-->

30 Haziran 2017

Ramazan Bayramı ve Ailece Bayramlaşmak

Bu bayram bir değişiklik yapıp memlekete geldim. Zaten işsiz güçsüzken, Öküz Herif'de geçtiğimiz aylarda biz kavga ettiğimizde, kendine bayram planı da dahil olmak üzere 2 haftalık Amerika tatili ayarlayıp şimdi San Francisco'ya gitmişken, ben de bayram boyunca oturup günlerimi "kimsem yok ühühühühü" diye ağlayıp zırlayarak geçirmek istemedim.

Durum böyle olunca da Öküz Herif'in arabasını aldım çıktım yola. Ak Parti'nin, yani Reis'in, yani Erdoğan'ın, yani şu an rakipsiz olan tek iyi liderin yaptırdığı yüzlerce kilometrelik duble yolları kâh durup dinlenerek, kâh uyuyarak aştım geldim. Yollar da bayaaa havalı ve güzel. Aştığım her kilometrede "HİZMET BEEE" dedim durdum.

(Bu arada, şu yol mevzuları, türkiye'nin batısında (özellikle bir anda vecde düşmüş gibi akp eleştirisi yapan çomarlar arasında) önemsiz gibi görülerek eleştiriliyor ama yani doğu'da büyümüş, çocukluğunu fakirlik içinde orda geçirmiş benim gibi insanlar için bu yol mevzusu hiç ama hiç önemsiz değil. Zaten ne derler bilirsiniz: yol medeniyettir.

son cümleyi; bunu unutanlar olduğu için yazmak zorunda kaldım. herkstn özr dilrim.
ve yeri gelmişken söyliyeyim; Allahım, diğerleriyle karşılaştırdığımda ben tayyip'den razıyım, sen de razı ol. doğu'yu pislikten tamamen kurtaracağı güne kadar onun canını alma, onu dünya'da biz doğuluların esiri olarak tut. amin.)

Memlekete geldiğimde, gözüme çarpan ilk şey Toki, Kürt ve Laz müteahhitlerin kardeş kardeş elele verip, koca beton binalar dikmiş olması oldu. Üstelik hepsi de dolmuş.
Gerçi zaten bizim oralarda her evlenenin en az 13 çocuk yapma takıntısı olduğundan dolayı dolmamaları da imkansız ya neyse.
Ama buna rağmen hâlâ yapmaya devam ediyorlar. Üstelik büyük şehirlerdeki, kutu gibi küçük küçük kümesler halinde yapılan evlerin kopyası da değil. Gayet 130-150 metrekarelik devasa evler bunlar.

En sevdiğim yanları ise zaten her taraf boş arsa olduğu için, dikilen binanın10 katı kadar boş alan bırakmak zorundalar. bu yüzden her tarafta irili ufaklı binalar bitmeye başlamışken, aynı zamanda koca koca park ve bahçelere de kavuşuyorlar.


Geçen yıl şehir geneline doğalgaz geldiği için artık tezek ve kömür yakmaktan da kurtulmuşlar. Millet şimdi yavaş yavaş doğalgaz'a geçerken, kış aylarında şehrin üstünde biriken kömür dumanındaki şeytan silueti de yok olmaya başlamış.

Şehrim gittikçe güzelleşiyor. Sanırım biraz para biriktirince (ki ben asla biriktiremeyeceğimi adım gibi biliyorum) dönüp şehrime gidicem ve kendime küçük bi arsa alıp, ortasına 2 katlı bi ev yapıp, kalan boş alana da domatesimi ve kendi hıyarımı ekip kalan ölümlü günlerimi de öyle geçiricem. (Bakalım artık. İnşallah nasip olur. (ya dua etsenize. amin.)

Ev arsa olaylarını aşıp, diğer insani olaylarıma dönersek; son bi kaç yıldır, yeniden inşa etmeye kalkıştığım aile bağlarımı bu bayram vesilesi ile biraz daha iyileştirdim gibi. Çünkü onların da bakış açıları gittikçe değişiyor ve artık herkes birbirine daha mütevazı ve daha tahammülkâr davranarak iletişim kuruyor.
Buna şahit olmak ve değişimin içinde yer almak ve hatta; (sanırım) değişimi tetikleyenin kendisi olmak hoşuma gidiyor.
Ailemdeki herkesin beni bir birey olarak görmeye başlaması ve aslında bi yandan da kendi bireyselliklerini fark etmelerini sağlamak çok hoş.

Bu hissi, gerçek insani yaşamın duygularından yoksun, kuru harflerden ibaret kelimelerin bir araya geldiği cümlelerle anlatmak imkânsız. Henüz o duyguların yüklendiği kelimeler, yazdığım dile kazandırılmadı. Kazandırılmadıkları için de o hissin anlatılabileceği cümleler kurulmaya müsait değil. O kelimeler icat edildiğinde, elbette bir bahane ile cümlelerimi kurmak işine canla başla girişip, içimi rahatlatacağım. Şimdilik kendimi akarak anlaşılmak için, tekrar kum saatinin içine alıyorum.

Ailemin yanına geldiğim günden bu yana hep bi şekilde bir şeylerin ağız dalaşında buluşuveriyoruz. Bu elimizde olan bir şey değil. Belki de biz ailece kavga ederek iletişim kuruyoruz. İletişim şeklimiz budur ve aslında normaldir de. Ama doğrusu bu normalse bile geriliyorum ve çok üstüme geldikleri anda hepsinin ağzına sıçıveriyorum. Etraf sakinleştiğinde bi bakıyorum ki; herkes bana keskin gözlerle bakıyor. Sanki hepsinin ellerini kollarını bağlayıp falaka atmışım gibi düşman ve yabancı gözlerle beni süzüyorlar.

Belki de onlara kelimelerimle acımasız bir şekilde davranmamı kabullenmek zor geliyor ama bi yandan da "işte sen busun ve böyle olduğun için senin için endişeleniyoruz" adlı bakışlarıyla beni süzüp duruyorlar.
öyle baktıklarında üzülüyorum ve derin derin nefes alıp, burun deliklerimi şişirebildiğim kadar şişirdikten sonra yavaaaaşça dışarı veriyorum.

Önceki gün yine bir tartışma içindeyken küçük ablam "artık bende hakkımı savunuyorum, eskisi gibi değilim" dediğinde içimde bi anda sevinçten çiçekler açmış gibi oldu. Ama bi yandan da henüz yolun başında olduğu o kadar belli ki. Ama yine de buna şükür demekten başka yapacak bir şey yok.
İnsanlık için büyük, kendisi için küçük bir adım atmış. Diğer ablamlar da şimdi daha farklılar ve bu farklılıkları konuşurken hemen anlaşılıyor.

Annem bir kaç kelime de olsa Türkçe konuşmayı öğrenmiş. Bazen benimle konuşurken, farkında olmadan sarf ettiğinde gülmemek için kendimi zor tutuyorum. Çünkü komik bir türkçesi var.

Ortanca ablam, sanırım biriyle flört ediyor ve flörtleşmesinin sonunun da evlilikle biteceğini düşünüyor. Oysa eskiden evliliğe karşıydı ve onu istemeye gelen onca kişiye her seferinde "hayır" demekten dilinde tüy bitmişti.
"Hayır" demesinin nedeni, henüz 12 yaşındayken, karşı köydeki adamın 13 yaşındaki oğluyla evlendirilen, şimdi ise yaşı 53 olan ablamdı.
53 yaşındaki bu ablam kocasından da, kumasından çok çekti. Bu bayram, farklı bir ilde yaşamakta olan onu da görmeye gittim. Çok yaşlanmış, iyice zayıflayıp ufalmış, ön dişlerinden biri düşünce gülümsemesi daha samimi olmuş. Türkçe konuşmayı bir kaç kelime bile olsa öğrene-memiş.

Ana dilimi unutmadığımı annem ve 53 yaşındaki ablamla konuşurken fark ettim. Çok da zorlanmadan gayet iyi iletişim kurduk. İçim huzur doldu, vicdanım rahatladı.
İşte bir bayram da böyle geldi geçti. Nice bayramlarda buluşmak dileğiyle.

21 Haziran 2017

bu ay aldığım yeni ev arkadaşım hakkında bir iki şey

Geçen hafta, daha önce tanıştığım bir gay arkadaşı, yeni ev arkadaşı olmak üzere evime aldım. Yani bu seferki ev arkadaşım, önceki ev arkadaşlarımın aksine, erkeklerle yatan bir erkek.
Böylece gay ev arkadaşı edinmeme yeminimi de bozdum. (gerçi böyle bir yeminim yoktu, ama gay ev arkadaşı almamaya özen gösteriyordum. malum, herkes gibi bende içten içe homofobik bir homoyum)

Geçen onunla, sağdan soldan, havadan cıvadan, kıldan tüyden şeyler hakkında konuşurken, gay ev arkadaşı almama konusunu ona da "ya aslında gay ev arkadaşı almamaya dikkat ettim hep" dedim ve bunun üzerine o "ya allah seni inandırsın, aslında bende hep gay ev arkadaşlarından kaçtım. zaten bugüne kadar da hiç gay ev arkadaşıyla aynı evde kalmadım" dedi.

O böyle söyleyince ben kendimce nedenlerimi;
"gay olsun veya olmasın gibi bir takıntım yok. ama daha önce bir iki sefer gay arkadaşlık sitelerinde, ev arkadaşı ilanı verdiğimde, ilana cevap verenler adeta yatağa girecek birine bakıyorlarmış gibi hep seks odaklı bir beklentiyle yazdılar ve bende bu yüzden, gay ev arkadaşı almaya tövbe ettim. bir de biliyorsun, biz gayler sürekli sikişiyoruz ve yaşadığımız yerler çok kısa bir süre içinde doğal kerhanelere dönüşüyor. sanırım bunu da sevmiyorum. hatta bu huyumuzdan nefret bile ediyorum diyebilirim." dedim.

güldü ve gülüşünden cesaret almış olarak devam ettim:
yani sonuçta ibneyiz diye, tavşanlaşmaya gerek yokki. iki erkek yalnız kalınca seks yapmak zorunda değillerki. ama bizim alemi biliyorsun. çok fazla seks yapıyoruz ve hatta yapmak zorundaymışız gibi yaşıyoruz. kendi cinsimizden biriyle tanıştığımızda, seks yapmacayacaksak muhatap bile olmuyoruz" gibi bir davranışla yaklaşıyoruz. ki bu da bana iğrenç geliyor.

cümlem üzerine ve zaten cümlelerimi kurarken o yine gülümsüyordu. cümlemin biteceğini ve artık gülümsemeyi kesip, konuşma sırasının ona geldiğini ses tonumdan anladığı için o şöyle konuşmaya başladı:
evet ya biraz öyleyiz. bunu bende sevmiyorum. bu yüzden gay arkadaşlar bile edinmiyorum. sanırım biraz tuhafız ve seks'e takıntılı olduğumuzun farkında değiliz. ya da kabul etmek istemiyoruz. bilmiyorum ve açıkçası bende bundan rahatsızlık duyuyorum...

onunla olan bu gizli homofobik tadında konuşmamızdan sonra, kafalarımızın hemen hemen aynı olmasına sevindim. yani sonuçta tanıştığımız her erkekle yatmak zorunda olmadığını bilen eşcinsel bir erkekle karşılaşmaktan uzun zamandır ümit kesmiştim.
zaten kalp, kanı sadece sike pompalıyormuş gibi yaşamak sıkıcı. oysa kalp, kanı beyne de pompalar. yıllardır tüm bilimsel veriler böyle diyor. ama hayat gay'lere farklı bir deneyim yaşatıyor. bu da ayrı tabii..

ev arkadaşım iyi bir çocuk. benden 2 yaş küçük. boyu ise benden 18 cm uzun. hafif cüsseli bir tip, ama spor yapmadığı için, vücudundaki yağlarının çokluğundan dolayı meme uçları aşağı doğru sarkmış. bazen atlet giydiği zaman alıcı gözle bakıp, onu seksi bulduğum olmuyor değil. ama hemen sonrasında omzundan sırtına doğru inen kılları gördüğümde, soğuyuveriyorum.

burnu ve ağız yapısı da hoş. konuşurken sürekli ağzından tükürük sıçratıyor ve bu yüzden ilk günlerde yaptığım tükrük banyolarından sonra çok fazla yakın olmamaya özen gösteriyorum. o konuşurken ben genelde salonun öteki ucunda oluyorum ve böylece o konuşurken ağzından tükürük sıçrasa bile, ben göremeyeceğim için yüzü de kızarmamış oluyor.

onun dışında esmer bir teni var. çok tatlı ve insanda, hemen dokunma hissi veren bir esmerlik bu. gözlerinin hafif şehlasından dolayı da, sempatik bir hali var. kirli sakal da yakışıyor piçe. hafif kırlaşmaya başlayan saçı, sürekli gülmeye hazır duran yüzüyle, insanda güvenilir, zararsız ve iyi biri intibası yaratıyor. bu iyiye delalet.

eğitimli biri de. daha önce okuduğu okulla ilgili olarak, 2 yıl öğretmenlik yapmış ama sonrasında yapmak istediğinin öğretmenlik olmadığına karar verip istifa etmiş. sınavlara girip istediği bölüm olan ingiliz dili ve edebiyatı'nı kazanmış ve şimdi o bölümü okuyor. ingilizcesi çok iyi olduğu için de, okul okurken, aynı zamanda ingilizce dersleri de verip, ailesine yük olmadan kendi hayatını yaşayıp gidiyor.

ailesi dedim de, babası bir kaç yıl önce ölmüş müslüman bir inşaat amelesiymiş. annesi ise bir yahudi. babası ve annesinin tanışması ise; babasının, annesinin evlerinin inşaatında çalışmaya başladıklarında tanışmışlar. yani teeee 35-40 yıl önce falan.

annesi ve babası birbirlerini ilk gördüklerinde hemen aşık olmuşlar ve gizli gizli buluşmaya başlamışlar. sonra evlenmek istediklerinde, bunu ailelerine söylemişler ve aileler karşı çıkmış. çünkü biri müslüman aile, diğeri yahudi aile. iki aile de birbirlerini istememişler ve çocuklarının birbirleriyle konuşmasını, buluşmasını yasaklamışlar. bir süre sonra çocuklar bakmışlarki, aileleri ikna edemiyorlar, onlar da evden kaçmışlar. her iki aile de bunları reddetmiş ve böylece onlar da kendi hayatlarını kurup 5 çocuk dünyaya getirmişler. çocuklardan en küçüğü, işte benim ev arkadaşım.

annesi, kocası öldükten 1-2 yıl sonra müslüman olmuş. yahudi'liği sevmiyor ve saçma yahudi inançlarının bir çoğunun, müslümanlığa da karıştığını gözlemlediği için, gerçek müslümanlığın yaşanılmadığının ve hatta müslümanlık inancı diye yaşanılmakta olan bir çok ibadet'in yahudilik kaynaklı olduğunu dile getiriyormuş.

çocuklarını da bu yüzden yahudi olarak değil, kocasının gerçek müslümanlığı yaşamasından dolayı, müslüman olarak yetiştirmiş. diğer çocukları bilmiyorum ama ev arkadaşım olan çocuğu, gerçekten müslümanlığı araştıran ve araştırdıktan sonra kendine müslüman demeye başlayan biri. son bi kaç yıldır bende müslümanlığı kur'an kaynaklı öğrenmeye başlayan biri olarak söyleyebilirim ki; onunla islam'a olan bakış açımız da aynı.

bu arada sevmediğim yönlerinden biri de sadece ingilizce kitaplar alıp okuyor ki buna sinir oluyorum. türk edebiyatına hiç ilgisi yok ve hatta "hiç olmayacak"ını da söylüyor. çünkü onu çeken şey ingiliz edebiyatı. özellikle ilk eserlere bayılıyor.

ibranice, fransızca, ingilizce, biraz da ispanyolca ve ana dili türkçe de olmak üzere 5-6 dil biliyor. bu çok güzel bir şey. onunla gurur duyuyorum :)

19 Haziran 2017

aileden nefret etmek veya aileyi özlemek

ailemi özledim. sevmesem de özledim.
insan özlüyor yani. çünkü, ot bok püsür gibi yerden bitmedim, gökten düşmedim, ya da bir kimyager tarafından laboratuvarda yaratılmadım. tüm insanlar gibi bir anne doğurdu beni.
kardeşlerim var. sevmesem de varlar. eğer onlardan önce ölmezsem, yaşamım boyunca hep var olacaklar. onları da özledim.

ailemle kavga etmeyi özledim. birbirimize düşman düşman bakmayı ve sanki düellodaymışız gibi hep tetikte olmayı özledim.
evet, onlardan nefret ediyorum ama elimde olmadan da özlüyorum. bunu önleyemem, önleyemiyorum.

zaten sıkıldım bu şehirden, bu kalabalıktan, bitmeyen koşuşturmadan, denizden, havadan, sudan. hepsinden, her şeyden sıkıldım.
bir müddet uzaklaşmak istiyorum, bir müddet yok olmak istiyorum istanbul'dan.


16 Haziran 2017

yalancının mumu

bir kaç aydır işsizim ve bu yüzden evde göt büyütüyorum. ilk istifa ettiğim günden bu yana, birikmiş paramın verdiği o huzurla yaşadım geldim. ama sanırım önümüzdeki ay param bitecek ve huzur denilen o şeyi mum ışığıyla arayacağım. 

ilk cümleden yola çıkarak şunu da söylemeliyim ki; hayat romantik, tatlı, seksi veya başka bir şey değil. hayat başlı başına sıkıcı bir macera. 
tabii insan olmanın verdiği gereklilikten dolayı da; hep ne olacak adlı bir gizemle örülü.

ne olacağını hepimiz merak ediyoruz ve son nefesimize kadar da merak edeceğiz. 
bu yüzden olsa gerek, yaşarken plan yapamıyorum. hatta planlı yaptığım hiçbir şey yok, yapmaya çalışınca da olmuyor. ya da ben yapamıyorum. 
aslında doğrusu bu olsa gerek. yani benim yapamamam. çünkü, hayatım biraz düzene girince hemen panikliyorum. sanki kötü bir şeyler olacakmış gibi, sanki bi yere kapanmışım veya kapatılmışım gibi bir hisle dolup taşıyorum ve öyle olunca da her şeyi dağıtıyorum.

tabii bundan yola çıkarak şunu söyleyebilirim ki; sadece düzene girmekle alakası yok. genelde işi, beraber çalıştığım insanların benden yalan söylememi beklemeleri ve hizmet verdiğimiz insanların gözünü yalan söyleyerek boyamamı istediklerinde bırakıyorum. evet bundan rahatsızlık duyuyorum ve o yüzden işi bırakıyorum. 
çünkü para kazanırken yalan söylemek zorunda olmayı 25 yaşımda bıraktım ve tamamen yalansız olacak bir hayat kurmaya kalkıştım. hem rızkı veren allahtır ve temiz bir rızık için doğruluk üzere olmak yeterdir. buna iman ettim.

yalan söylemeden yaşamaya karar verdiğimde 25 yaşındaydım. sonraki 3 yıl boyunca yine yalan söylemeye devam ettim ama en azından eskisi gibi değildi. bu süre içerisinde yalan söyleme sayımı gittikçe düşürdüm ve öyleki artık nerdeyse aylardır hiç yalan söylemediğim günleri bile yaşamaya başlamıştım.
son 4 yıldır ise arada ağzımdan kaçırdığım 1-2 yalan dışında, (çoğunlukla eski alışkanlığımdan dolayı) hayatımda olan insanlara hiç yalan söylemiyorum. söylemedim de.

zaten beni yalan söylemeye iten veya yalan söylemek zorunda bırakan insanları uyarıyorum ve ne olursa olsun, yalan söylemeyeceğimi söylüyorum. bu yüzden farklı işlerimdeki 2 patronumda da azar işittiğim olmuştur. ama sikimde değildi. her ikisinde de bastım istifayı çıktım. 
işten çıktıktan sonraki süreç biraz zorluydu ama sonuçta doğru yaptığını bilmenin verdiği huzur hissi insanı sakinleştiriyor. bir kaç aylık işizlik macerasından sonra ise, eski işlerime oranla daha iyi işlerde, daha iyi maaşlarda çalıştım. çünkü allahın eli yoktu ve bu yüzden olsa gerek hemen iş bulunmuyordu.

yalan söyleyerek çalışmama durumunu "zorlu bir duruş" olarak görüyorum. evet zorlu, ama aynı zamanda karşındakine de bi soğuk duş etkisi yaratarak kendisine gelmesini sağlıyor. mesela daha önce çalıştığım bir ofisteki patronum müşterilerimizden birine yalan söylememi istediğinde "ben olmayan bir şeyi söyleyemem, eğer söylenmesi gerektiğini düşünüyorsan da sen söyle" demiştim. toplantının ortasında göt gibi kalmıştı, ama daha sonra benimle olan konuşmalarında doğru konuşmaya özen gösterdiğini fark etmiştim. üstelik işten çıktıktan aylar sonra da bi yerlerde karşılaştığımızda çok saygılı davranmıştı. hatta sanırım bunu bilerek hissettirmişti.

insanlar benimle çalışmak istediklerinde, ne olursa olsun yalan söylemeyen biri olduğumu bilerek benimle çalışmalılar ve istekleri de bu doğrultuda olmalı.

yani tamam cinsel hayatımda çok kıvırıyor olabilirim ama bu insan ilişkilerimde de kıvırtabileceğim veya kıvırma hakkımı kullanmamı gerekli kılmaz. 

sadece iş hayatımda değil tabii, genel hayatımda da yalan söyleme sayımı düşürdüm ve dediğim gibi son bi kaç yıldır alışkanlık dışında aniden ağzımdan çıkan 1-2 yalan dışında hiç yalan söylemedim. arkadaşlık ilişkilerim veya gündelik tanışmalarda da yalan söylemeyi yok ettim. böyle yapınca arkadaşım kalmadı ama doğrusu bundan çok da şikayetçi değilim. hatta tuhaf derecede mutlu bile sayılırım.

hayatıma giren insanlara ise daha en başından hiç yalan söylememe takıntımı edindim. bunu büyük bir başarı ad ediyorum kendime. çünkü hiç yalan söylenmeyen bir arkadaşlık kadar değerli olan hiçbir şey yok. bunun tadını zamanla daha fazla almaya başlıyorsunuz.
üstelik kimseden saklayacak bir şeyiniz de olmuyor, kimseden korkunuz da kalmıyor, kimseyi ve kendinizi, gelecekteki olası kırgınlıklara da itmiş olmuyorsunuz. en güzeli bu şekilde ve kafanız hep rahat bi şekilde yaşıyorsunuz. hatta çoğu zaman, geceleri de kafanızı yastığa bıraktığınız an uyuya kalıyorsunuz. çünkü gün içindeki yalanlarınız kafanızda dönüp durmuyor.

bu şekilde daha mutlu olduğumu ve daha fazla mutlu olmaya devam ettiğimi de fark ettim. 
öte yandan konuşurken yalan söylemesem de, yazarken çok yalan şeyler yazıyorum. bunu nasıl yok edebileceğimi ise bilmiyorum. bunu yok etmek istiyor muyum, onu da bilmiyorum.


11 Haziran 2017

babamın boku

12 veya 13 yaşında falandım. Yani yaşımın kaç olduğundan emin olamadığım ama babamın abimlere misafir geldiği yazdı.
Bana, abim ve yengem baktıkları için, o yaz babamın gelişine sebepsizce sevinmiştim.
Sanki bir babam olması hissini ilk defa yaşadığım bir yaz gibiydi.
Çünkü o güne, kadar bazen mahalledeki çocukların, babalarının elinden tutması gibi şeylere çok fazla şahit olmaya başlamıştım ve doğrusu sanki kıskanıyordum da.

Çünkü abim bana bakıyordu ve doğrusu en yakın olduğumuz zamanlar beni dövdüğü anlar yalnızdı. Bu yüzden diğer çocukların babalarıyla olan ilişkileri daha masum ve daha sıcak geliyordu bana.

Yanımda babalarıyla konuşmaları, harçlık almaları, tartışmaları bile çok sıcaktı.
Hani tartışmaları diyorum ama öyle ciddi tartışmalar da değil, daha çok babalarına, istedikleri şeyi aldırmaları üzerine oluyordu. Şimdi bile o arkadaşlarımdan birinin, yanımdayken babasına, ona bisiklet alması için attığı trip hâlâ gözlerimin önündedir. O dişlek ağzıyla nasıl da "yaaa eeee baba, senden de ilk defa bişiy istedik, onu bile almıyorsun" deyişi ve babasının onu kendine çekip öpmesi, şimdi olduğu gibi o zaman bile çok tatlı gelmişti.
Zaten baba, çocuğun, sonsuz trip atma hakkının olduğu birinden başkası değil.

Yukarda "abim dövüyordu" falan dedim ama haksızlık etmiyeyim, çünkü her zaman dövmüyordu, bazen yüzümü tükürükle yıkarsa kendimi daha şanslı bile sayıyordum. Ama tabi aşağılanmış olma durumum kötüydü.
Bu dayak veya yüzümü tükürükle yıkaması sonrasında yaşadığım aşağılanma hissini ise, bi kaç günlük, hiç kimse ile konuşmama ve sadece su içmek gibi tepkimlerimle dile getirerek rahatlıyordum.

Bunu çok bilinçli yaptığım da söylenemezdi. Ama hiç kimse ile konuşmayıp sessiz durunca dikkat çektiğimi fark etmiştim ve bu yüzden, abim ve yengem, bi kaç gün öncesine nazaran, bana daha iyi davranmaya başladıkları için kendimi daha iyi hissediyor, aşağılanma duygusunu da bastırmaya başladığım için yavaş yavaş yok olduğunu hissedebiliyordum.
Yemek yeme durumu ise işte onların zorlamasıyla ne kadar yiyebileceksem yiyor, sonrasında ise sofradan hemen kalkıyordum.

Neyse işte böyle günlerin bolca yaşandığı bir yazdı ve babam o yaz misafir olarak gelmişti.
Tabii misafir olarak gelmişti ama doğrusu şu ki, 1-2 yaz önce beyin kanaması geçirmiş, hastanede geçirdiği günler sonrasında toparlanınca taburcu olmuştu.
Beyin kanaması geçirdiği için de, artık inşaatlarda bekçilik vs yaparak çalışmıyordu.
Bekçilik yapmaması güzeldi, zaten oğulları kendi işlerini kurmuş, para kazanmaya başlamışlardı ve o da bu yüzden artık zorunlu bir emekli hayatı yaşıyordu.

Beyin kanaması geçirmesinden bir süre sonra (veya tam da beyin kanamasıyla beraber)ise Alzheimer hastalığına yakalanmış, bu yüzden de emekliliği % 100 hak etmişti.

Alzheimer hastalarının ne kadar büyük bir yük olduğunu anlamak için, ailenizde böyle bir hastanın olması gerekir. Aksi takdirde anlayamazsınız.
Çünkü 60-70 yaşlarında biri aniden çişini oturmakta olduğunuz odanın ortasına yapar, kakasını zaten hiç tutamaz, konuşmayı zamanla unutmaya başlar, size dönüp "sen kimsin" diye sorar ve hatta kendi yaptığı ve oturmakta olduğu gecekonduya bakıp "burası neresi, neden burdayız" diye sürekli sorup durur.

Bir anda kusmalar, durduk yere çıkardığı kavgalar, kendi kızlarına ve erkek çocuklarına ettiği sikmeli-sokmalı küfürler, artık normalleşir. Çünkü altına sıçtığında onu sobalı bir evdeki banyoya sokup temizlemek her şeyden daha zordur. Adeta ölmesi, sizin için bir kurtuluş olur.

Belki de ben, o çocuk halimle babamdan çok sorumlu olmadığım ve tamda hastalandığı yıl abimlerle başka bir ilde yaşamaya başladığım için, ölmesini hiç dilemedim. Ama eminimki ablamlar ve diğer abimler, babamın bir an önce ölmesi için, sık sık allah'a yalvarmışlardır. Bundan eminim. Çünkü biz de normal bir aileydik. Dünyaya sadece mutlu olmaya gelmiştik, bokla püsürle uğraşarak mutlu olamazdık ve zaten bir türlü de olamıyorduk.

Babamızın ölmesini dilememiz, babamızı sevmediğimiz anlamına gelmez. Ama doğrusu şu ki; doğunun en soğuk ve en uzun kış süren illerinden birinde, 60 -70 yaşlarında götü boklu bir adamı temizlemek için sobalı bir evin banyosuna sokup üstünü çıkarmaya çalışmak, atomu parçalamaktan daha zordur. Çünkü sizi tokatlar, yumruklar, kızı veya oğlu olmanıza rağmen küfür eder, en hafifinden ise durmadan yüzüne tükürür.
Zaten aklının yerinde olduğu zamanları veya aklının gittiği anları kestiremezsiniz, bu yüzden hep tetikte olur, en azından aklı yerindeyken olabildiğince temiz tutmak için elinizden geleni yaparsınız.

Ablamların, ellerinden geleni fazlasıyla yaptıkları dönemlerde, babamın kullandığı ilaçlarda işe yaramaya başlayınca, artık eskisine nazaran daha iyiydi.
İyi olunca ve mevsim de yaz olunca, yanlarında kaldığım abim, onu gidip bi kaç günlüğüne bulunduğumuz şehre getirmişlerdi.

Gün içinde babam, daha çok evde kalıyor ve bazen dışarı çıkıp gezdikten sonra eve dönüyordu. Hatta bir keresinde, abimin dükkanına gelmişti ve o gelmeden önce yengem telefon açtığı için, ben de gidip onunla yürümüş sonrasında ise beraber abimin dükkanına gitmiştik.

Yürürken elinden tutmak hoşuma gitmişti, ama tabii hoşuma gitmesinin bi nedeni de, herkesin olduğu gibi benimde bir babam olduğunu gösterme hevesimden kaynaklanıyordu.
O günkü mutluluğumdan dolayı, yüzümün aldığı şekil, arkadaşlarımın yanıma gelip "o kim, deden mi?" diye sormalarından sonra bi anlığına asılsada, hemen toparlanıp "babam" deyip elinden daha sıkı tutmamla, moralim tekrar düzelmişti.
Zaten bu el tutmadan önceki elini tutma olayım ise, sanırım, ilk okul 3üncü sınıfa giderken, dişimin balon gibi şişmesi ve öğretmenimin rapor yazıp, beni sağlık ocağına göndermesi sırasında olmuştu. Sağlık ocağına babam götürmüştü ve ben yolda elini tutmuştum.

Şimdi yıllar geçmişken ve ben artık çocukluktan çıkmaya başlamış, babam ise çocuklaşmaya başlamışken yine elele tutuşuyorduk. Hayat böyledir işte. İnsan doğar, çocukluğunu yaşar, erişkin biri olur, sonra yaşlanır ve çocukluğuna geri döner.

Babam bir kaç aydır çocukluğuna dönmüyordu ve kakasını tuvalete yapıyor, hepimizi de tanıdığı için küfür de etmiyordu. Bu iyiye alametti ve bu yüzden yanımızdaydı.

Akşama doğru babamı tekrar eve götürmüş, günü de kazasız belasız bitirmiştik.
Ertesi gün ben kalkıp dükkana geldim, gün geçmeye başladı ve öğlen saatlerinde telefon tatlı tatlı çaldı. Arayan yengem'di ve "babamın 1-2 saat önce evde çıktığını, sokakta göremediğini ve konu komşu ile aramalarına rağmen bi yerde karşılaşmadıklarını söylüyordu" bende "neden onu tek başına dışarı bırakıyorsunki" gibi bir şey söylemiş telefonu kapayıp, dükkanın kapısını kitlediğim gibi sokaklarda onu aramaya başlamıştım.
Çarşı merkezine gitmeme 2-3 sokak kala hâlâ bulamayınca, bir umut "belki, eve dönmüştür" diye düşünerek, büfelerden birine girip eve telefon açmıştım.
Evet bulunmuştu, evdeydi.

Meğer bir kaç aydır normal yaşayan babam, evden çıktıktan sonra bilincini kaybetmiş ve sokaklarda başıboş gezinip dururken, bir kaç saat sonra kuzenlerimden biri tarafından fark edilince tekrar eve götürülmüştü.

Günü kazasız belasız, sağ salim tamamlama sevinci içerisinde bitirirken, akşam yer sofrasında hep beraber yemek yiyorduk, babam ise diğer odada uyuyordu.
Abim ve yengem babamın hastalığından konuşmaya başlamışlar, yengem, babamın başına bir şey gelmesinden korktuğu için abime, tüm haklılığıyla "bunu gönderelim, kızları baksın, burda biz bakamayız, başına bir şey gelir" falan deyip duruyordu.
Haklıydı da, sonuçta bir kaç aydır normal olan ve tüm ihtiyaçlarını yavaş yavaş da olsa, kendisi karşılayan babam altına sıçmaya başlarsa ortalığı bok götürecekti.

Tabaktaki yemeğim bitmeye yakın, yengem ve abim kendi aralarında tartışmaya başlamışlardı. Yengem, abime "bir an önce gönder, yoksa başına bir şey gelirse, herkes beni suçlar" diyordu. Abim de "tamam tamam" diyordu.
Uzayan tartışma sonrasında yengem abimi söz düellosunda alt edince abim bana dönüp, yengeme hak verdiğini fazlasıyla belli ettiği bir ses tonuyla "he yaw, yarın götür at arabaya gitsin, bunla mı uğraşacaz" dedi ve ben o anda ağzıma götürdüğüm lokmayı zorla yuttuktan sonra, abim ve yengeme dönüp "sanki bir eşyadan, bi kutudan bahsediyorsunuz. götüreyim arabaya atayım" dedim.

Cümlem bittiği anda, ikisinin de yüzü buz kesti, ben ise elimdeki kaşığı yere bıraktığım gibi sofradan kalkıp mutfağa gittim.
kendi kendime, onlara karşılık söylediğim cümlenin doğru olup olmadığını tartışırken, 3 bardak su içtim ve sonra da yatak odası olarak kullandığımız odaya geçip, yer yatağını serip uyumak için yatağa girdim.

Bu arada içerde kaşık çatal sesleri çoğaldı, sonra sofra toplandı, abim ve yengemin konuşmaları artıp azaldı ve aradan 5-10 dakika geçmiştiki, abim odamın kapısını açtığı gibi üstüme çöreklenip beni bi güzel patakladıktan sonra kapıyı çarpıp gitti. Çünkü yengem, abimi, beni dövmesi için ikna etmişti.

Yorganı üzerime çektim, tüm sesimi kısabildiğim kadar kısarak ağladım ve sonra da uyumaya çalışırken uyuya kaldım.

Sabah uyandığımızda, gece hiçbir şey olmamış gibi gün başlamış oldu. Babamı, yediğim dayak karşılığında arabaya atmadık, o da, hafta sonuna kadar gayet normal sağlıklı bir adamın yaşaması gibi günlerini geçirmeye devam etti. Yani işte; tuvalete sıçtı, kafayı yiyip küfür etmedi, hepimizi tanımaya devam etti.
Bu arada günler geçti hafta sonu geldi çattı ve abim, babamı alıp kendi arabasına attı, yüzlerce kilometre ötedeki ablamlara bıraktı geldi.
Artık babam kafayı yese bile, önemli değildi. Nasılsa pisliğiyle uğraşacak olanlar, diğer çocuklarıydı.
Diğer çocukları, yaklaşık 8-9 yıl babamın çişiyle, bokuyla uğraştılar. Sonra da zaten babam öldü.

(Babamın ölümü hakkında: http://hayaterkegi.blogspot.com.tr/2010/09/baban-anan-nerde-sikip-sana-hamile.html)

08 Haziran 2017

amsiklopedi

biliyor musun, serçeler yumurtlamazmış.
gergedanların sol gözü kör ve göz bebekleri küçüklüğünde bir kalbe sahiplermiş.
köpeklerin, günde en az bir defa kendi boklarını yediklerini okumuştum bir yerlerde.
zaten (aslında söylememe gerek yok ama seninle konuşmak hoşuma gidiyor) kedilerin aslında sadece tek bir canı var.

güneş, yılda 213 dünya büyüklüğünde enerjiyi uzay boşluğuna atarmış.
yıldızlar, en iyi kutup bölgesinde görünürlermiş.
kara delikler aslında beyazmış ama uzayın karanlığının yansımasından dolayı siyah görünüyorlarmış.
zaten kutup yıldızı'nın diğer adının da kuzey yıldızı olduğunu herkes bilir.

biliyor musun?
yukarıdaki cümlelerin 2'si hariç hepsini salladım. çünkü seninle konuşmanın her türlüsü hoşuma gidiyor.


05 Haziran 2017

ev arkadaşı rezilliği

Saat 02:29
Uyku tutmadı, anime izlemekten de gözlerim büyüdü.
Animeden sonra kitap okudum, çünkü bu ara kitap okumak artık sıkıcı gelmiyor. Bir kaç gün öncesine kadar fena sıkılıyordum ve bu yüzden okumayı kesmiştim. Şimdi yine başladım.

Dün yine oruç tuttum. İnsan bi şeyi bir kaç sefer üst üste yapınca onun normalliği ve kabullenebilirliliği daha kolay oluyor.
Hem oruç tutmak da zaten abartılacak bir şey değil. Hepi topu belirlenen vakit aralığı boyunca bir şey yemeyeceksin o kadar işte.
---
Öküz'le yine kavgalıyız Daha doğrusu zaten hep kavgalıyız. O kadar çok kavga ediyoruzki, ilişkimiz var mı yok mu emin değilim. Bence birbirimizden başka kavga edecek kimsemiz olmadığı için beraber takılıyoruz.
Seks yapmama dönemim hala bitmedi. O da fena halde kızgın ve kızgınlığını alt edemediği zamanlarda, illa beni sik diye tutturuyor. Oysa sikim kalkmıyor ve hatta çoğu zaman kalkmasını da istemediğimi fark ettim. Zaten bu ara seks yapmadığımız için kavga ediyoruz.
---
3 aydır işsizim. Yeni iş arayışlarım oldu ama maaş'da anlaşamadık. Ölü seviciler, ay boyunca asgari ücrete sikişecek eleman arıyorlar.
Biliyorum asgari ücrete razı olacağım günler de olacaktır, ama o günler henüz gelmedi ve ben görüşme esnasında, maaş pazarlığı yapan insanları aşağılamaktan zevk alıyorum. Bunu yapmak dehşet zevkli.

Amacım aslında birini aşağılamak değil, ama asgari ücreti trilyon verecekmiş gibi bir havayla sunmaya kalkışanları "yani şirketiniz çok güzel, çalışma şeklinizde rahat görünüyor ama çevremde verdiğiniz maaşa çalışacak kimse yok" deyip direkt kalkıyorum.
---
Önceki ay ev arkadaşı almıştım ama 2 hafta önce polis zoruyla evden çıkardım. Piç kirayı vermiyordu, faturaları da ben ödüyordum. Baktım zaten işsiz güçsüzüm ve bir de sürekli ev konusundaki sorumsuzluklarıyla da başımı ağrıtıyor, dedim "üff bi de bunu çekemem"

"Çık" dediğimde "çıkmam" falan filan dedi ama iplemedim. Zaten 3 hafta mühlet vermeme rağmen de ev bakmadı. Çünkü ev bakmaktan daha önemli işleri varmış. Evet haklı, çünkü ipsiz sapsız insanların hiç boş vakti olmaz.
Neyse işte, verdiğim süre dolduğu gün, öğlen saatlerinde telefon açıp "akşam eve gelme, gelirsen kapıyı açmam, eve girmek için ısrar edersen de polis çağırırım" dedim.
Boyum kısa olduğu ve sesim de fazla erkeksi olmadığı için olsa gerek, beni ciddiye almadı ve "girerim, mirerim" deyip durdu.

Akşam oldu, gece 12:00'de çıktı geldi. Kapıyı arkadan kitlediğim için eve giremedi ve zili çaldı, üst zinciri çıkarmadan kapıyı açtım ve "istersen orda dur, eşyalarını toplayıp çantanı vereyim" dedim ama bu bastı hakareti. Neymiş, beyfendinin çaputlarına dokunamaz mışım falan fıstık.
Dedim "bekle o zaman polis çağırayım, polis eşliğinde eve girer çantanı toplar çıkarsın"
Ben böyle diyince soytarı küplere bindi, bir sürü ağız dalaşı ve kapı yumruklama olayı gerçekleşirken 155'i aradım ve kapının dandanları arasında derdimi polise anlattım.

30 dakika sonra 1'i iyi(gençti bu), 1'i kötü(yaşlıydı, belliki meslekte pis işler yapmaktan ve büyük ihtimal hakkında soruşturmalar açılmış olmasından dolayı ilerleyemeyen) 2 polis geldi, bir kaç lak lak ettiler falan, dedim "ben bu adamın evime girmesini istemiyorum. eğer girecekse de sizden biriniz eşliğinde girsin, eşyalarını toplayıp gitsin"

Yaşlı olan, bana biraz fırça atmak ve nasihat etmek arasında uzun bir konuşma yaptı, ama ben yine kabul etmedim. En sonunda inatçı olduğumu iyice bellediğinde benim söylediğimi kabul ettiler ve bizim soytarı, genç olan polis eşliğinde eve girip pırtını topladıktan sonra siktir olup gitti. O gidince kafam rahatladı.

ve şunu bir daha anladım ki;
37 yaşında olmasına rağmen, kendi sorumluluğunu başkasına yüklemeye çalışan insanları sevmiyorum.
karşısındakiyle, konuşmayı bilmeyen insanları sevmiyorum.
başkasının duş havlusunu izinsiz kullananları sevmiyorum.
öğlen saat 13:00'de kalkıp iş güç yok diye ağlayıp sızlananları sevmiyorum.
traş makinamı kullanan adamları sevmiyorum.
sürekli yalan söyleyen insanları sevmiyorum.
dürüstlükten birazcık olsun nasiplenmemiş olanları sevmiyorum.
günde 2 koca nargile içen varoş kafalıları sevmiyorum.
yapacağı iyilikle, insanları kendine borçlandırmaya çalışan tilkileri sevmiyorum. ve daha neler neler.
Bu macera da bitmişken, geçen gün başka bi ev arkadaşıyla konuştuk. Bakalım bununla ne maceralar yaşayacağız.

Bende durumlar böyle, siz de nasıl? Hala musmutlu musunuz?