-->

30 Kasım 2017

sınavlar. ibneliğin gıybet değeri. parasal mevzular ve dididididiğer şeyhler

Sınıftaki çocuklarla yaşlarından ve yaşlarına bağlı ergenlik muhabbetlerinden dolayı fazla içli dışlı olmamaya çalışsamda, aradan geçen 2-3 aylık süre içerisinde, mecburen biraz samimi olmaya ve aradaki köprüleri iyice kurmaya başladık.

Açıkçası daha önce, çoğunun "salak" olduğunu düşündüğüm ve beni de bu salaklıkları içerisine çektiklerinde, kendimi onlara kaptırıp zamanla aralarında boğulacağımı, bildiğim için yaklaşmıyordum. Ama tabii geçen bu süre içerisinde yanılmadığımı görmeme rağmen, içlerindeki iyi tarafa odaklanınca, salaklıklarının bi önemi kalmadı. Gereksiz muhabbetlerinden ise birazcık da olsa uzak durarak kendimi kurtarmayı seçtim.
Hem zaten hangimiz salak değiliz ki? ve hepimiz salakken, neden salakları dışlayıp ötekileştirelim ki?

Dediğim gibi, salak da olsalar, salaklık, sonuç olarak onların iyi çocuklar olmalarına engel bir nitelik değil. çünkü salaklık ayrı, iyilik ayrı iki su'dur. Beraber akar ve hiç karışmazlar. Bu yüzden bazen iyilik, salaklıkla bile karıştırılır ve karıştırılmaya da devam edecektir. Sürekli kötülük yapanlara bile iyilikle karşılık verince, çevremizdekilerin samimiyet dağının arkasına saklanıp, kibirlice söyledikleri o "üff salak mısın sen, o sana şöyle böyle yaptı ama sen hâlâ iyilik yapıyorsun" cümlesi de bunun imzası niteliğindedir.
Bu çocukların da içlerinde iyilik var ve o iyilik, onlara yaklaşmama bahane oluyor. Çünkü dünyayı iyilik kurtaracak ve gerçek bir kötüye bile iyilik yapmakla değişecek her şey.

Doğrusu ilk adımı onların atmalarını beklemek ve onlar iletişime geçmedikçe ben çok fazla iletişime de geçmiyorum. Ama tabii sınıf ortamında ayrı. Çünkü genel olarak sınıfın abisi gibi değil de, sınıftan biri gibi olmaya, yaştaşları gibi görünmeye ve davranmaya çabalıyorum. Bunu başarıyorum da. Ki tipimden de, yaşım hiç belli olmayınca, onların arasında hiç de 30'larında biriymişim gibi sırıtmıyorum.
Bu çabalarımı yanlış anlayıp, aradaki köprülerin sik ve taşaktan oluştuğunu sananlar çıkmıyor değil, ama iki üç cümle sonra, çıktıkları deliği tersten gösterecek şekilde onları bozunca düzelmiş oluyorlar.
Bazen böyle davranmak zorunda kalıyorum. Davranmalıyım da. Aksi takdirde, 18-22 yaşındaki insanların fokurdayan hormonlarına uymak, benim gibi yaşlı biri için pek keyifli olmuyor.

Tüm bunlara rağmen çok kastığımı söyleyemem. Hatta onların aksine "ben daha rahatım" desem yeridir. Ama tabii nerede rahat olmam ve nerede ne yapmam gerektiğini onlardan daha iyi bildiğim için, kırdığım potların sayısı, onlarınkinin yanında SIFIR kalıyor.

Bir çoğunun ailesinin maddi durumu iyi ve bu maddi iyilik, onların gelecek korkularını çoktan törpülemiş bile. Yani henüz "bi baltaya nasıl sap olunur"u bilmedikleri ve hatta bunu hiç düşünmedikleri için ailelerinin dürtüklercesine yönlendirmesine açık bi şekilde yaşayıp gidiyorlar.
Hatta "anne babalarının zoruyla adalet okumaya gelmişler" desem yeridir.

Bu zorlamanın sonucu olarak, bir kaçı henüz arkadaş ve aile çevresine "adalet okuyorum" diyemediği için, "hukuk okuyorum" diyerek günlerini geçiriyor. Adalet okuyor olmak, onlar için bir eziklik göstergesi.
Aileler de çocuklarından hicap duyuyorlar galiba. Sonuçta bir savcının, hakimin bla bla'nın çocuğunun, babasının veya annesinin izinden gitmemiş olmasından utanç duyuyorlar. Belki de kendi sığ dünyalarınca, duymakta da haklılar.
Ama ne olursa olsun, babalar ve annelerin, kendilerine benzeyen çocuklar yetiştirme takıntısı, yüzünden bu çocukların geleceği mahvolacak diye düşünmekten de kendimi alamıyorum. bu durum kimin umrunda onu da bilmiyorum.

Çünkü okumuş, bir yerlere gelmiş ve modern hayatı benimseyerek toplumda söz sahibi olmuş yetişkinlerin, ayna karşısında kendilerini izleyip, Gepetto amca misali çocuklarını odun olarak görüp yontmaya kalkışmaları, pek hayra alamet değil.
Acaba tahsil cehaleti alsada, eşşeklik gerçekten baki mi? Üstelik bu eşşekler, mahkeme salonlarında insanları millet adına hukuki olarak yargıladıktan sonra, cezalandırıyorlar da. Veya bazıları gibi, mahkeme salonlarında suçlunun, suçsuz olduğuna dair savunusunu yapıyorlar. Veya savcı vasfıyla bir olayı araştırıp, delillere ulaşmaya çalışıyorlar. Gerçekten ulaşabiliyorlar mı?

ailelerin, çocuklarına sahip çıkmalarını güzel bir davranış olarak görsemde, bu tür bir zorlamada bulunmakalarını kafam almıyor. Hatta öyle bir zorlamaki, ailelerden bazıları çocuklara, eğer derslerden kalmadan sınıfı geçerlerse araba alma sözü bile vermişler. Yani ortada büyük paralar dönüyor KÂMİL!!!

Araba alma sözlerini ve diğer, şeyleri duyunca boş kalmayı kendime yakıştıramadım ve bu yüzden, onları sınavlara hazırlama önerisi olarak, tüm notlarımı toparladım, ders başına 100 TL'ye satışa çıkardım. Ama hiçbiri almadı. PİÇLER!!!

Buna rağmen, sınav günü içim el vermediği için, sınavda çıkabilecek sorulardan bazılarını söyledim ve gerçekten de sınavlarda o sorular çıktı. Hepsi notları parayla satmama kızsalarda, sınavda çıkabilecek soruları söyleyip onları çalıştırmış olduğum için sevindiler, sınavdan önce takındıkları düşman tavırlarını da yavaş yavaş bıraktılar.

Bugün ise 5-6 sınavın sonucu açıklandı. Tabiiki eşşek gibi çalıştığım ve kütüphane köşelerinde sabahladıktan sonra sınavlara girdiğim için beklediğim notları aldım. Sınıfın geri kalanının çoğu ise geçme notlarını bile alamamışlar. Bu yüzden bugün sınıfa gelenler arasında biraz gerginlik vardı. Bana da biraz düşman gözüyle bakıyorlardı ama açıkçası sikimde değil.

Sonuçta notların tamamını, onlar bana para vermeyince, paylaşmadığım için suçlu ben değilim, çalışmadıkları için onlar suçlu. Hatta derslere gelmedikleri için de, haftanın sadece bir günü derse gelmelerine rağmen not tutmadıkları için de onlar suçlu. Tabii sürekli barlarda gezip, barlar kapanınca yarım kalan eğlenceyi evlerinde devam ettirip, öğlen uyandıkları için de yine onlar suçlu.

Bu yüzden tavırlarını çok iplemedim. Çünkü onların bar köşelerinde 1 gecede harcadığı paraları, ben kazanmak için 1 hafta götümü yırttım. Boş zamanlarımda diğer sınıfların derslerine girip, sürekli ne olup bittiğini anlamaya çalıştım. O yüzden not karşılığında para istemeye hakkım vardı. Onların ise bana surat asmalarına hakları yoktu. Haklı olduğumu bilmek, içimi rahatlattı ama bir çoğunun normalden de daha kötü not almış olmasına üzüldüm. Tabii benimle ilgili olmaması ve bunun sadece onların kendilerini ilgilendirmesinden dolayı, yorum yapmadım.

Öte yandan tüm bunları bi kenara bırakırsak, bugün bir kaçı gelip yine notlar, dersler falan filan konularını açtı. Ben de cevap olarak "aslında geç kalmadınız. sonuçta bunlar ilk sınavlarımızdı ve bu sonuçların sadece % 30'u alınacak, finallerin ise % 70'i alınıp puanlama yapılacak. yani dersi geçip geçmemeniz final sınavlarına bağlı. eğer şimdi oturup çalışırsanız yine geçme şansınız var. ama çalışmazsanız, okula servisle gidip gelmeye devam edeceksiniz" dedim. ahahahaha sonunda da güldüm :) ve ekledim "olum ders başına bana 100 TL vereceksiniz ve ilk dönem sonunda da aileleriniz arabalarınızı alacak" dedim. hepsi güldü. piçler ya :)

bu açıklıkta iletişime devam ettiğimiz için onlar da mutlu oldular ama para vermeye yanaşmıyorlar. açıkçası ben de not vermeye yanaşmayacağım. ya insan gibi okullarını okurlar, ya bana para verip derslerini geçerler, ya da derslerini geçemeyip kredi başına 330 TL okula ödeme yaparlar ve üstelik araba sahibi de olamayacaklar. her halükârda karar onların, ben zaten burdayım ve derslere sike sike çalışmak zorundayım.

öte yandan benim şu ibnelik tarafımı da sınıfta bilmeyen kalmadı. baktım geçen kendi aralarında kikirdeşiyorlardı. bu yüzden bir kaçını ayrı ayrı gruplar halinde kenara çektim ve "bakın, sadece kadınlardan hoşlanmıyorum. hayatımda erkekler de oluyor ve hep oldular da. eğer bu konuda aklınıza takılan bir şey varsa açık açık konuşalım. sonuçta utanılacak bir şey yapmıyorum ve ne yaptığımı bilerek yaşıyorum. hayatımın tüm kontrolü bende. eminim sizin de çevrenizde veya ailenizde ibne birileri vardır. o yüzden uzaydan gelmişim gibi davranmayın. arkamdan da konuşmayın. bu konuda ve genel olarak kafanıza takılan ne varsa açıklıkla sorabilirsiniz. aklım yettiğince, dilim döndüğünce cevaplarım." dedim.

Böyle böyle kenara çekip konuşunca düzeldiler ve hatta biri "en yakın arkadaşının gay olduğunu, diğeri çocukluk arkadaşının trans olduğunu ve hatta, ameliyat parası için yardımda bulunduğunu, diğeri aile çevresinden birinin ibne olduğunu" söyledi. sınıftaki kızlardan biri de, lisedeki yakın arkadaşlarından ikisinin lezbiyen olduğunu, bir başka kız ise, eski sevgilisinin ayrıldıktan sonra biseksüel olduğunu öğrendiğini söyledi. hatta çocuğun ailesi, falan filan herkes biliyormuş çünkü evlerinde başka bir çocukla yatakta yakalandığı için kızılca kıyamet kopmuş ama sonrasında olay bir daha konuşulmamak üzere kapatılmış.
Tabii diğerleri de konulara girdi ama çok iplemedim. Sonuçta çevrelerindeki insanlar onları ilgilendirirdi ve doğrusu, çevrelerinde benim gibi birileri var diye beni de normal olarak kabullenmeleri çok da hoş değil. çünkü normal görünmek için, bir başka normale ihtiyacım yok. bunu anlamaları uzun sürecek. ama anlayacaklar. bir gün.

bu gerek tekli ve gerek gruplu konuşmalarımdan sonra benimle olan muhabbetleri normale dönünce, iletişimimiz daha sağlıklı oldu ve hatta bende eskiye nazaran daha çok rahatladım diyebilirim.

bazen beni yalnız yakaladıklarında "abi nasıl oldu? ilk nasıl hissettin, ne zaman hissettin, ne zaman oldu?" gibi yaşlarına yakışır saçma salak sorular soruyorlar ama hepsine gülerek cevap veriyorum.
çoğu, geçmişimde (çocukluğumda falan) tecavüze uğradığım için veya kötü bir olay yaşadığımı düşündüğü için, bugün götümü siktirdiğimi veya göt siktiğimi sanıyor. (bu zaten toplumun genelinin bakış açısı)
geçmişimde kötü bir şeyin olmadığını ve erkekleri de sevdiğim için onlarla beraber olmayı tercih ettiğimi, bunun hoşuma gittiğini, sevdiğimi söylüyorum.
bu cümlemden sonra, onlara bekledikleri cevabı vermemiş olduğum için suratları "acaba bizden de hoşlanıyor mu ve sikmeye kalkışır mı" adında bir ifadeye bürünmüyor değil.
bunu anladığım zaman gülümseyip başka konular açıyorum ama çok geçmeden konumuz yine ibnelik mevzularına geliyor. bu konuda meraklarını gidermem imkansız. umarım götlerini siktirmeye veya etkek götü sikmeye kalkışarak, meraklarını gidermeyi tercih etmezler. çünkü bir sefer bir erkekle beraber olunca, bir daha vazgeçilemiyor. erkek bedeni, uyuşturucu gibidir. tadan kişi de bağımlılık yaratır..

Sadece sınıftakiler değil, okulda muhabbet ettiğim insanların bir çoğu da artık ibne olduğumu biliyor. doğrusu bilip bilmemeleri de beni ilgilendirmiyor. ama bir çoğu hem kadınlara, hem erkeklere, yani 23'ünden gün almış herkese yürüdüğümü, yürüyeceğimi biliyor. bazıları normal gündelik konuşmalarımız arasında öğrenirken, bazıları ise kulaktan kulağa öğrenmiş. bazıları ise aşk acısıyla yanıp tutuştuğunda gelip benden tavsiye istediğinde öğrenmişlerdi.

hatta bunlardan birine, tavsiye de bulunurken "açıkçası, uzun zamandır kadınlarla aşk meşk konularına girmedim. sadece arada seks yaptığım oluyor. ama erkeklerle aşk yaşayan biri olarak söyleyebilirim ki; birini seviyorsan uzatma. sevdiğini söyle gitsin. içinde tutarak, bi bok olmuyor. kadınlara dönecek olursak; zaten sevildiğini duymaktan başka hiçbir şey için yaşamıyorlar. seviyorsan git konuş. peşinde koş. eninde sonunda dönüp sana bakacaktır" gibi cümleler kurmuştum. bu salak ona yürüdüğümü sanıp tırsmış. Ertesi gün ise ortak arkadaşımız olan Karpuzcu'ya gidip "olm bu bana erkeklerle olduğunu söyledi, galiba bana yürüyor" gibilerinden cümleler kurmuş. Karpuzcu'da ona, beni yanlış anladığını ve öyle bir amacımın olmadığını söyleyerek, bunun ağzının payını vermiş.

Hayır bi de bu Sivilceli Çirkin mal herif, yakışıklı olsa, konuşması düzgün olsa, her iki cümleden birinde etrafa tükürük saçmasa, gülüşü güzel olsa, yüzünde hiç osbir sivilcesi olmasa, yürüyüşü düzgün olsa, dişleri sarı ve çarpık çurpuk olmasa, tipi yakışıklı olsa (ki bu en önemlisi )zeki ve çalışkan olsa yürürüm de. değil.

Hatta sadece zeki olsa yine yürürüm. ama değil. değil. değil.
aptalın teki ve üstelik tüm fiziksel ve ruhsal çirkin özelliklerine rağmen kendini dünya tatlısı sanıyor.
zaten Karpuzcu, çocuğun ona yürüdüğümü sandığını söylemesinden 1 dakika önce ben, çocuğun hal ve hareketlerinden dolayı tırsmış ve Karpuzcu'ya "ya bu çocuk çok mal birine benziyor. garip gurup hareketleri var. bununla fazla muhatap olmasak mı" demiştim ve Karpuzcu'da bu yüzden "o da senin ona yürüdüğünü sanmış. biraz homofobik biri olabilir. kanka iyisi mi çok muhatap olma" deyip, konunun detaylarını anlatmıştı.

hayır bi de ben normalde sadece başımla selamlaşmama rağmen, her karşılaşmamızda, o gelip tokalaşıyor ve hatta yanak yanağa öpüşmek için de atak yapıp öpüyordu.
hayvan herif o günden sonraki öpme ataklarına hiç karşılık vermedim ve hatta öpmesin diye de yalandan tokalaşırken sürekli öksürük tutmuş gibi numaralar yaptım. çok şükür artık bi yerde otururken o geldiğinde ya tokalaşmamaya, ya da uzaktan tokalaşmaya çalışarak geçiştiriyorum.
ama tabii, bizim 4 kişilik grubumuzda henüz onu seven kimse olmadığı için onu yavaş yavaş gruptan da dışarı atmaya başladık. Geçen Ayakkabıcı'ya da bu çocuktan hoşlanmadığımı ve o gruba geldiğinde her defasında görmemiş gibi yaptığımı söyledim. O da "ahahaha ben de sevmiyorum" dedi ve tam o anda çocuk çıkıp geldi. İkimizde arkamızı döndük ve sanki görmemişiz gibi yaptık. Sonra o gelip zorla muhabbete girmeye çalıştığında da sorduğu hiçbir şeye cevap vermeyip, sanki aramızda şiddetli bir tartışma varmış gibi yaparak konuşmaya devam ettik. Çocuk da bir kaç deneme daha yaptıktan sonra çekip gitti. O gidince biz de kahkaha atarak güldük. Yağlarımız eridi. İçim bi hoş oldu. ohhh.

Tüm bu sik-sok'ları geçip, geçim derdime geri dönecek olursak:
Hazır sınavlar bitti ve notlar yavaş yavaş açıklanmaya başlamışken, sınıf arkadaşlarım da kötü notlar aldıklarını görmüşken, şimdi de aklımda, Final'lerden önce onları çalıştırıp, ders başına 100'er TL'lerini cebime indirmek var. Yani anlayacağınız ceplerindeki 100 TL illaki benim olacak. Başka çıkarı yok.
Zaten para kazanabilecek farklı bir çözüm yolu da bulamadım. Çünkü tarlada ırgat olarak çalışmak da bi yere kadar. Garson olarak, komi olarak, ıvır zıvırcı olarak günlük 11 saat mesai karşılığında 40 TL'ye götüm torba oluncaya kadar çalışmak da, canıma tak etti.
En rahat para kazanma yöntemi olarak, bildiğim bir şeyi yaparak para kazanmak ve bu arada benim de öğrenmem en temizi.
Bakalım onları, bana para vermeye ikna edebilecek miyim? Edemezsem, hep beraber oturup ağlarız gülünecek halimize. Başka çaremiz yok. Sonuç olarak onlar arabasız kalır, ben parasız.


28 Kasım 2017

biraz sonbahar, biraz da şom bahar üzerine

(aşağıda okuyacağınız ve sonrasında devamının geleceği upuzun hikâye, geçen yılın Türkiye'sinde (2016 yılında) yaşanılır gibi yapıldıktan sonra iyice abartılarak yazıya aktarılmıştır. Tüm kişi ve kişilikler hayal ürünü olmayıp, hayalden dışarı fırlamış cenevarlardır. )

                                                     -----------------------------------

Geçip giden önceki aylar gibi Eylül'üde yapayalnız bitirmek üzereydim ve artık aradığım şeyin ne olduğunu da bilmiyordum.
Yani zaten aradığım şey neydi, ne arıyordum ve neden arıyordum, bu arayış neden başlamış ve hiç bitmiyordu ki.
Oysa "başlangıcı olan her şeyin bir sonu da vardır" diyordu edebiyatçılar, felsefeciler, matematikçiler, düşünürler, şairler ve astrofizikçiler falan.
sırf onlara dayanarrakktan şunu söyleyebilirimki; arayışımın da artık sonunun gelmesi gerekiyordu.
Ama gelmiyordu ve anlamıştım ki; mantıklı cümleler, hayat karşısında hep boş birer balondan ibarettir. Çünkü hayat, cenk meydanında insanı tokat manyağına çeviren, osmanlı askerinin sağ elinden başka bir şey değildir. Hayat budur.

Hayat buydu ama ne olduğu belirsiz arayışımın bitmemesi de artık fazla yorucuydu. Bu yoruculukta, büyük "bi ihtimal" sonbaharın etkisi de fazlaydı.
Doğrusunu söylemek gerekirse içinde "bi ihtimal" gibi iki kelime geçen bir cümle kurmak yerine, sebep olarak  direkt sonbahar'ı göstermem daha mantıklı olur.

Çünkü, ormanlık alanda sıçtıktan sonra yapraklarıyla götümü sildiğim beş para etmeyen şu sonbahar'ı hiç sevmedim gitti gitti.
Tabii o da beni hiç sevmedi. Birbirimizi karşılıklı sevmeyişimiz bitecek gibi de değil. Bu yüzden olsa gerek, o beni hiç acımadan tokat manyağına çevirendi. O beni hiç acımadan ordan oraya savuran, bana dalsız bir yaprak gibi davranmaktan geri kalmayanın ta kendisiydi. Ondan nefret ediyorum.

Ondan ne zamandan bu yana nefret ettiğimi bilmiyorum. Sadece nefret ediyorum ve nefretimin nedenini de hiç anlayamadım.
İşte şimdi yine sonbahardaydım ve ondan yine nefret ediyordum. Belki de ölünceye kadar tüm sonbaharlardan nefret edecektim.

Oysa aslında "iflah olmaz bir romantiksin" diye sürekli söylenir arkadaşlarım ve onlara göre; sonbahar, tam da benim mevsimimdir. Öyle olmalıymış falan filan. Bu yüzden de depresyon ve türlü şeylere girmektense, bundan zevk almam, önceki aylara oranla daha da mutlu olmam gerektiğini söylerler. Ama hiç öyle olmaz. Ben her sonbahar karışırım, içim dışıma çıkar. Dışımdaki içim bi başkalaşır. Her şeye sıkılırım. Her şeyden sıkılırım ve sıkıldığımı bildiğim için, ben, ben olmaktan çıkıp başka birine dönüşürüm.

Yani görünenimin ve benden beklenin aksine, sonbahar'ı hiç sevmem. Hatta baş ağrılarımın, huzursuzluklarımın, depresyona girip çıkmalarımın arttığı aylardır. Farklı ruh hallerinde yaşamalarım, farklı duygu durumlarına girip çıkmalarım hep bu aylara denk gelir. Hep bu aylardadır.

Zaten; kimsesiz kaldığı için, durmadan saatlerce ağlayan çocuk gibi, yağmur yağdıran bulutlar, adeta slow müzik eşliğinde dans ederek aşağıya süzülen cansız yapraklar, sokakları dolduran suratsız insanları ve arkadaşların sahte gülümsemelerinin bollaştığı bir mevsimi kim sever ki?
hem pardon ama, cidden soruyorum; bunca acı varken, romantiklik sonbahar'ın neresinde?
ölümü çağrıştıran, ölmeye çağıran ve hatta ölümü sürekli kulaklara fısıldayan bir mevsim neden sevilsin ki? Belki ben de bu yüzden sevmiyordum, ve sevmeyecektim de.

(bi hikâye yazacaktım ama vaz geçtim.
yazıyı geçen yıl Ocak veya Şubat ayında yazmıştım. Şimdi bu giriş kısmını yayınlayarak geçiştirmiş olayım. Zaten yukardaki cümleler o ara hissettiğim şeylerdi, şimdi ise pek hissetmediğim ve hissetmeyi de sevmediğim şeylere dönüştü. Çünkü sonbahar takıntımın sebebini de bu ay (2017 yılının kasım'ında) çözdüm. çözünce çok ama çok rahatladım. yani artık sonbahardan nefret etmiyorum. belki de bi kaç yıla kadar sevmeye bile başlayabilirim. )

26 Kasım 2017

bir sınav haftasıydı geldi geçti peh peh peh

Dün itibariyle bütün sınavlar bitince bende bitmiş oldum. Nefes almaya başlamışken, şimdi hemen dün'e dönüp "sınav haftası denilen şeyi icat edenin allah belasını versin" dememek için kendimi zor tutuyorum. Çünkü resmen kamyon altında kalmışım gibi hissediyorum. Hele birde diğer sıkıntılarım da üstüne binip, iyice çekilmez olunca, sanki kamyon altında kalan bedenimi alfalttan spatula yardımıyla sökerek kaldırıp kenara atmışlar ve sonrada üzerime beton dökmüşler gibiydim. O neydi öyle ya. Resmen ölüm gibi bir şey oldu, ama ölmedim.

Dün en son sınavımdan çıktığımda artık kuş gibi hafiflemiştim ama kanatlarım yoktu. O yüzden otobüse bindim ve yurda geldim.
Evet, geçen hafta bana KYK YURDU çıktı ve o yüzden artık yurtta kalıyorum. Gerçi daha tam kalmış sayılmam ama bu sabah itibariyle diğer rezil pansiyonumdan eşyalarımın hepsini getirmiş oldum bile. 
Burda tam kalmama nedenine gelince; burası yeni açılan bir yurt ve henüz binanın eksiklikleri bitmiş değil. O yüzden sürekli gürültü patırtı eşliğinde yaşayıp gidiyoruz. Hatta öyleki, henüz giriş çıkış kontrolleri bile yapılmıyor olduğundan ben sınav haftası boyunca sadece 1 gece burda kaldım, diğer geceler ise okula yakın olan rezil pansiyonumda kaldım. Çünkü sabahları hemen okula gitmek ve kaldığım yerden çalışmaya başlamak, gün içinde de sınava girmek daha kolaydı.

Tabii sadece pansiyonda kalmadım. Kalın kafalının teki olduğum için, derslerden geri kaldığım yerleri anlamak için kütüphanede de sabahladım. Sadece ben değil, onlarca öğrenci sabahladı. Canım öğrenciler. Allahım emeklerinin karşılığını bir an önce güzel puanlarla versin. Hepsi avukat, savcı, hakim olmayı hak ediyorlar. İnşallah bu görevleri layıkıyla da yerine getirirler.


Şu an sınavlar bitmiş olduğu için ve geçen iki hafta boyunca köpek gibi çalışmaktan dolayı, yoğunluğa öyle bir alışmışımki, dün sınavlar bitip kendimi yatağa attıktan sonra saatlerce uyuyup uyanınca bile uykumu tam almış olmadım. O yüzden bugün öğleden sonra 2 saat daha uyuya kaldım ve uykumu iyice almış olunca da dışarı çıkıp gezdim.
Gezerken şunu fark ettimki, resmen boşluktaydım. Yani o sınav yoğunluğunun havasına öyle bir kapılmışımki, sanki böyle boş boş gezmektense gidip yine kütüphaneye kapanmak zorundaymışım gibi hissediyordum, ki kütüphaneye de gidip 15-20 dakka boş boş oturmaktan da geri kalmadım.
Canım kütüphanem, bomboştu. 2 öğrenci dışında hiç kimse yoktu. Koca raflar sessiz sessiz gelecek ayki sınav haftasını bekliyorlardı. 

Sonra çıkıp etrafta turladım ve işte otobüse binip yurda geldim. Yemekhane'de soğuk ve tek kaşıklık yemeklerden alıp yedim, odama çıktım işte bunları yazıyorum.
Oda 4 kişilik ama henüz benim dışında kimse yok. Belki önümüzdeki haftalarda birileri daha gelir. Benim gelmem ise sanırım sürekli dilekçe yazmamdan dolayı. Onun dışında bi bok olduğunu sanmıyorum. Zaten koca yurdun onlarca odası ve tüm yurtta ise toplamda 700 öğrenci kalacağını varssayarsak, şu an sadece 50 öğrenci için yurt açmış olmaları pek akıl karı değil. Sanırım biz bu 50 öğrenci sürekli dilekçe yazanlarız. Sırf bizi susturmak için, eksiklikleri 1 yıla kadar anca bitecek olan bu yurda yerleştirdiler. Bence haklılar. Ama ben de haklıyım. Çünkü diğer taraf çok kötüydü ve orda kalmak insanlık dışı bir şey gibiydi. Zaten ben de insan olmadığım için orda kalıyordum. 

Öte yandan şimdi bu yurda yerleştim ya, okulun hemen kendi bahçesinin içinde de KYK yurdu var. Amacım bi an önce ordan birilerini ikna edip, yer değiştirmek ve o yurda geçiş yapmak. Böylece sınav haftası, falan filan gibi şeylerde geç kalsam bile, uyandığımda hemen kalkıp yetişebilirim. Çünkü burası okula 30-40 dakikalık uzaklıkta ve bu hiç hoş değil. Ayrıca servis saatleri de çok anlamsız. Bir servisi kaçırırsam, sıçıyorum. Diğer servisi yakalamak için ise saatler öncesinden gidip durakta kamp kurmak lazım.

Hele birde 18-19 yaşında bebelerin servis otobüsüne saldırış anları varki, bu yoğunluğu ve yer kapmacayı İstanbul Metrobüs'lerinde bile görmedim. O nasıl yer kapmaktır yarabbil alemin. Bu kızlar, taze oğlanlar ve diğer bilumum arada kalmış ben gibiler, neden bu kadar vahşiyiz, neden 30 dakka ayakta yolculuk yapmaya üşenip, onu bunu iterek kendimizi küççççücük düşürüyoruz. Pek akıl karı değil.

İşte bu yüzden bi an önce birini kandırıp, okuldaki yurda taşınmam lazım. Bakalım o şanslı kişiyi nasıl bulacağım. Gerçi geçen gün bizim sınıftan bi çocuğun oda arkadaşı "abi zaten benim son senem, istersen yıl sonunda, okul bitmeden 2 hafta önce seninle yer değiştiririz, ben geçerim oraya, sende benim odaya geçersin" teklifinde bulundu ama yıl sonuna da çooooook var.
Ölme eşşeğim ölme hesapları yani. ama tabii hiç yoktan iyidir. bu teklif yine cepte ve kenarda duruyor. Diğer teklifler için etrafı kol açan etmeye devam etmek lazım.

Öte yandan bugün Hukuk sınıfından arkadaşlarımın son sınav günüydü ve onlarda saat 11:00'de sınavlarını verip çıktıkları gibi uçarak Türkiye'ye gittiler. Tabii sadece onlar değil, okulun yarısı gitti bile. Yani şu an resmen okul ıssız bir yere dönüştü desem yeridir. Bu kalabalık 2 hafta sonra tekrar dönüp gelecek, işte o zaman görücez yine koşuşturmaları falan filan.

Ben ise bi yere kıpırdamayacağım. Çünkü kıpırdamak demek para harcamak demek, para olmayınca, kıpırdamak da olmuyor.
Gerçi KYK KREDİSİ de çıktı ama onun öğrencilere, yani benim gibilere ödemelerine Ocak ayında başlayacaklar. Bu yüzden o zamana kadar cepleri deliksiz tutmak lazım. Yoksa iyice sıçarım.  Gerçi zaten çok para harcayan biri olmadığım için bu konular bana sıkıntı olmuyor ama arkadaşlarım da sürekli zayıfladığımı söylüyorlar. Umarım 5-6 kilo alırım da, zayıfladın diyenleri utandırırım.

Arkadaşlarım dedim de, benim hukuk sınıfından arkadaşlara biri daha katıldı. O da Yozgatlı ve sivil hayatında, babasıyla beraber ayakkabı tezgahı işletiyormuş. İyi piç bi çocuğa benziyor. Muhabbeti pek yok ve sürekli donuk donuk bakıyor etrafa ama özünde iyilik var gibi. Biraz deli gibi de bir şey. Genelde durduk yere saçma sapan hareketler yapıp hepimizi güldürüyor. Yani biz 4 kişi olduk ve işte hep beraber takılıyoruz.
Gerçi bu 2 haftadır sınav ve ders yoğunluğundan dolayı pek takılmıyorduk, sadece arada bazen bir araya gelip çay içiyorduk ama artık o kötü günler geride kaldı ve yakında yine hep beraber bi araya gelmeye devam edeceğiz. Tabii öncelikle onların Türkiye'nin 4 bir yanına dağılmışlıklarının ardından tekrar Kıbrıs'a dönüp bir araya toplanması lazım. Ben zaten hep burdayım. Yani sonsuza kadar. 

Bir de benim bu ev işi iyice sapıttı. Ev sahibiyle de kötü oldum. Eşyaları koyacak yer arıyorum. Bakalım onu da hallettim mi,  artık kafası benimkinden daha rahat hiç kimse olmayacak inşallah. 
Bir de tabii şu sınavların sonucunu da bekliyoruz. Başka sıkıntımız yok. allah vermesin de inşallah.
Hadi kendinize iyi bakın, bana dua edin.

16 Kasım 2017

iki deli bir araya gelmemeliydi

Geldiğim bu okulda çok farklı insanlar var. Hepsinin yaşantıları, yaşanmışlıkları, yaşamak istedikleri, hayata bakış açıları, kişisel duruşları ya da duramayışları, sandalyede oturuşları, yürürken tökezlemeleri ve savurmuşlukları.
Hepsi birbirinden çok farklı ve bu çeşitlilik çok hoşuma gidiyor.

Hoşuma gittiği için de, buraya ilk geldiğim günden bu yana durmadan yeni insanlarla tanışıyordum. Tanıştığım her insan da beni hayran bırakan bir yaşanmışlık, farklı bir duruş arayıp duruyordum ve bu yüzden olabildiğince çok insanla tanışıp, hayata nasıl baktıklarını, neyi nasıl ifade edeceklerini, ettiklerini görmek, gözlemlemek zorundaymış gibi günlerimi geçiriyordum. 
Çünkü yaşanmışlıklarını dinledikçe, başlarından geçen iyi veya kötü olayları onların kendi ağızlarından dökülen kelimelerle birinci ağızdan duydukça hayranlığım artıyor veya azalıyordu. 

Bu sürekli tanışmaların birinde ise, karşımdaki kadının da benim gibi olmasından dolayı şok yaşayınca kendime geldim. ne yapıyordum ve hatta o da, ne yapıyordu? ya da ikimiz için söylemek gerekirse; ne yapıyorduk böyle? 
kendimize ve çevremizdekilere nasıl davranıyorduk. 
çevremizde bulunan ve yeni tanıştığımız insanlara göre kendimizi konumlandırdığımız yer birer gözlemci, tanıştıklarımız ise birer deney faresi gibiydiler.

bu tanıştığım kadın, farkında olmadan bana bunu fark ettirdiği an kendimden tiksindim. midem bulandı kendimden. çünkü ben ve ona göre; tüm insanlar birer deney tüpü içindelerdi de, biz onları izlerken dinliyor gibiydik. hatta sanki onlar insan değil de, birer gerçek fare'ydiler.

onlara gösterdiğimiz ve bize göre bu farkında olmadıkları "deney faresi" muamelesini hak ediyorlar mıydı? çok acımasız değil miydik? ne yapıyorduk, ne yaptığımızı sanıyorduk, ne boktuk ki, onlara farklarında olmadan böyle davranabiliyorduk? onları böyle konumlandırabilmiştik?

hayır, bu davranışımızı hak etmiyorlardı. Çünkü onlar insandı ve biz onlara çaktırmadan, yaşanmışlıklarını dinleyip, kendilerini de, kafamızın içinde kurgulamakta olduğumuz hikâyelerin kahramanlarına dönüştürüyorduk.

yani bizim çevremizde birer fare olmak mıydı onların görevi, yoksa arkadaşımız, dostumuz, sırdaşımız, nefret ettiğimiz biri, ya da gıcık kaptığımız sıradan biri, belki aşık olacağımız kişiler mi olmalıydılar? belki de kavga ettikten sonra arkadaş olanlardan olmalıydık onlarla, ya da aynı kişiden hoşlanan, aynı okulda okuyan sıradan insancıklar olmalıydık.

ama bunların hiçbir olmamıştık ve aksine, olma şansını da geri tepiyorduk. insanlar bizim için tanışıp, hayatları hakkında bilgi alacağımız konuşan ve nefes alıp veren birer objelerdi. 
onların yaşanmışlıklarını dinlemek ve kenara atmak, bizim tek acımasız amacımızdı. bunu hep yapıyorduk, yapmıştık. belki bundan sonra da hep yapacaktık.

sonuç ne olursa olsundu, ama şu an yaptığımız şey iyi değildi. içinde saf kötülük barındıran bir şeyler vardı. insanın, saf duygusallığını, o yıpranmışlığını dinleyip kıskananlardık. karşımızdakini ruhuyla, çıplaklığıyla, samimi hüznünü, içten sevinçlerini koklaya koklaya onu sömürüp, sonrakine geçiyorduk. 
oysa bunu yapmamalıydık, bunu yapacak kadar kötüleşmemeliydik, ama yapıyorduk.
biz kötü insanlardık. biz başkasının acısını dinleyerek, onun yaşanmışlığını sömürerek mutlu olan iki asalaktık ve işte tanışmıştık.

yaşı benimkine nazaran daha genç. yani benden 10 yaş kadar genç. ama 2 yıl önce 47 yaşında bir adamla evlenmiş bile. ailesi karşı çıkmış ama ailenin hükmü 18'inden sonra kime geçerdi ki? kocasını da bırakıp, işte bu okula, istediği bölümü okumaya gelmiş  güya.
saçları kıvır kıvır, sürekli sırıtkan bir ağızla gezdiği için ve her şeye her an gülmeye hazır olduğundan dolayı samimiyetsiz. renkli giyimi, uçlarda yaşayışının en büyük göstergesi. fıldır fıldır gözleri deliliğini biraz ele versede, delileri gözönünden kaldırıp onları yüksek duvarlı bahçelerin arkasındaki binaların içinde bir yerlere hapseden toplumda, iyi rol yaparak kalabalığa adapte olmuş gerçek bir deliyi kim fark edebilirdi ki?

bence delileri hastahane adı altında, hapishanelere kapatmak iyi bir fikir değil. tüm delileri salıverip, akılları hastahanelere kapatmamızın zamanı geldi de, geçiyor.
hem biliyor musunuz, gerçek deliler ve kötüler, kendilerini en iyi saklayan ve asla yakalanmayanlardır. yakalananlar ise, kendini saklayamayan cahil aptallardı. hastahaneler onlarla dolu ve bu aptallar yüzünden bize yer kalmadı.

bence o da hafif bir deliydi ve kendine hastane olarak bu okulu bulmuştu. ben de farklı değildim tabii ve kendime burayı bulmuştum. yeni şeyler yaşamak, yeni yaşanmışlıklar biriktirmek için burdaydım. yeni insanların hayatlarının içine zerk olmak için burdaydım. biz, iki hasta insan. farklı cinsiyetlerde, aynı kafada, aynı hastalıkla boğuşan ve hasta olduğunu kabullenmeyen zavallılardık.
ama ben onunla tanıştıktan sonra, hastalığımı kabullenmiştim. kabullenince iyileşmeye de başlamıştım ve 1 ay sonra ise, yani şimdiyse hastalığımın büyük bir kısmını atlatmış olduğum için bunları yazıyordum.

14 Kasım 2017

Sınav maradonu başlamıştı ve zavallı öğrenci derslere asılıyordu

Bu hafta sonu ilk defa üniversite sınavlarımdan birine giricem ve böylelikle sınav haftası da başlamış olacak.
Biraz heyecanlı gibiyim ama tabii geçen haftaki kadar da değilim. Çünkü geçen hafta içimde olan şey; heyecandan çok, büyük bir korku idi ve doğrusu onu aşmak için; ne yapacağımı, nasıl yapacağımı bilmiyordum.
Üstelik ders çalışmama rağmen, okuduğum hiçbir şeyi de anlamıyordum ve öylece geçip gidiyordum. En sonunda bunu hocalara da söyledim. Dedim "hocam valla hiçbir şey anlamıyorum ve gittikçe stress olmaya başladım"
Önce bi yaşımdan dolayı stress olmama şaşırdılar, sonrasında çok şükürki hepsi bunun normal olduğunu, ama tabii abartılacak bir durum da olmadığını söylediler.

Öyle böyle derken de, baktım zaten stresim de dinmiyor ve hatta gittikçe artıyor, aldım kitaplardan birini, açtım derslerde aldığım notları, onlar üzerinden kütüphaneye kapanıp köpek gibi çalışmaya başladım. Harıl harıl çalışmaya başlamışken, aradan bir iki gün geçti ve zaten o arada stress de kalmadı. Geçen haftadan bu yana her gün bi derse çalışıyorum. Durum böyle olunca aslında hocaları da anlamaya başladım. Şimdiye kadar ise sadece dinleyip geçiyordum. Bugünlerde ise bazı taşlarım daha yeni yeni yerine oturmaya başladılar. Yani ilk günlerki gibi değil. (buna rağmen inşallah derslerden kalmam. çünkü ondan yana da ayrıca çok korkuyorum.)
Hocalar da iyi gibiler. Sonuçta işlerini yapıyorlar ve derslerini anlatıyorlar. sonrası ise bize kalmış. Bakalım artık.

Sadece ben değil tabii, tüm öğrenciler de elimizden geleni yapıyoruz. Valla gün içinde kütüphane tıklım tıklım öğrenci kaynıyor. Millet nefes almadan ders çalışarak sınavlara hazırlanıyor desem yeridir. Herkes kitaplarına hayvan gibi abanmış halde akşamı ediyor. Bu abananlardan biri de ben oldum ve sınav stresim de böylece bitmiş oldu.

Geçen gün ders çalışırken şunu fark ettimki, aslında tanıdığım birileriyle ders çalışamıyorum. Hatta resmen ders çalışmamak için elimden geleni de yapıyormuşuz gibi hissettim. Çünkü oturup ders çalışmak yerine fısır fısır sağdan soldan bir şeyler konuşarak zaman öldürüyoruz. Bunu fark edince de biraz gerilmedim değil. Sonra biraz düşününce çözümü buldum ve hemen hayatıma geçirdim. Çözüm basit: ders çalışma alanında, tanışmadığım birileriyle aynı masaya oturmak ve çalışmaya öyle koyulmak.

Bu yüzden tanımadığım masalardaki boş yerlere oturup ders çalışıyorum. Böylece hem daha çok çalışmış oluyorum, hem de dikkatimi toplayıp, sadece derslere vermiş oluyorum. Öteki türlüsü pek çekilmiyordu. Hatta "gıybet taym" oluyordu desem yeridir.

Hele bir de burda tanıştığım kişi sayısı artınca, iyice lafazanın teki olup çıktım. Resmen konuşmak için her fırsatı değerlendirdiğimi bile fark ettim. Sanki allah dil vermiş ve ben o dili her an kullanmalıymışım gibi yaşıyordum.
Neyse işte bunu durdurdum ve çok şükür kendimi derslere verebildim.
Hatta kendi tuttuğum ders notlarını da temize çekip, sınıftakilere dağıttım. Hepsi çok sevindiler. Ama açıkçası benim kadar da ciddiye almadılar. Bazen, sınıftakiler arasında, sadece kendimi okula gelmiş gibi hissediyorum. Sanki onlar öylesine takılıyorlar gibi. Sanki boş boş geliyorlar gibi. Çoğunun maddi durumu iyi olduğu için ve paralı gelmiş oldukları için dersleri falan da iplemiyorlar.

Ben ise, onların aksine hep en öne oturup, hocaları dikkatle dinlerken, aynı zamanda sürekli soru da soruyorum ve işte tam da bu sorularım yüzünden bana gıcık da oluyorlar.
Bazen beni sevdiklerini söyleselerde, dersteki sorularımdan sıkıldıklarını fark edebiliyorum. Arkadam "salak bu ya" dediklerinden eminim. Ama sikimde değil.

Hocalarla da bazen tartışıyoruz ve onların da sıkıldığını fark ediyorum. Ama açıkçası onların da sıkılmalarını takmıyorum Sonuç olarak robot değilim ve her söylediklerini doğru kabul etmek için okula gelmedim. Zaten tartışmalarımızın bazı bölümlerinde bana hak verdiklerini söylüyorlar. ama hoca olmanın, onlara verdiği "iktidarlıktan kaynaklı her durumda haklı olma" hallerinin ağırlığını da kaybetmek istemedikleri çok belli. Bu yüzden, bazen ben de kendi doğrumda çok ısrar etmiyor, öylece her söylediklerine "he he" deyip geçiyorum.

Ama genel olarak entelektüel anlamda çok eksikleri var ve zaten bir çoğu bunun farkında. O yüzden sadece uzmanlık alanlarında tartışmaya çalışıyorlar. Buna rağmen ise, uzmanlık alanlarındaki mantıksızlıkları üzerinden tartışmaya devam ediyorum ve o anlarda sinir olup "dersi sulandırma" diyorlar. Ben de gülüp "tamam hocam pardon" deyip konuyu geçiştiriyorum.

Bu arada erkek hocalardan biri hakkında, bugün, ikinci sınıflardan bazı kızlarla yatma karşılığında onları derslerden geçirdiği dedikodusunu duydum. Ki zaten okuldaki tek düzgün hoca tipi onda var sayılır. (Ki normalde dışarda buna sümük bile sürülmez.)
Ama okulda hoca olunca ve kızlar derslerden geri kalınca, hoca bunlara bi ihtimal önden geçirme karşılığında olayı çözüyorlarmış. Bilmiyorum, bende söyleyenin yalancısıyım ama o çocuk da pek boş biri değil. Genel de söyledikleri çıkıyor. Daha önce bir kaç dedikoduyu daha söylemişti, dediği gibi oldu.

Yalnız canımı sıkan durum şu ki; bu kızlar ailelerinin parası var diye özel okula gelip, ne diye onun bunun altında inleyerek sınıf geçmeyi kabul ediyorlarki. Madem paranız var ve özel okula geldiniz, o hocayı cebinden çıkartacak duruşu da sergilemelisiniz.

Sırf ders geçmek için yatağa girmek çok çirkin bence.
Gerçi böyle diyorum ama belki bende ilerde böyle bir şeye başvurabilirim. Çünkü ne zaman büyük konuşsam, hep çok geçmeden altında kalıp eziliyorum. Off dağlar off. İnşallah bu konuda öyle bir şey olmaz. Yani ders geçmek için, kimsenin altında kalmam. Zevk için olur da, ders geçmek için olmaz. olmasın. lütfen. pls.

"seks" dedim de, buraya geldiğimden bu yana iki sırnaşma dışında bi bok olmadı.
Hatta buraya geldiğimden bu yana, genel olarak bi cinsel isteksizlik oluştu bende. Üstelik hoş bulduğum kişiler olmasına rağmen, kimseye ısınamıyorum. yani soğuk bir nevale gibi, kendi içimde yaşayıp gidiyorum.
ki, resmen osbir çekmekten kuruycam desem yeridir. tek cinsel hayatım osbir çekmek ve yatağa sürtünerek boşalmak. her gece yatağa sürtüne sürtüne boşalıp uyuya kalmak can sıkıcı. Üstelik oda arkadaşlarım fark etmesin diye yastığı dişleyerek boşalmak da ayrı bi moral bozucu.
allahtan dikkatliyim de, henüz onlara yakalanmadım.

Ya da bilmiyorum, belki de ne bok yediğimi biliyorlar ve çaktırmıyorlardır.
Gerçi içlerinden biri, yatağa sürtünerek boşaldığımı zaten hiç fark edemez, çünkü kulaklığı sürekli takılı ve internetten film, komik videolar vs izliyor. Diğeri ise zaten gecenin bi yarısına kadar, pansiyonun işletmeciliğini yapan piç'le muhabbet ettiğinden dolayı hiç hiç göremiyor. (Zaten geçen gün, ben yokken dolabımı karıştımış ve ben fark edince de, ona fena patlamıştım. o da, o günden sonra bana daha bi mesafeli yaklaşıyor. bu yüzden de genelde gecenin bir yarısı odaya geliyor.)

Biraz dangalak bi çocuk. Saf ayağına yatan, ama piçin teki olmaktan geri kalmayan cin biri. Sürekli saflıkla karışık hareket ederek arada canımı sıkıyordu. Emin olamadığım için, nezaket kuralları içerisinde, tatlı tatlı uyarıyordum ama sonra emin olunca sıçtım ağzına.
Tabii ağzına sıçmama rağmen, ikinci defa yine dolabımı karıştırmaktan geri kalmayınca bu sefer hepten sinir oldum ve verdim veriştirdim. O günden sonra pısırdı kaldı. Pansiyoncuyu da, bu dangalağı uyarması için gidip fırçalayınca, her şey hal oldu.

Zaten oldum olası, saf ayağına yatıp alttan alttan dolaplar çevirenleri hiç sevemedim gitti. Buna ise ayrı gıcık olmaya başladım.
Diğer eleman ise dediğim gibi öyle kendi halinde, pislik içinde yaşıyor.

Pansiyonda sadece biz yokuz, ama burdan sıkıldığım için pek kimseyle konuşmuyorum. Çünkü tuvaletler bok içinde, mutfak tezgahı pis, odalar çöplük, banyoda ise su akmıyor derecesinde az akıyor, sahibi ve işletmeci sorumsuz, sadece paraları almakla meşguller. Açıkçası buraya geldiğime çoktan pişman oldum ama yapabileceğim bir şey yok.

Öte yandan buraya mecbur kalmayayım diye yurtkur başvurusu yaptım ama onda da 55. sıraya takılıp kaldım, bi türlü ilerlemiyor.
Bakalım bana ne zaman yurt çıkacak da bu cehennemden kurtulacağım.
allahım yardım et.
Sınavlar var diye, nerdeyse otelde hiç zaman geçirmiyorum ama gecenin bi yarısı da olsa buraya dönmek zorunda olmak fena koyuyor. Üstelik bu pis yere para vermiş olduğum aklıma gelinceyse, kendi kendime sinir oluyorum. Gerçi böyle diyorum ama bu ülkeye geldiğimde bütçeme göre en uygun bulabildiğim tek yer burasıydı. Yapabileceğim bir şey de yoktu. Buna da çok şükür. Ama şimdi daha karşılaştırmalı bakınca ve daha uygun yerler görünce, içim cısss ediyor.  Yani fena kazıklandım. Ama en azından kazığın boyutu, boyumun yarısına kadar gelebiliyor da, beni iyice dağıtıp geçmiyor. bu yüzden çok söylenmiyor, sessizce kabullenmeye çalışıyorum.

Bu hafta sonu başlayacak olan sınavlar için bana dua edin. Ben de elimden geleni yapıyor, ha bire derslere asılıyorum. Yine de kalırsam, yapacak bir şey yok.


03 Kasım 2017

hanzolarla hanzolaşma qeyfi

İçimden yazma arzusunun tamamen yok olduğu ve hatta "yazmanın kendisini" saçma bulduğum bir günlere girdim. Yaz yaz ne olacak sanki. Ne bok olacak. Hiç.
Gerçi böyle diyorum ama şu saçma yazılarım beni fazlasıyla kendime getirdi, kendimi görmemi sağladı. şimdi ise, işte dönüp baktığım zaman saçma yazılar topluluğu olup çıktılar.

saçma olarak geliyor olsada, tüm bu saçmalıkları karalarken geçmişe yönelik olarak kendimi görmemi sağladı, nerde bok yememem gerektiği halde, yediğimi, nerde sıçmamam gerektiği halde sıçtığımı falan filan gösterdi. iyi de oldu.

doğrusu bazen tüm o, olup bitmiş şeyleri (yani bokları) yemesem, şimdi belki daha büyük  boklar yiyor olabilirdim. çünkü insan, hatadan kaçarak daha büyük bir hata yapar. bu yüzden, bazen bok da olsa "iyiki" yemişim, diyorum.
ama yine de "acaba daha büyük boklar yememek için mi o küçük bokları yedim, yoksa gerçekten canım sadece bok yemek istediği için mi yedim" diye düşünmüyor değilim. sonuç olarak, yediğime odaklanıyor ve öyle ilerliyorum.

zaten insan sürekli ileri akan bir su'dan oluştuğu için, geçmişdeki boklar şimdi yeni yeni midesini bulandırsa da, yürümeye devam etmek zorunda. duracak zamanı yok insanın. çünkü insan ancak kendini öldürerek durabilir. yani; yaşarken, zamanı durdurmak imkansız. zaman ancak, ölerek durdurulabilir. tabii bu da sadece kendi zamanımızdan ibarettir. yani herkes kendi zamanının sahibidir. efendisidir. yönetim ona aittir.

yönetime sahip olan bu aciz insan, zamanla beraber akıp gitmek zorunda. akıp gitmek istemediği zaman, durduğu an, ölüm başlar. ölüm zamanı yok eder, zamansızlığı başlatır. yani aslında, belki de; başka bir zaman algısını hayata geçirir. ona da "zaman" demek gerekir mi bilmiyorum. ama şu bir gerçekki; hayatı kendi konuşmalarımızdaki basitlikte yaşayarak anlayabiliriz. başka türlüsü için gökten indirilen kitap var. onda da zaman konusu çok derin işlenmiyor diye düşünüyorum. yani zaman kavramımız, bu dünya için geçerli ve bu dünyaya ait kelimelerden cümleler kurarak onunla beraber yaşayıp gidiyoruz.

off neler anlatıyorum. neler yazıyorum. kafayı mı yedim acaba. dur başka şeyler yazayım.

Eskiden yazdıkça coşuyordum, kendi kendime kurduğum o saçma cümlelerin üzerinde, bazen o kadar çok oynuyordumki, 1 hafta boyunca takılıp kaldığım yerler olurdu. Hele bazen de birilerinin yaşadığı o çok üzücü bir olayı kendi başımdan geçmiş gibi anlatırken yaşadığım zorlanmayı sanırım hiç bir şeyde yaşamazdım ve bu beni çok yorardı. şimdi ise tüm bunların hiçbiri yapmak istemiyorum.
hepsi bok gibi geliyor.

pansiyondaki insanların hepsinin benden daha salak olduğuna inanmaya başladım. ve inanmaya başladığım günden bu yana, pansiyondan nefret ediyorum. içindekilere ise (başta kendim olmak üzere) acıyorum. allah'ım neden her gittiğim yerde, benden daha salak insan topluluğuyla yaşamak zorunda bırakıyorum kendimi. lütfen benden daha akıllı ve ahlaklı insanlarla tanışayım ve hep o toplulukla beraber yaşayayayım.
evet benden daha ahlaksız insanları da sevmiyorum.
yani kısaca; her şeyde üst çıta benim. benim altımda olunmamalı. hep benim üstümde olunmalı. aksi takdirde, kendimi kötü hissediyorum.

pansiyondaki oda arkadaşlarımdan biri sürekli dolabı karıştırıyor. diğer ise zaten 18 saat bilgisayar önünde oyun oynayarak teknolojik trans yaşıyor. bazen onun için "keşke dolabı mı karıştırarark sosyalleşse" demiyor değilim.
adamın sosyal hayatı yok. oturduğu koltuk, bilgisayar masası olarak kullandığı masa falan bok götürüyor. geçen gün "şunu azcık temizle artık hihihihihi" dedim de, utandı kalktı temizledi. ama ne yazıkki masa yine aynı halde. o da hiç şikayetçi değil ve açıkçası ben de bi daha söylemem.
çünkü onun sınırları sadece onu ilgilendirir. o gün söylemeye de hakkım yoktu. sadece onun, benim selamımı gülerek almasından cesaret alarak, dilimi tutamamış, söylemiştim.

işte görüyorsunuz, gülümsemeyi bile hemen kullanan acizin biriyim. belki de hepimiz böyleyizdir. biri suratımıza güldü mü artık onun tüm sınırları aşabiliriz sanıyor ve öyle davranmayı kendimizde hak görmeye başlıyoruz. bu çok ayıp bir şey. bunu yapmamalıyız. yapmamalıyım.

diğer oda arkadaşım da öyle biri. yüzüne gülümsediğin an, tüm sınırları aşıyor. sınırlara pek takık değil. sadece kendi sınırları var o kadar. böyle olmasının nedeni, entelektüelliğinden değil de, daha çok hanzoluğundan ve bunu anlattığınızda da anlamıyor. defalarca denedim, olmadı. adam mal olarak doğmuş ve mal olarak ölecek.

öte yandan, burda o kadar çok hanzo varki, sanki; hayatım boyunca kaçtığım tüm hanzoların toplamı burdaymış gibi hissediyorum ve bu yüzden artık hanzoluğun da bir yaşam şekli olduğuna karar verip saygı duyuyorum.
"keşke ölseler" diycem ama dememek için kendimi zor tutuyorum. çünkü "hanzolar ölsün" dersem, faşist bir söylemde bulunmuş olurum ki, hayatım boyunca faşizmden kaçtım, faşistlerle dilim döndükçe ağız kavgası yaptım. şimdi kalkıp böyle dersem, hayatım boyunca ağzımdan çıkan tükürükleri yalamış olucam. 

neyse hadi bugünlük bu kadar. sonra bi ara yine gelir saçmalarım.