-->

25 Şubat 2016

Çayı Höpürdeterek İçen Öküz

Bu yazı şurdan devam ediyor: http://hayaterkegi.blogspot.com.tr/2016/02/okuz-herifle-yazsmaca.html
...Bildiği için de en azından o gün mesaj attığımda yardım edebilirdi, etmeliydi.
Hem eski pis kavgalı günler çoktan geçip gitmişti, üzerine zaman denilen yoğun bir sis bulutu çökmüş ve belki de benim içimde yanıp sönen kızgın ateş gibi, onun içindeki ateş de sönmüş olabilirdi, bence sönmeliydi. Sönmese bile o söndürmeliydi.
Bunun gibi şeyler düşünüp kendimi olumsuz ihtimalin gerçekleşmeyeceğine inandırınca, ondan yardım istemiştim.
Zaten o günlerde fana halde zor durumda olduğum için yapacak ve inanacak başka bir şeyim de yoktu. Malum allahın eli de yoktu ki çıkarsın bi tomar parayı uzatsındı ve ben de aldığım gibi kirayı ödeyip sağdan soldan aldığım borçları verebilseydim..

Sonra baktım olacağı yok, oturduğum yerden iş aramakla da olmuyor. Yaşamakta olduğum şaşkınlığı üzerimden iyice bi atınca kalktım ciddi bir köpek gibi iş aradım. Gördüğüm küçük bir işaret fişeğinde de yapıştım birilerine ve işi buldum, sonrasında da hayatımı düzene sokmaya başladım ve 2 ay sonra Öküz'ün blok'umu kaldırmış olduğunu görünce "arasana beni" diye yazdım ve sonrasında da aramızda şu yazışma gerçekleşti ( şu yazışma: https://www.instagram.com/p/BCBrau6Soaf/ )

Mesajıma cevap verdi, vereceğini de biliyordum. Çünkü o sadece başkasının sorumluluğunu almadan yaşamaya alışmış biriydi ve eğer ben ona; sorumluluğumu almayacağını kesin bir dille belirtirsem, o hemen dönecekti.
Netekim öyle de oldu ve o hemen dönüverdi.

Bir iki cümlecik konuşmadan sonra da çıktı geldi. Kapıyı çaldığında ben kapıyı açmaya bile utandım ve sonra gözümü kapatıp kapıyı açtığım gibi de yalancıktan elimdeki kalemi düşürerek, yere eğilirken göz göze gelmemeye çalıştım.

Ben öyle yaptığımda fark ettim ki, aslında o da benimle göz göze gelmeye utandığından olsa gerek hemen ayakkabılarını çözmeye başlamıştı.
Oysa aslında ayakkabılarını çözmüyordu, parmakları sadece bağcıkları ağır ağır çözer gibi oyalanıyorlardı ve o da sanki bağcıklar birbirine girmiş gibi uğraşıp duruyordu.
O an, onun da şimdilik göz göze gelmeye utandığını anlayınca "en iyisi ben içeri geçiyim" adında bir düşünceye teslim oldum ve mutfağa koşup, o gelmeden önce koyduğum çayın altını biraz daha açıp çay bardaklarını kenardaki küçük tepsiye gürültü yaparak dizmeye başladım.
Böyle gürültü yapmaktaki amacım, aslında onu utancımdan dolayı dışarıda bırakıp içeri kaçtığımı anlamamasıydı. Güya ben çay koymuştum ve çay kaynamak üzere olduğundan dolayı onunla ilgileniyordum. Ahhh ahh aklımı seveyim.

Tüm bu saçmalıkları yaparken kendimi haklı görüyordum. Haklıydım da. Çünkü aylardır aynı metrekare içerisinde soluşmadığımız için olsa gerek, ruhlarımızla beraber birbirimize yabancılaşmıştık ve bu yabancılaşma yüzünden, onunla nasıl göz göze geleceğimizi bilmiyordum. Bu yüzden de utanmıştım, utanıyordum.

Oysa utanacak bir şey de yok, yani sonuçta bi "hoş geldin" diyecektim o kadar. Ama onu bile diyememiştim ve yalancıktan yere attığım kalemi eğilip kaptığım gibi de mutfağa koşmuş, işte şimdi de önümdeki demlik, bardak, tabakları sağa sola bilerek çarpıp meşgul olduğum için içeriye koştuğumu ima ediyordum..

Ben böyle gürültü çıkararak çay hazırlığı yaparken, o da içeri girip yanıma gelmiş ve şimdi de mutfağın penceresinden, karşı tepedeki gecekondulara bakarak sessizce nefes alıp veriyordu.
Bir ara göz ucuyla ne yaptığına baktığımda, onun da göz ucuyla beni izlediğini duruşundan anladım. Güya dışarı bakıyordu ama aslında dışarıya dönük olsada ilerdeki gecekondular sikinde bile değildi. İkimizde sessizce oyalanıp, ilk konuşmayı başlatanı bekliyorduk.

Birimiz konuşmaya başlamalıydı ve ben "şeker ister misin" diyerek konuşmayı başlattım.
Sanki bir çocuğun "anne" deyişi gibi mucizevi bir etki yarattı. Sanki şimdi sadece bizim için değil, tüm insanlık için büyük bir adım atılmış gibi rahatladım.
Onun da rahatladığını anladığım o 2 saniye içerisinde, cevap olarak "yok almıyım" dedi ve ben küçük bi havluyu tepsinin içine koyup, altı bizim aksimize sımsıcak olan demlikleri alıp havlunun üzerine koyup bardakları da dizdikten sonra "çay hazır" deyip tepsiyi kaptığım gibi oturma odasına doğru yola çıktım.

Sanki yüzyıllardır yürüyormuşum gibi uzun gelen o bir kaç adım ve sanki ağırlığı altında eziliyormuşum gibi hissettiğim çay tepsisiyle oturma odasına girdiğimde, tepsiyi sakince ikimize de oturacak yer ayırmaya dikkat ederek kanepenin ortasına koyup boş bıraktığım köşelerden birine oturup, bardaklara çay doldurmaya başladım.
Bu esnada o da çıktı geldi diğer köşeye oturdu ve çay dolduruşumu izledi. Çayı, öyle ağır, öyle sakin bi şekilde bardağa dolduruyordumki, adeta çok önemli bir karışımı hazırlıyormuşum gibi hareket ediyordum.
Sanki ölçülerden birini azcık fazla kaçırsam, bir patlama yaşanacak ve ikimizde geberip gidecektik gibi davranıyordum. Bu yüzden yavaşça çaylarımızı doldurdum, sonra da kendi çayımı alıp, arkama yaslandığım gibi karşımdaki duvara boş boş bakmaya başladım.
O yine beni izliyordu.

Sonra bi ara aldığı derin nefesi burnundan verip, çayını eline aldı ve ilk yudumunu gürültülü bir şekilde içti.
Çay, su veya diğer şeyleri de içişi hep böyle olurdu zaten. Hüüüüüüüüp diye içerdi ve ben kendimi tutamaz "apartmanın duyması yetemedi. istersen bir mikrofon tutayım, bütün mahalle duysun" diye espri yapardım, o da "abartma o kadar abartma" derdi.
Ama bu sefer demedim. Çünkü aramıza 1 yıllık mesafe girmişti ve henüz ruhlarımız birbirine yetişmemişlerdi.
Hem üstteki paragraflarda da dediğim gibi; henüz aynı metrekare içerisinde yeterince nefes alıp vermemiştik. Bu yüzden biraz beklemeli ve o anın kendiliğinden gerçekleşmesini izlemeliydik.

Aradan 30 saniye kadar zaman daha ömrümüz geçtiğinde o, kapılı olan televizyona bakıp "kanal güncellemesini hâlâ yaptırmadın mı" diye soruverdi, ben de "yok. bilgisayardan izliyorum her şeyi" deyiverdim.
Cevabımın ardından dudağının kenarı azıcık yukarı doğru kalktı.
Hani gülümsemen gelir de, kendini tutarsın ya, işte öyle bir gülümseme emaresi gibi yıkarı doğru kalktı, ben de o kalkışa daldım.
Ne de güzel saklıyordu gülüşünü, bi uzanıp öpsem mi acaba?
Ama tutum kendimi, hem aramıza bir yıllık reklam girmişti ve reklam henüz yeni bitmişken, biraz yavaş olmak ikimiz için de sağlıklı olabilirdi.
Böyle düşününce elimdeki çaydan sessizce bi yudum aldım ve tam bu anda, onun çay içerkenki höpürdetmesi aklıma gelince, dudaklarım gülümsemek üzere harekete geçtiler. Ben onlara yetişeyim diye acele edip ağzımdaki çayı tamamen yutmaya çalışırken, dudaklarım her iki uçtan yanaklarıma doğru çoktan yol aldıkları için gülümsemem yüzümde çoktan yerini almıştı bile.

Offf şu ağzıma konuşurken sahip çıkamıyorum tamam da, en azından gülümserken sahip çıksam iyi olurdu diye düşünmeye başladım ve Öküz Herif tam bu sırada "ne oldu, niye gülüyorsun" diye soruverdi.
Lan ben şimdi buna ne diyeyim. Ne desem ki "çay höpürdetmene güldüm" desem salakça gelir, hatta malca gelir, hatta ne bileyim tuhaf olur. "Lan ne diyeyim ben buna" derken bi anda "hiiç, öylesine" deyiverdim ve o "hiiç olmaz, söyle neden güldün" die üsteleyince, ben "ya yok, öylesine aklıma bir şey geldi, ondan şey oldum" dedim, ama piç ısrar etti..

Devamı; http://hayaterkegi.blogspot.com/2016/03/dunyay-ibneler-kurtaracak-ve-bir-okuzu.html

3 yorum:

düşüncelerini kendine saklama, benimle de paylaş.