında insanın onu tutup iyice bi silkeledikten sonra sımsıkı sarılası geliyordu. Ama sarılamazdım. Çünkü kadınlar sarılmayı taciz olarak algılayan en hassas varlıklardır.

Neden böyle düşündüğümü bilmiyorum ama galiba, onun hareketlerinden dolayı böyle düşünmüş olabilirim. Zaten az sonra otobüse bindiğimizde, yan yana oturmuştuk ve konumuz dokunmak idi. Bana dönüp "biliyor musun, birilerinin bana hemen dokunmasından nefret ediyorum. bazen sırf bu yüzden bir anda kavga çıkardığım bile oluyor. hatta bazı erkeklerin yanlışlıkla bile olsa dokunmasından tiksindiğim oluyor" dedi.

Böyle söylediğinde, onu çan kulağımla dinliyordum ve neden böyle hissettiğini anlamıştım. bu yüzden "çocukken kötü bir şey mi yaşadın" diye sordum. sorum karşısında şaşırmış, hatta adeta gecenin karanlığında gözlerine bi anda güçlü bir ışık tutulmuş beyaz tavşan gibi bir tavırla "onun gibi bir şey oldu" dedi.

cümlesinden bu konuyu konuşmak istemediği sonucuna vardığım için sustum ve o da pencereden portakal ve mandalina bahçelerine bakmaya başladı.
portakal bahçelerindeki çalışanlar, sepetleri doldurmakla meşguldü. Çalışanların, aslında paraya ihtiyacı olan genç kadın öğrenciler olduğu çok belliydi. yapmakta oldukları bu işin sonunda o akşam kişi başı 50 TL alacak, yurt yataklarına dönüp yorgunluktan uyuya kalacak, ertesi gün uyandıkları zaman ceplerinde bir kaç günlük harçlıkları olacaktı.
şimdi ise hava güzel, güneş tam tepede yerini almış, insanlığı aydınlatmaya devam ediyordu.

Zemzem'de dalıp gitmişti. Bu yüzden otobüste, yalnız bırakılmışım gibi hissetmekten kendimi alamadım ve biraz da yalnızlığıma son vermek için "biliyor musun, aslında bir çok kişi çocukluğunda kötü bir şey yaşamıştır. ama yaşadıkları hakkında kimse bir şey anlatmaz. anlatmamakla beraber herkes hiçbir şey olmamış, sanki mutlu bir çocukluk yaşamışlar gibi davranmaya ve öylece günlerini geçirmeye devam edip gider.
yani şöyle söyliim; yalnız değilsin. dediğim gibi sadece diğer insanların kötü anılarından haberin yok o kadar. bence bu yüzden "sanki bi tek sen kötü şeyler yaşamışsın ve üstelik sanki bu kötülüğü de sen istemişsin ve olmuş" gibi düşünerek, kendini de hırpalama. çünkü ne olduysa oldu ve o yaşanmışlık senin kontrolünde olan bir şey değildi. yani bilirsin işte, bazen, bir şeyler bizi aşar ve olup gider. bu yüzden de olmakta olanın bitmesi için sessiz kalmanın en mantıklısı olduğuna karar verir, olmakta olan bittiğinde de, onu hiç yaşamamış gibi yaşamımıza devam ederiz. diğer insanlar da hep böyle yapıyorlar" dedim.
Başını pencereden dönüp bana baktı ve "değil mi? yani başka yapılabilir ki?" dedi.

Sonrasında da o bu konuda konuşmak istemediğini ses tonundan belli ettiği için devamını getirmedim ve başka şeyler konuştuk. bi ara güneş tam da gözümün içine vurduğu sırada bana bakıyordu ve "gözlerin çok güzel" dedi. "senin de öyle" dedim ve gülümsedi.
Sonrasında ise hemen telefonunu çıkarıp "fotoğrafını çekmek istiyordum" dedi ve fotoğrafımı çekti. Güldüm. yanı başımızda ayakta duran kızlardan bir kaçı, onun bu hareketini komik buldukları için birbirlerini dürtükleyip kıkırdadılar. Onlara dönüp tebessüm ettim ve bu hareketim üzerine onlar da çil yavrusu gibi dağılırcasına başka yönlere bakmaya başladılar. Hatta biri olduğu yerden başka yere geçti ve ben de onların kıkırdamalarının son bulmuş olmasıyla beraber tekrar Zemzem'e döndüm.

Yine önemsiz bir şeyler konuşmaya başladık. Cadı ve Devasa'yla küsmüşler ve artık görüşmüyorlarmış. Birbirlerini bloklamışlar falan filan. "olur öyle ya, zaten daha ilk aylardaki tanışmalardasınız. çok arkadaş değiştirecek, en sonunda bir kaç arkadaşla kala kalacasınız. ama bence herkesle selamlaş, kimseyle çok içli dışlı olma. zaten kalıcı arkadaşlıkların da bu sırada gelişir" dedim, "evet ya, aynen öyle" dedi.

Yaşımın büyük olmasına rağmen, aslında tipimin tatlılığından dolayı en fazla 23-24 gösterdiğimi, biseksüel olmamın onun için bir sakıncasının olmadığından bahsetti. Gülümsedim ve "buna sevindim" dedim. Cevabım üzerine "yani sonuçta senin hayatın" diye ekledi. Tekrar gülümsedim ve "evet öyle" dedim.
-çok ilginç birisin
-sanmıyorum
-gerçekten öylesin
-peki
-yani baksana kaç yaşındasın ve ilk defa üniversite okuyorsun. üstelik hiç de yaşını göstermiyorsun ve diğer insanlar gibi de değilsin.
-sanırım iltifat etmeye çalışıyorsun
-ahaha yani güzel şeyler bunlar
-teşekkür ederim" dedim. O sırada ineceğim durağa yaklaşmıştık ve "ben burda inicem, sen nereye gidecektin"
-aslında hiçbir yere, seninle gelebilirim
-olur. sahili gezer, yorulunca bi yerde otururuz
-tamam" dedi ve beraber inip, sahil boyunca yürümeye başladık. Sağdan soldan konuştuk, ben anlattım o dinledi, o anlattı ben dinledim. Oturduk betona yine devam ettik.

Akdeniz'in, mavi bir tül perdenin salınışına benzer kibarlıkta gidip gelen dalgalarını izleyip, görebildiğimiz en uzak noktasına kadar gidip geldik. Bi saat kadar sonra kıçım üşüdü ve "dilersen kalkalım, valla üşüdüm" dedim ve o da "bende" diye onaylayınca, oturduğumuz yerden kalktık.
O sırada aslında, bu cevabından ve cevaplarkenki ses tonundan, kendini fazlasıyla benim yönlendirmeme bıraktığını düşündüm.
Bu konu üzerine bir kaç saniye daha düşününce; nedense, birine tutunmak ister gibi bir uğraşının olduğunu ve bu uğraşını da, farkında olmadan karşısındakinden saklayamadığını iyice belledim.

Oysa böyle yapmamalıydı. Çünkü insanlar vahşiydiler ve bunu fark ettiklerinde, karşısındakinin tüm hayat enerjisini tükettikten sonra kenara atarlardı.
Zaten siz de bilirsiniz; insan, aklıyla düşünebiliyor olmasına rağmen henüz tam olarak medenileşmiş sayılmayan bir hayvandı. İnsan, karşısındakinin zaafını kullanarak onu param parça eden, ikinci bir şeytandı.

Ayağa kalkmıştık ve yavaş yavaş yürürken, konuşmaya devam ediyorduk.
Eski erkek arkadaşından, yeni erkek arkadaşından, aradaki erkek arkadaşlarından, anne babasından, kardeşinden, babasının son yıllarda ekip biçtiği küçük seralarından, komşularından, alt kiracılarından, kiracılarının kocasıyla olan "pis" muhabbetlerinden, okuldaki arkadaşlıklarından, arkadaşlarının arkadaşlarından, başkalarından, başkalarından ve başkalarından bahsetti.

bi ara kendinden, hayatında olmasını istediği şeylerden, oldurduklarından ve olması için çalışıp çırpınmalarından, onlar için harcadığı zamanlardan bahsetti. Sevgili yapmak heyecanından, bu heyecanın doruk yaptığı uğraşlarından ve ödünlerinden ve zamanının hepsini verdiği sevgili adaylarından ve sevgili yapmak için bedenini nasıl da bir köpeğin önüne kemik atar gibi kullandığından bahsetti.

Tüm bu uğraşlarından, çırpınmalarından anladımki aslında biz birbirimize benziyoruz.
Bende onun gibi bi aralar sevgili yapmak için çırpınıyordum. Sanki hiç yalnız kalmamalıydım. Sanki yalnızlık haramdı ve hemen hayatıma birini alıp onunla yola devam etmeliydim.

Sahi neydi o öyle? hiç durmadan birini aramak, birini tavlamak, biri olsun diye çırpınmak. İşte şimdi aynısını Zemzem de yapıyordu. Üstelik şu bi kaç aydır gördüğüm, şahit olduğum tek o değildi. Diğer gençlerde aynısını yaşıyordu. Hepsi bir an önce bi sevgili yapmak, bir sevgili uğruna yaşamak, yaşamak yaşamak yaşamak istiyorlardı.
Buna nerden kapıldık? Neden kapıldım, kapılmıştım?
Yoksa aslında terkedilmiştim de, kendime terk edilmediğimi mi göstermeye çalışıyordum. Sahi ne yapıyordum ne yapıyordu. Ne yapıyorduk gençken. Neden öyle koşturup durmuştuk.

Üzüldüm ona ve hayallerine. yapmak istediklerine. yalnızlığına son vermek için sürekli kendini siktirmesine ve siktirerek yalnızlığına son verme uğraşına.
Oysa biz sadece adı insan olan birer hayvanız, birini siker, ötekine geçeriz. Biri kendini siktirdi diye, ona tapmayız, onda kalmayız. Sadece sıradakini sikmek için yaşar gideriz.

İnsan işte gençken "bedenini verirse, karşısındaki onu sevecek" yanılgısına düşüyor. Acemiyken de bu yanılgıda takılıp kalıyor.
Yani insan "Yalnızlığı Yok Etme Savaşı"nda, kaybedeceğini hiç bilmiyor. Hep savaşıyor, hep yeniliyor. Yine toparlanıp yine savaşıyor ve bu sefer daha güçlü bir şekilde, daha yorulmuş bir şekilde yeniliyor. İnsan ne kadar akıllı ise, yalnızlıkla o kadar çok savaşa giriyor. girdiği kadar çok yeniliyor.

İnsan, zavallı insan, yalnızlığı yenmenin, ona ihtiyacını olduğunu kabul etmek olduğunun farkında değil ve iyice batmadan bunu kabullenemiyor.
Çünkü insan, yalnız da kalması gerektiğini bazen hiç anlayamıyor.
Yalnız kalması gerektiğini anladığında ise boş bir kalabalığın içine haps olmuş bir şekilde yaşayıp gidiyor.
İnsan, kendi kendinin düşmanıdır.

Şimdi düşünüyorum da, 19 yaşında bir kadının yalnızlık mücadelesi ile, 19 yaşında bir erkeğin yalnızlık mücadelesi de aynı mı? bilmiyorum.
Aynı duygular, aynı hisler, aynı beklentilerle mi yaşıyorlar. Kendimi saf bir erkek olarak tanımlamadığım ve tanımlayamayacağım için buna bir şey diyemiyorum. Çünkü hem erkeklere, hem kadınlara koşan biri olarak, aynı mücadeleyi verip vermediğimden emin değilim.
Ama sonuç olarak insanların, yalnızlıkla bitmek bilmez bir mücadele içinde olduğunu ve eğer bu mücadeleyi fark etmezlerse hep mücadele edeceklerini biliyorum.

Oysa, yalnızlığın üstesinden gelmek için, onunla mücadele şeklimizi değiştirmemiz ve sürekli kendimizi kontrol etmemiz lazım. Yani yukarıda da dediğim gibi, yalnızlıkla mücadele etmenin en güzel yolu, onunla mücadele etmemektir. Onunla mücadele etmeyi bırakmaktır. Onu kabullenmek ve ona da ihtiyacımız olduğu gerçeğini içselleştirmektir.

İşte onun da bu uğraşı vardı. Mücadele etmemesi gerektiğini bilmiyordu. Kim bilir bunun ne zaman farkına varacaktı ve farkına vardığında, dönüp eski kendine, eski kemikliğine ne kadar üzülecekti. Bunu ona, o bana sordukça söylemek ve fikirlerimin evriminden bahsetmekten başka çarem yok.
ama bugünlük de çok fazla şey konuşmuştuk. Belki birbirimiz hakkında bu kadar bilgilenmek de iyi değildi. Gizli yanlarımız veya daha sonra konuşacak şeylerimiz de olmalıydı. Böyle düşündüğüm için konuyu değiştirdim.

Değiştirdim değiştirmesine ama her defasında aynı yere dönüp durduk. Daha doğrusu kendisi döndürüp durdu. bundan ve bu konuşmalarımızdan çok sıkıldım. sıkıldığımı belli etmemek için, yürüyüşümü hızlandırdım. O da bana ayak uydurmaya başlayınca, konuşması ve takıldığı konu da çabuk bitti.

Deniz hala maviydi, Zemzem hala güzeldi ve
-sana bir şey itiraf etmek istiyorum" dedi.
-neyi?
-biliyor musun aslında ben bi keresinde bi kız arkadaşımla öpüştüm. Daha doğrusu o beni öptü
-hımm
-evet ama hiçbir şey hissetmedim. çok karşı da koymadım ama oldu.
-olabilir ya, illaki bi sefer öpüştün diye anlam yüklemene gerek yok. insan gençken bir çok şeyi deniyor. çünkü en cahilinden, en entelektüel olanına, en duygusuzundan, en duygulusuna kadar insanın anlam arayışı var. bu biten bir şey değil. ölünceye kadar devam edecek arayışımız. bu içgüdüsel bir şey bence. yani bitmek bilmez bir arayış için doğduk diye düşünüyorum. öpüşmenizi böyle değerlendirebilirsin.
-hımm. anladım" dedi.

Aslında benim gibi biseksüel olduğunu söylemeye mi çalışıyordu, yoksa gerçekten sadece masum bir öpücük müydü?
Doğrusu şimdi "tek bir öpücüğe çok fazla anlam yüklememek lazım" diye düşünüyordum, ama ne yazıkki onun yaşındayken ben de böyleydim ve tek bir bakışa bile onlarca anlam yükler, kendi kendime diğer olasılıklarla beraber değerlendirir dururdum.

Öpücüğün çok da önemli olmadığını söylediğimde, nerdeyse 15-20 dakika geçmişti ve konumuz değişmiş olmasına rağmen aynı yere dönüp geliyordu. Bu sefer de başka bir arkadaşıyla öpüştüğünü ve hatta yatağa girdiklerini söyledi.
Aslında kendisi istemese de o an biraz da sarhoş olmanın vermiş olduğu etkiden dolayı olanlar olmuştu ve üstelik arkadaşı bir kaç gün sonra gelinlik giyip evlenmişti.
Üstelik sonrasında da evde kimse olmadığında sürekli onu çağırmıştı ve onun tabiriyle "evde kimse yok, bana gelsene" diye mesaj atmıştı.

Çok detaya girmesin diye "ya bunlar normal. sonuçta gençken insan fazlasıyla hareketli oluyor ve bu süre içerisinde, yakın arkadaşlarıyla bu tür deneyimler yaşayabiliyor. bunları çok fazla anlamlandırmaya gerek yok. sonuçta biraz merak, biraz da azmaktan kaynaklı. sanırım belli yaşlardaki bazı olayları masumca buluyorum. ki bence de öyle" dedim.
-evet ya, değil mi?" dedi.

O sırada okul kampüsünün içine gelmiştik. Saatte baya ilerlemişti. Otobüsü beklemek için durağa doğru yürüdük ve Zemzem "dilersen bu akşam bi parti var, sen de gel" dedi. "yok ya, yarın hukuk 1'lerin Hukuk Başlangıcı dersine giricem, o yüzden erken kalkmam lazım, üstelik gece için yurttan izin de almadım." diye karşılık verdim ve ayrıldık. Otobüs geldi, bindim yurda döndüm.

Ertesi sabah yurtta kahvaltı yapıp, durağa geldiğimde Zemzem'den "günaydın, nerdesin" mesajı geldi.
-duraktayım
-yakınız. buluşsak mı?
-olur" diye yanıtladım ve 10 dakika sonra yakınlarda bi kafe'de buluşmak için oraya doğru gittim.
Ortalıkta görünmüyordu, bende masalardan birine oturdum. Kafe sahibi güzel hanım'dan çay istedim getirdi, oturdum çayımı içerken Zemzem'de tuvaletten çıktı geldi.

yine 25 yaşında gösterme makyajıylaydı ve üstelik yeni yapmıştı. Tokalaşıp yanak yanağa öpüştüğümüzde "biliyor musun, aslında çok güzelsin ve makyaja hiç ama hiç ihtiyacın yok" dedim. "yaaa teşekkür ederim" dedi ve oturdu.

Gerçekten makyaja ihtiyacı yok. Güzel  bir kadın olmasına rağmen, özentilikten olsa gerek sürekli makyaj yapma gereği duyuyordu. Bunun iltifat olmadığını söylediğimde, samimiyetime inanır gibi oldu, ama makyaj alışkanlığını bırakması biraz zaman alacaktı.

ben çay, o kahvesini içerken, konuşmamız da akıp gitti.
-biliyor musun, dün seninle şu dokunma mevzusunu konuştuktan sonra düşündüm de...." dedi ve bir an sustu. Ben de bunun üzerine;
-neyi düşündün" diye karşılık verdim.
-şey ben aslında küçükken kötü şeyler yaşamış olabilirim. yani yaşadım
-taciz mi?
-yok, daha fazlası" dedi.
O böyle dediğinde bir an durup "acaba üzerine gitmesem mi" diye düşündüm ama sonra, madem kendisi konuşmak istedi, devam etmeliyim diye düşünerek;
-tecavüz mü?
-evet
-ailenden bir miydi?
-hayır
-yakınlarından biri mi?
-hayır
-kimdi
-bi kişi değil, 2 kişiydi?
-çevrenden mi?
-evet. komşumuzun ergen çocuklarıydı
-kaç yaşındaydın?
-5
-onlar
-15-16" dedi ve ağlamaya başladı. ağladığında bir an ne diyeceğimi bilemedim ve bi kaç saniye sonra toparlandığımda;
-anladım. yapabileceğin bir şey yoktu. savunmasızdın. 5 yaşındayken kötü bir şey yaşamış olman senin elinde değildi. geçip gitmiş ve artık tüm olmuş olanları ardında bırakmalısın" dedim.
O ise daha içten ağlamaya başlamıştı. göz yaşları birer su dolu küçük top şeklinde yanaklarından düşüyordu. Söyleyecek başka şey aklıma gelmedi. Bu yüzden olayın üzerinde çok durmamak ve ilk defasında bu kadar açılmasının ardından üstüne gitmemenin daha doğru olduğunu düşünerek sustum.

O ise biraz daha ağladı ve makyajı iyice akıp, gerçek güzelliğini ortaya çıkardı..
İnsan ağlayınca güzelleşiyormuş. Gözlerimle gördüm.
O ağlarken, içim parçalanır gibi oldu ama tuttum kendimi. Çünkü şu an iki kişiden birinin güçlü olması ve olayın dışında durup, gördüklerini tarafsızca hissettirmesi gerekirdi. Bu yüzden ağlamasını izledim. Sarsıla ağlıyordu..

Kendim sık ağlayamasam da, ağlamanın güzel olduğunu ve izleyeni de ağlayanı da iyi hissettirdiğini 10 yıl önce fark etmiştim. Çünkü 10 yıl önce oğlum dünyaya gelmişti.
O doğuncaya kadar koku duyumun bir eksiklik olduğunun farkında değildim. ama o doğduğunda kokusunu alamayıp, bunun bende bir eksiklik olduğunu fark ettim. Oysa o güne kadar koku alamamanın bir eksiklik olduğunu ve aslında koku diye bir şeyin varlığından çok emin olduğumu bile söyleyemem. Sadece herkesin bahsettiği bir şeydi, ama ben o bahsedilen şeyin ne olduğunu bilmiyordum, öğrenebilmemin bir yolu da yoktu.

Çünkü doğuştan bu yana koku alamıyordum ve sonradan kaybedilen bir duyu olmadığı için, böyle bir eksiklik hissini yaşamamıştım. Oğlumun kokusunu alamadığım zaman üzülmüştüm ve bu yüzden olsa gerek, kokusunun yerine koyabileceğim başka bir şey aramıştım. Onu bana hissettirecek başka bir şey bulmalıydım, başka bir duyguyla eşitleyebilmeliydim.

Böyle çırpındığım günlerden birinde, oğlum, henüz bir kaç aylık olmanın verdiği acizliğinden dolayı ağlamıştı ve bende büyülenmişcesine onu izlemiştim. işte ağlamasını alıp, kokusunun yerine koyabilirdim. Ağlamanın farklı bir büyüsü var. Farklı bir havası ve hiçbir şekilde anlatılamayacak kadar güzelleştirici bir etkisi var. İnsanın, insan olduğunu, tüm insanlığa yetecek kadar sevgiyi içinde taşıyabileceğini hissettirecek kadar güçlü bir etkisi var.

Zemzem ağlamaya başladığında masamızda peçete yoktu, kalkıp yan masadaki peçete kutusunu getirdim ve içinden bir kaç tane alıp ona uzattım. Hızma takılı burun deliğinde sümük, gözlerinde yaşla öylece bakıp, peçeteleri aldı ve sildi.

Geçip gitmiş gibi bir ruh haliyle bana baktığında "rahat ol" dedim ve tekrar ağlamaya başladı. Tekrar ağladığında sarılmak istedim ama elini tutmaktan daha öteye gidemedim. Çünkü ne yapacağımı ve nasıl bir tepki vereceğini bilemedim. Ben de ortalık iyice karışmasın diye elini tuttum ve "ağla, rahat ol. insanlar böyle şeyler yaşıyor. dünya böyle bir yer. bu tür konuları konuşmuyor olmaları, onları yaşamamış oldukları anlamına gelmiyor. yani tek değilsin ve tek olarak da kalmayacaksın. bu yüzden kendini kötü hissetme. hem bak büyümüş ve bir şekilde üstesinden gelmişsin. sadece bugüne odaklan, bugünden sonrasına bak" gibi tırt onlarca cümle kurdum.

Bu tırt cümlelerime karşılık o ise sanki ilahi kitaplar'dan bir şeyler okuyormuşum gibi beni dinledi ve artık ağlaması da kesilmeye başlamışken, kalkıp lavaboya gitti.
Geldiğinde elini yüzünü yıkamıştı. Makyajsız güzelliği ortaya çıkmış, az önceki makyajlı çirkinliği kaybolmuştu. bu yüzden "böyle çok daha güzelsin" dedim ve o "biliyor musun, seninle konuştuğumda çok rahatlıyorum. senin yanında kendimi çok huzurlu hissediyorum. değişik birisin" dedi.

Teşekkür ettim ve işte geri kalan şeyler hakkında konuştuk. Yaklaşık olarak 1 saat geçtiğinde
-bugün okula gitmesen, ikimiz beraber Lefkoşa'yı gezsek olur mu?" dedi
-olur, neden olmasın. zaten bu dersin hocasını sevmiyorum" dedim ve kalktık, hesabı ödedim, çıktık.

Lefkoşa'da akşama kadar gezdik tozduk. Bi ara sürekli bana dokundu. Dokunmak istediğini ve benim de ona dokunmamı istediğini fazla belli etti. Onun bana dokunduğu gibi dokundum ona, benim dokunduğu bölgelerime dokunması gibi aynı bölgelerine dokundum. elini omzuma attığında, elimi omzuna attım. Ne eksik ne fazla. Sadece her şeyin onun kontrolünde olduğunu bilmesini istiyordum. Bildi.

bi ara sürekli fiziğinden bahsetti. farklı konular esnasında bile sözü dönüp dolaştırıp fiziğine getiriyordu. Dayanamadım ve "güzel bir fiziğin var, güzel bir kadınsın. kendinle barış" dedim, o ise "fiziğimin güzel olduğunu fark etmene sevindim" dedi. Güldüm :)

Gezinirken arada sürekli midesinin bulandığından bahsetti ve "acaba hamile miyim" esprileri yaptı. Bunu 3-4 defa daha yapınca;
-en son ne zaman ilişkiye girdin?
-geçen hafta
-hamilelik 1 hafta da belli olmaz
-bilmem ama sürekli midem bulanıyor
-korundun mu?
-hayır, zaten içime boşalmamıştı
-hımm. ama dışarı boşalması, hamilelik olasılığını düşürmüyor. çünkü boşalma öncesindeki akıntıda da sperm var. yani ilişkiye girerken mutlaka korunmalısın. ayrıca hamilelik olasılığı dışında, sağlığını düşünmelisin
-iyi de ne yapıyım, kondomu ben mi takıcam? onun takması gerekirdi" dedi. bunun üstüne ben de gülümsememi tutamayarak
-kadınlar için de kondom çeşitleri var ama konumuz bu değil. eğer karşındaki erkek kondom takmayacaksa onunla hiçbir şekilde olmamalısın. kondomsuz ilişkiye girmemelisin. yani sağlığını her şeyin üstünde tut.
-haklısın.
-neden böyle biriyle berabersin
-çünkü düzenli bir kişi olsun istedim
-anladım. haklısın
-ya acaba eczaneye gitsek mi? bi hamilelik testi çubuğu alalım" dedi ve yolumuzun üstündeki eczaneye girip aldık. Çıktığımızda çubuğu çantasına atıp "sonra bakarım" dedi, gezmeye devam ettik.

Akşam geziyi bitirdiğimizde, arabadaydık ve Zemzem bi an başını omzuma bıraktığında uyumuş oldu, 15 dakika sonra ise annesi aradı. Uykulu sesiyle annesine "bi arkadaşımlayım" dediğinde, annesi de benimle konuşmak istediği için telefonu bana verdi. Ben de normal bir konuşma olacak diye beklerken, annesinin hafif azarlar ve sürekli hesaba çeker gibi konuşmasından rahatsız olduğum için bi anda tartıştık ve telefonu tekrar Zemzem'e verdim.
O da annesine bağırıp çağırıp kapattı. Meğer annesi onun sarhoş olduğunu sanmış ve bu yüzden konuşma tarzı da bu yüzden böyleymiş.

bir şey diyemedim. Zaten o da annesini sevmediğini ve annesinin babasına olan nefretini, onu sürekli yadırgadığını falan söylemişti. Az önceki telefon konuşmasından sonra ise, şimdi yine aynı konuşma oluyordu ve tüm bunlardan sıkılmıştım.

Açıkçası herkesin ailesinde sorunlar var, ama bu sorunların içine dalmak istediğimi sanmıyorum. Şimdilik beni ilgilendirmezdi ve beni ilgilendirse bile, karşımda kim olursa olsun, benimle, beni azarlayarak konuşulmasına izin vermeyeli yıllar oldu. O yüzden annesi olması sikimde değildi. Çünkü kendi kızıyla böyle konuşabilirdi, bu konuşma şekilleri de sadece onları ilgilendirirdi. benimleyse bağıra çağıra konuşamaz, sorguya da çekemezdi.
Ama bu düşüncemin aksine, annesi beni hesaba çekiyor ve azarlayarak konuşuyor, bunu da kendinde hak görüyordu. Ben de bu yüzden ona karşı sert konuşmuştum ve en sonunda "senin çocuğun değilim ve benimle çocuğunmuşum gibi konuşmaya hakkın yok" demiştim.

Zemzem'de bana hak verdiğini söylüyordu. ama artık durağımıza gelmiştik, arabadan inip yurtlarımıza gidiyorduk. Ertesi gün tekrar buluşmak üzere sözleşip ayrıldık.
Ama ertesi gün buluşamadık. Çünkü annesiyle olan konuşma şeklimden sonra aile birbirine girmiş ve kızlarına 2 hafta sonra Kıbrıs'a tekrar dönecek şekilde İzmir'e gidecek olan uçakta bir bilet alıp gelmesini istemişlerdi.
Zemzem o sabah giderken, bana yazdı ve gitti. Arada yazıştık ettik, özlediğini falan söyledi.
Şimdi ise 2 hafta geçti ve işte yarın geliyor. Bakalım bu sefer neler olacak.

11 Aralık 2017

Travesti Sesli Cadı, Tiz Sesli Sevgilisi, Devasa ve Zemzem Üzerine

Okula gelişimin ilk günlerinde (hatta sanırım ikinci günündeydi) yapacak daha iyi bir şey olmadığı için, öğrenci işlerinin önündeki merdivenlere oturmuş, içerden aldığım kahveyi yudumluyordum. Bu kahve sanırım 2 veya 3'üncüsüydü. Çünkü okul yönetimi, öğrenci kayıtlarının olduğu hafta olmasından dolayı, aileleriyle gelenlerin gözlerini boyamak için beleş kahve ve kurabiye standı kurdurmuşdu. Bende oldum olası beleş şeylere dayanamayan biri olduğum için, standdan hakkımı fazlasıyla alıyordum.

Hem zaten az önce aşağıdaki kafe'de görmüştüm, 35 gram'lık beyaz peynir, iki parça domatesle, yarım salatalığın yanına bıraktıkları 3-5 zeytin tanesinin adını "kahvaltı tabağı" koymuş, üstüne de "sadece 15 TL" yazmışlardı. Doğrusu bu zihniyete para verecek aklım yoktu ve bu yüzden, standdan aldığım bi tabak kurabiye ve kahveyle dışarı kaçmış bulunuyordum.

Dışarda bu üçüncü kahveyi yudumlarken, iki kız geldi ve konuşmaya başladık. Nerdensin, ne okuyacaksın falan filanlı o günkü soru cümlelerinin sahip olduğu bir sohbet devam etti gitti.
Kızlardan birinin sesi, gece çalılıklar arasında fuhuş yaparken, etrafı kontrol etmekte olan polislere yakalanınca, kodese tıkılıp, sabaha kadar yeni yetme abaza polislerin tecavüzüne uğramaktansa, götürülmekte olduğu polis arabasında arbede çıkarıp, karakola gitmeden ekip otosunda iyice bi dayak yedikten sonra yol kenarına atılmayı daha cazip gören travestilerinki gibiydi. 

Doğrusu sesi hakkında bunları anlık olarak düşünüp geçtim. Yani o an çok takılmadım. Çünkü benim sesim de Hz. Davud'unki gibi değil, daha çok imüğü sıkılmakta olan fazlasıyla nezle bir punch lezbiyeninki gibi tizdi. Yani onun sesinin üzerinde durmam için, önce kendi sesime dönüp bi bakmam gerekiyordu. 
Neyse işte, onun travesti tonlu sesini kafama takmadım ve muhabbetimiz devam edip gitti. 
Ne kadar konuştuk, neler konuştuk, sonrasında sohbeti nasıl sonlandırıp ayrıldık bilmiyorum ve zaten o günkü konuşmamızın tamamını da onunla beraber unuttum gitti. 

Unutuşumun üzerinden 2 ay geçmişken bi gün ders notları için kurulmuş olan gruplardan birine "ingilizce bilen birileri yardım edebilir mi" dedim ve o sırada biriyle konuştuk. 
Whatsapp profilimdeki fotoğrafa bakınca, beni tanıdığını ve daha önce tanıştığımızı, nasıl tanıştığımızı falan da söyledi. Evet bu kişi, o Travesti Sesli Kızdı. 
Tabii o söyleyinceye kadar hatırlamadım. ama öyle bir tanışmanın gerçekleşmiş olduğunu anımsadım ve "evet hayal meyal hatırlıyorum" dedim. Konuşmamız, ertesi gün buluşmak üzere sözleştiğimiz için sonlandı.

Ertesi gün okulda yazıştık, ders çıkışında ise kütüphanede buluşmayı kararlaştırdık. Kütüphane'ye gittim ve kapıda karşılaşınca da yüzyüze tekrar tanışmış olarak, onun oturduğu masaya geçtik.

Masasının yanında bir masa daha vardı ve okuldan beğendiğim bir çocuk oturuyordu. Ona hafif içim geçerek bakıp, Travesti'ye kendimi verdim ve tam bu anda Travesti "bu çocuktan çok hoşlanıyorum, o yüzden buraya oturdum" dedi kulağıma. Ben de gözlerine bakıp "bende onun yanında bi arkadaşı var, biraz onu çekici buluyorum" dedim ve Travesti bana şaşırmış olarak uzaklaşıp "ciddi misin" dedi. Ben de "evet. hem kadınlardan, hem erkeklerden hoşlanıyorum" dedim ve onun şaşırmış olmasının etkisi geçmek bilmeyince "derse dönelim mi?" dedim ve ders çalışmaya başladık.

O ingilizce konusunda benim için bir şeyler yazmaya, arada ise sürekli telefonundan birileriyle görüşmeye başladı. Zaten oturduğum andan itibaren böyleydi ve ders çalışmak için buluşsak da doğru dürüst, derse kendini vermeyince biraz sıkılmıştım. Aradan 5 dakika geçmiştiki, yanımıza Devasa bi kız arkadaşı geldi ve Travesti, hemen ona dönüp "senin de ingilizcen iyi, sen anlatır mısın" dedi, bana da "ya bi işim çıktı, hemen gitmeliyim Devasa anlatsın" dedi ve kayboldu gitti. Ben de kıza ayıp olmasın diye 2-3 dakika anlatmasına izin verdim ve sonrasında "bugünlük yeter, ben bunlara biraz çalışayım" dedim ve defter kitap neler varsa toplayıp çıktım.

Ertesi gün Travesti'yi yakalayıp, beni hiç muhabbetim olmayan, selamlaşmadığım ve adını bile bilmediğim biriyle emri vaki bi şekilde orda öylece bırakıp gittiği için bi güzel payladım. O da özür diledi ve muhabbetimiz orada kapandı gitti.

Aradan bi kaç gün geçtikten sonra ise, ben de Hukuk deslerine girdiğim için mecburen yine selamlaşmaya başladık ve onun inatla yakın olma çabalarına da kayıtsız kalmadım. Selamlaşmamız bazen yanyana oturmamızla da tamamlanınca, bana "erkek arkadaşım var ama ben aslında geçen gün sana kütüphane'de gösterdiğim çocuktan hoşlanıyorum. onunla tanışmalıyım" dedi. 
Durup "o zaman erkek arkadaşından ayrıl, boşuna çocuğun zamanını alma" dedim ve bunun üzerine tartıştık. Yaptığının doğru olmadığını söylesemde "ama onunla da yeni tanıştık, daha 2 haftadır çıkıyoruz ve beni çok seviyor. ben ise daha emin değilim ve o çok iyi biri olduğu için teklifini kabul ettim" dedi.

Tam bir cadıydı, bu yüzden  "sen bilirsin. ama bence, bana söylediğin gibi erkek arkadaşına da başkasından hoşlandığını ve onunla tanışmak istediğini söylemelisin." dedim. Kocaman bir kahkaha attı ve "sence bu normal mi? bunu yapamam" gibi cümlelerle biraz tartıştık. 

Ertesi gün yine anfi'de karşılaştığımızda konumuz aynıydı ve artık sıkılmıştım "bu senin hayatın ve benim fikrim de bu. bana uymak zorunda değilsin ama fikrimi sorduğunda sana bunları yenilerim" dedim. Tam o sırada Fakültenin bahçesine çıkmıştık ve o "birazdan erkek arkadaşım gelecek, dersi bitiyor" dedi.
O böyle söylediği anda dönüp yüzüne tükürecektim ama boğazım kurumuştu. Kaltak resmen beni yanında bulundurarak, aslında sevmediği erkek arkadaşının bizi yanyana görmesini ve böylece onun bizi kıskanmasını istiyordu. 
Kendimi toplayıp "yaptığın şey çok ayıp. beni kullanarak, çocuğu kıskandırman çok çirkin" gibi medeni cümleler kurdum ve onu ikna edip, anfi'ye geri döndük. O ise her söylediğime gülüyor, bunun bir eğlence olduğu görüşünü beden diliyle ve bazen yüksek sesli patlayan kahkahalarıyla söylemeye devam ediyordu. 

Ertesi gün ve sonraki günlerde de biraz uzak durmaya çalıştım ama buna rağmen selamlaşmalarımız devam etti. Sonrasında ise hafif soğuk tavrımı devam ettirdiğim için, onunla sadece, selamlaşan iki kişiye dönüştük. Bi kaç sefer ise; ibnelik, biseksüellik, ilişkiler üzerine konuşmak istediğini söylediği için oturup konuştuk. 

Ona göre ibnelik anlaşılabilecek bir şey değildi. "Hem zaten erkek erkeğe nasıl seks olur ki? Çünkü erkeklerin amı yok" dedi ve ben de bunun üzerine kendimi tutamadığım için dakikalarca güldüm. gözlerimden yaş geldiğinde hâlâ gülüyordum ve o bana "lütfen tamam artık. sen söyle" dediğinde "erkeklerin amı yok, ama götü var" dedim ve o "ıyyyyy iğrençsiniz" dediğinde tekrar güldüm. 

Konumuz kapandığında "sen kadınlara ilgi duyuyor musun" dedim ve o "yok valla. ben erkeklere bayılıyorum. bütün erkekler benim olsun istiyorum. onlardan asla vaz geçmeyeceğim" dedi 19 yaşındaki cadı. 
Konuşmamız genelevler üzerine devam edip giderken, güneş tepelerin ardına saklanmak üzereydi. Akdeniz'de hava bulutlu, denizin görünen her yerinde dalgalar çoktan yerini almıştı. Yağmurun yağdığı günlere de girmiştik ve bu yüzden Allah aralara yağmur serpiştiriyordu, günler de yağmurun yapraklardan akıp toprağa karışması gibi hızlıca geçip gidiyordu.

Sınav haftasının tam ortasında bi gün, beni erkek arkadaşıyla tanıştırmak istediğini ve bizim de sadece arkadaş olduğumuzu söylediğini söyleyince, kabul ettim ve tanıştık. 
Erkek arkadaşı olan çocuk, bu mardinli Travesti Sesli'nin aksine, Urfalı ve hafif tiz sesli, esmer ve tatlı bir çocuktu. 
Üstelik kızla yanyana oturduklarında birbirlerine öyle çok yakışıyorlardıki anlatamam. Hele çocuğun kıza bakışı, ona dokunuşu, onunla konuşuşu öyle sevgi doluyduki, aşık olmadığını söyleme-mek imkansızdı. 

Çocuk bu Cadı'ya abayı fena yakmıştı. Üstelik cadıyı, cadının bedenini kullanmak için değil, gerçek anlamda sevdiği belliydi. Yani cadının, kendisi için doğru insan olduğunu düşünüyor ve bundan da adı gibi emindi.

Ama Urfalı'nın sevgisi, Cadı'nın amında bile değildi ve çocuğu da iplemiyordu. 
Şu an benim yanımda bile, nazlar, tuzlar, küfürler, çocuğa nerdeyse hakarete varan eleştiriler falan edip duruyordu. Bu eleştirileri sırasında ise bazen bana, kendisine hak vermemi istediği sorular soruyor, ben ise onun benden beklediği cevapların tam tersiyle cevaplayıp onu bozarak konuşmayı devam ettiriyordum. O da cevaplarıma fena bozuluyor, çaktırmadan bana kaş göz yapıp duruyordu.

Doğrusu cadı'nın cevaplarıma bozulması sikimde değildi. Sonuçta çocuğun bu cadı'ya fena tutulduğu gözlerinden okunuyordu ve açıkçası cadı'nın gerçek cadı olduğunu bildiğim için hiçbir zaman onun tarafını tutmayacak, şu garibanın yanında onu hiçbir zaman da yermeyecektim. 

Ama cadının atakları bitmiyordu ve sürekli beni, kendisine hak vermem gerektiğini belirttiği sorularla sıkmaya başlamıştı, en sonunda dayanamayıp "kusura bakmayın, ders çalışmak için kütüphaneye geçicem. tanıştığımıza çok memnun oldum" diyerek elimi çocuğa uzatıp, tokalaştıktan sonra hızla masadan kalktım.

Öğleden sonraki saatlerde ise bizim Cadı'ya whatsapp'den
"-çocuk iyi biri. belli tutulmuş sana. senin yanındayken ne yapacağını, sana nasıl davranacağını kestiremiyor" diye yazdım, Cadı ise
"-nerden anladın?" diye yazdı.
-nerden anladını mı var? bence sen boşuna çocuğu oyalama. yapamıyorum de ayrıl. belli çocuk iyi niyetli. yani seni sikip kenara atma derdinde değil. sırf bu yüzden bile onun kalbini yorma artık. hemen ayrıl, belki adamın karşısına gerçekten karşılıklı sevişeceği biri çıkar, senin yüzünden onu kaçırmasın
-yalnız sabah da masadan kalkarken beni bozmadan kalksaydın iyiydi
-amacım seni bozmak değildi. ama benim yanımda açtığın muhabbetlerle bana söz hakkı veriyordun ve sürekli bana soru soruyordun. açıkçası biri bana, senin çocuğa davrandığın gibi davransa, imüğünü sıkarım. hele arkadaş dediğimin yanında böyle ucuz muhabbetler yapsa, karı kız demem kafayı gömer öyle kalkarım
-ne muhabbeti
-üfff ne muhabbeti olduğunu iyi biliyorsun. ama "başkasının yanında, seni seven kişiyi utandırma konusu"nu bi düşün.
-ne yaptım. karşılıklık konuşuyorduk, utandıracak bir şey demedim ki
-valla ben çok utandım. çocukta sürekli kızardı bozardı. erkek olmanın verdiği ağırlıktan dolayı, senin, onu benim yanımda aşağılamalarını bile tebessümle geçiştirmeye çalıştı
-ya ne alaka, ne dedim ki ben?
-üff kendini şu an salaklığa vermen de ayrı bi sinir bozucu. artık bir şey yazma. bi ara yüzyüze konuşuruz.

böyle saçma sapan konuşa konuşa konuyu kapattık ve aradan bi kaç gün geçmişken, Cadı bana "okula geldiğinde konuşalım mı, muhabbet ederiz" dedi ve akşam için sözleşip buluştuk. Buluştuğumuzda da çocukla ayrıldıklarını ama kötü ayrılmış olduklarını söyledi. Meğer salak kız, çocuğun telefonunu alıp Devasa'yı aramış ve çocukla ilgili olumsuz bir şeyler söylemiş. Devasa'yla beraber telefonda çocuğun dedikodusunu yaptıktan sonra telefonu getirip çocuğa vermiş ve sonrasında da çocuk bizim Cadı'yı, durakta beklemekte olan okul otobüsüne bindirip dönmüş.

Döndüğünde ilk yaptığı iş, telefonunda kayıtlı olan ses kaydı programını açmak olmuş. duydukları karşısında şok olup, hemen Cadı'yı aramış ve ağzına sıçmış. sonrasında ise Devasa'nın ağzına sıçmış ve hatta Devasa'yı "seni sikicem. seni gördüğüm yerde öldürücem" diye tehdit etmiş. 

Artık cadı ve Devasa, çocuk hakkında ne konuşmuşlarsa bilmiyorum. Cadı detayları anlatmadı.
Ama kötü de olsa, ayrılmış oldukları için sevinçli olduğunu belirtmekten geri kalmadı. Şimdi ise işte sağdan soldan konuşuyorduk ve o bana dönüp "ya zaten ayrıldık. önemli olan bu. şimdi sen bana şu bizim sınıftaki çocuğu ayartsana. çünkü daha önce biriyle beraber olduğum için ayartmayacağını söylemiştin" dedi.
Ben şok geçirmiş halde gözlerimi küçültmeye çalışarak "ya beni bulaştırma senin işlerine. sen daha elindeki işi beceremedin. bir de ben sana birini ayartıcam da, onu mu becericen" dedim. 

Cadı resmen gerçek Cadı ya, meğer bi kaç gündür bana sürekli selam vermesi, sürekli yazması etmesi hep bu yüzdenmiş. İlla o yarrağı yemek istemesiymiş. Bende bunun üzerine:
"Arkadaşlığımız sadece ikimiz üzerinden yürüyecekse, yürüsün. ama üçüncü kişiler üzerinden arkadaşlıklara hayır diyorum. kimsenin arasını yapmam, kimseye sebep de olmam. hoşlanıyorsan git kendin söyle"
-ya manyak mısın, ben nasıl söyliim?
-ne bileyim
-ee o zaman?
-ee o zamanı mı var. sen hoşlanıyorsun, sen çıkmak istiyorsun. sen çıkmak istiyorsan git ayart. beni bulaştırma. hem çocuktan ben de hoşlanıyorum ama ben çıkmak istemiyorum. eğer çıkmak istesem, zaten çocuğun arada bir verdiği selamlarına fazlasıyla karşılık verir, hatta gider yakınlaşırım da. 
-üff saçmalama
-ne saçmalaması. çocuk çok çıtkırıldım birine benziyor. bence zaten geydir
-ya böyle deme. midem bulanıyor. senin bu muhabbetlerini sevmiyorum!!
-sevmezsen sevme. çocuğun tercihlerini bilmiyoruz. ikimizin de yarı yarıya şansı var
-ayyy tamam tamam. istemiyorum, ayartma.
-tamam. ama bi daha beni kullanmaya kalkışma. arkadaşlık edeceksen, karşılıksız et. senin ucuz arkadaşlıklarından biri olmaya niyetim yok.
-o nerden çıktı?
-nerden çıktısını boş ver. bi daha açma bu konuyu?
-iyi tamam.

Biz böyle konuştuk ama aradan iki gün geçti yine yazdı çizdi ve benim kankitolar, hazır burda değilken buluştuk. bi yerde oturup iki laf edelim dedik ama küçücük götü bi yer tutmadı. sürekli ordan oraya sürüklenip durduk. lan götünde kurt mu var nedir. her oturduğumuz mekanda, en fazla 10-15 dakka duruyoruz, sonrasında o "ayy sıkıldım kalkalım" diyor, kalkıyoruz. tabii bu arada yine telefonla konuşuyor, yazışıyor, ediyor falan. artık ne işler çeviriyorsa anlamadım gitti.

en sonunda mekanlardan birinde, FaceTime görüşmesi yaptığı biriyle beni de konuşturdu ve tanıştık. Tombiş bir çocukdu. Ne oldu, niye tanıştık hiçbir fikrim yoktu. Çocuk yavşar gibi konuştu, ama bi yandan da, kız ona bi ara ağzından kaçırmış gibi "aşkım" dedi ve alelacele, telefonu kapadı. bi garip yani.

Neyse bende bi bok anlamadım ve o günü bitirmiş olduk. Ertesi gün ise başka bi mekanda, yine karşılaştık ve yanında koyu makyajla, yaşından büyük gösterme hevesine kapılmış bi kız vardı. Kod adı Zemzem'di. Ne olduysa oldu ve bi baktım üçümüz ordan oraya sürüklenip duruyoruz. Aradan saatler geçtiğinde ise, bu ikisi, benim ona yürüdüğümü sanan hukuk sınıfındaki bi çocuğun, 4 kişilik whatsapp arkadaş gruplarındaki lafları, başka gruplara taşıması ve bu lafların da, onları ilgilendirmesi yüzünden kavga edip ayrıldılar, ben de otobüse binip yurda geldim.

Canım yurdum. Dört bir tarafı yalnızlıkla kaplı. 4 kişilik odada tek kişi uyumak ne güzeldir. 
Soyundum, şortumu giydim. Dişlerimi fırçaladım. Yanağımın üzerindeki kılları, traş makinesiyle aldım. Sakalımı üstten biraz kısalttım, yüzümü yıkadım. Aynada kendimi izlerken "ne gerek var bu salak saçma muhabbetlere. sen 32 yaşında kocaman yaşlı bi çınarsın. onlar ise 20'sinde yaş ağaç dalları. boş ver takılma onlara. okulun ilk günlerindeki gibi, selam verenin selamını al. lafı uzatma, yürü geç. selam vermeyeni görmezden gel. böylece hep kendine gel" dedim.

sonra ışığı söndürdüm, balkona çıktım. şehirlerarası yoldan son sürat geçmekte olan abaza şöförlerin egzozlarını bağırtarak kullandığı araçların boş yolda geçişlerini izledim. göğe baktım, hava kapalı olduğu için, yıldızlardan eser yoktu. uzaktaki şehir ışıklarına daldım. istanbul'u özlediğimi fark ettim. biraz daha kalınca rüzgarın ürpertisinden dolayı içeri kaçtım, balkonun kapısını kapadım. yatağıma geçtim, başucumdaki anahtarından lambayı söndürdüm. yakışıklı bir adamı düşünerek osbir çekip boşaldım. sonrasında uyudum. böylece bu salak Travesti Sesli Cadı, Urfalı Tiz Sesli Sevgilisi, Devasa (kız çok iri, ayrıca donuk bakışlı) kız arkadaşı ve Zemzem hayatıma girmiş oldular. 


08 Aralık 2017

istanbulda evsiz kaldım :/

Geçen ay başında İstanbul'daki evimde başlayan "evin" dağılma krizi, ayın bitimine bir kaç gün kala evin gerçekten dağılmasıyla son buldu. Yani, artık istanbul'da bir evim yok. Çünkü evi tamamen boşalttım ve ihtiyacı olan birine verdiğim kaba eşyalarımdan arta ise, Kurtuluş'ta bir arkadaşımın balkonuna taşıttığım bir kaç koli içine sıkıştırılmış giysilerim, 2-3 battaniyem, halılar, kitaplarım, benim kadar küçük şirin çalışma masam, mutfak ve beyaz eşyalarım kaldı.

Bu süreçte büyük sıkıntı yaşamadım değil. Çünkü "ev arkadaşlarım" dediğim siktiğimin piçleri, arkalarına bakmadan kaybolup gitmişlerdi. Ev sahibim de, eşyalarıma boku gibi davranmıştı. Oysa şunu unuttular; dünya çok küçük ve ben büyümeye devam ediyorum.

Ev arkadaşlarım ortadan kaybolurken, ben de bu arada ev sahibiyle kötü oldum. Çünkü bana evi boşalt dediğinde, 1 ay içinde sözümü yerine getireceğimi, söylemiş olmama rağmen, daha ben evi boşaltmadan içinde tadilata girişmiş ve tüm eşyaları da gelişi güzel toplayıp güya üzerlerini de poşetle kaplamıştı.
Oysa siktiğimin eşyalarımdan ucuz poşeti, eşyalarımı koruyamamış, evin içinde çalışan ustalar da eşyaları, her defasında bulundukları odaların ortalarına doğru gelişi güzel toplayarak adeta birer çöp yığınlarına dönüştürmüşlerdi.

(Oysa ev sahibine, eşyalarıma kötü davranmayacağına dair güvenmiştim. Çünkü sadece mutfakta çalışılacağını, oranın düşmekte olan duvar seramiklerini değiştireceğini söylemişti. Bu söylemi yüzünden, ben de "aslında mutfak da çalışabilirler, nasılsa diğer odalardaki eşyalara bir şey olmaz" diye düşünmüş ve tamam demiştim. Ah kahrolmayasıca ben. Zaten herkese güvenirim.

Benim herkese her an güvenebilme sorunum var, ama neden var bilmiyorum. Oysa güvensiz bir dünyada, güvensiz bir aile ortamında büyüdüm. Sırf bu yüzden bile kimseye güvenmemem lazım. Sırf bu yüzden hep diken üstünde durmam ve o çirkin ağızlardan çıkan sözleri ciddiye almamam, onları sikime takmamam ve cümleleri birer birer tutup, beynimin içinde sürekli elekten geçirmem gerek. Ama yapmıyorum ve olan bana oluyor.

Sahi, benim neden böyle sikik bi hemen güvenme sorunum var? Özellikle de, samimi görünen gülüşlere, tatlı sözlere, o küçük sahte tebessümlerin sahiplerine?
Bu güvenmelerimi en kısa zamanda yok etmeliyim. Çünkü dünya, güvenilir olmayan milyonlarca onunbunun çocuğu insanla kaplı bir yer. dünya da iyilik kadar kötülük de var. iyiliği görmeyi tercih ederek, kötülüğü bitiremiyoruz ve bitiremeyeceğiz de. en azından şu yaşıma kadar ben bitiremedim. bitmedi. bi ara ben bitecektim ama o bitmedi. bitmiyordu.)

Eşyalarıma dönecek olursak:
Ben o eşyaları büyük zorluklarla dişimden, tırnağımdan ve gerçekten; sikimin keyfinden artırarak yavaş yavaş aldım. Zaman içinde parça parça almış olsamda; hepsine, alın terimle kazandığım paranın helal olduğunu bilerek ve içim rahat bi şekilde ödeme yapmıştım. Ev sahibinin de o eşyalarda alın terim olduğunu bilerek yaklaşacağını varsaymıştım. Yanıldım.
Zaten varsaymak koca bir aptallık göstergesi. Tekrar deneyimledim.

Aslında eşyalarımı düşürdüğü durum için ve ben henüz evden çıkmamışken, tadilata girişip eşyalarımı birer bok çuvalına çevirdiği için dava açmayı, onu yakasından tutup mahkeme salonlarında sürüm sürüm süründürmeyi de düşünmedim değil ama "değmez" diye düşünerek yapmadım.
Şimdi konu üzerine tekrar düşünüyorum da, keşke yapsaydım. Hayatı boyunca unutamayacağı bir ders verip, bir daha kimsenin eşyasına bu şekilde davranamayacağını öğretmiş olsaydım. Hem bir daha birinin yuvasını, böyle gelişi güzel dağıtmanın ne demek olduğunu belki öğrenirdi de bu şekilde davranmazdı.

Ama ona, eşyalarıma yaptığının ayıp olduğunu söylemek dışında bir şey söylemedim ve o da "hiç haberim yoktu. ustalar yapmış olmalı" demekten başka hiçbir yalan söylemedi.
yalanından sonra bir şey demedim ve o ara sınav haftasında olduğumdan dolayı, kafama takmadan hayatıma devam ettim. etmeliydim.

Nasılsa hayatımın biraz ilerisinde, daha güzel eşyalar alabilirdim. Alacaktım da. Daha önce de hep böyle oldu. Defalarca hayatıma sıfırdan başladım ve her defasında, yeni başlangıcım öncekinden çok daha iyiydi. Çünkü biliyorum, ben güçlüyüm ve allah'a çok şükür ki, gittikçe daha da güçleniyorum.


05 Aralık 2017

karpuzcu ile hayat üzerine

Geçen gün karpuzcu ile aramızda şu diyalog geçmişti:

Karpuzcu: Sen hiçbir zaman bi kızı sikemezsin
Hayat Erkeği: niye
-dayı kızlarla muhabbetine dikkat ettim, çok empati yapıyosun yav
-ne alaka lan?
-ya alaka malaka. kızlarla çok empati yapmıycan. sadece fırsatını buldun mu sikicen. o kadar!
-üff saçmalama
-üff değil. onlar da bunu istiyorlar. ama sen çok anlayışlısın. böyle anlayışlı oldukça da sikemezsin. hatta şunu söyliim; bi kızla tanıştıktan sonra, sen onun sadece en yakın arkadaşı olursun. bense onun fakbadi'si. yani senin arkadaşın olurlar, benim ise oruspum. bana verirler, sana anlatırlar. belki de aslında çok anlayışlı biri olduğun için ibne olmuş olabilirsin.

ona göre, kızlarla ilişkim olmamasının nedenlerinden biri de fazla empati yapmammış. hatta onlara karşı çok merhametli oluşummuş. bilmiyorum, böyle şeyler konuştuk. resmen piç işte.