-->

25 Şubat 2016

Çayı Höpürdeterek İçen Öküz

Bu yazı şurdan devam ediyor: http://hayaterkegi.blogspot.com.tr/2016/02/okuz-herifle-yazsmaca.html
...Bildiği için de en azından o gün mesaj attığımda yardım edebilirdi, etmeliydi.
Hem eski pis kavgalı günler çoktan geçip gitmişti, üzerine zaman denilen yoğun bir sis bulutu çökmüş ve belki de benim içimde yanıp sönen kızgın ateş gibi, onun içindeki ateş de sönmüş olabilirdi, bence sönmeliydi. Sönmese bile o söndürmeliydi.
Bunun gibi şeyler düşünüp kendimi olumsuz ihtimalin gerçekleşmeyeceğine inandırınca, ondan yardım istemiştim.
Zaten o günlerde fana halde zor durumda olduğum için yapacak ve inanacak başka bir şeyim de yoktu. Malum allahın eli de yoktu ki çıkarsın bi tomar parayı uzatsındı ve ben de aldığım gibi kirayı ödeyip sağdan soldan aldığım borçları verebilseydim..

Sonra baktım olacağı yok, oturduğum yerden iş aramakla da olmuyor. Yaşamakta olduğum şaşkınlığı üzerimden iyice bi atınca kalktım ciddi bir köpek gibi iş aradım. Gördüğüm küçük bir işaret fişeğinde de yapıştım birilerine ve işi buldum, sonrasında da hayatımı düzene sokmaya başladım ve 2 ay sonra Öküz'ün blok'umu kaldırmış olduğunu görünce "arasana beni" diye yazdım ve sonrasında da aramızda şu yazışma gerçekleşti ( şu yazışma: https://www.instagram.com/p/BCBrau6Soaf/ )

Mesajıma cevap verdi, vereceğini de biliyordum. Çünkü o sadece başkasının sorumluluğunu almadan yaşamaya alışmış biriydi ve eğer ben ona; sorumluluğumu almayacağını kesin bir dille belirtirsem, o hemen dönecekti.
Netekim öyle de oldu ve o hemen dönüverdi.

Bir iki cümlecik konuşmadan sonra da çıktı geldi. Kapıyı çaldığında ben kapıyı açmaya bile utandım ve sonra gözümü kapatıp kapıyı açtığım gibi de yalancıktan elimdeki kalemi düşürerek, yere eğilirken göz göze gelmemeye çalıştım.

Ben öyle yaptığımda fark ettim ki, aslında o da benimle göz göze gelmeye utandığından olsa gerek hemen ayakkabılarını çözmeye başlamıştı.
Oysa aslında ayakkabılarını çözmüyordu, parmakları sadece bağcıkları ağır ağır çözer gibi oyalanıyorlardı ve o da sanki bağcıklar birbirine girmiş gibi uğraşıp duruyordu.
O an, onun da şimdilik göz göze gelmeye utandığını anlayınca "en iyisi ben içeri geçiyim" adında bir düşünceye teslim oldum ve mutfağa koşup, o gelmeden önce koyduğum çayın altını biraz daha açıp çay bardaklarını kenardaki küçük tepsiye gürültü yaparak dizmeye başladım.
Böyle gürültü yapmaktaki amacım, aslında onu utancımdan dolayı dışarıda bırakıp içeri kaçtığımı anlamamasıydı. Güya ben çay koymuştum ve çay kaynamak üzere olduğundan dolayı onunla ilgileniyordum. Ahhh ahh aklımı seveyim.

Tüm bu saçmalıkları yaparken kendimi haklı görüyordum. Haklıydım da. Çünkü aylardır aynı metrekare içerisinde soluşmadığımız için olsa gerek, ruhlarımızla beraber birbirimize yabancılaşmıştık ve bu yabancılaşma yüzünden, onunla nasıl göz göze geleceğimizi bilmiyordum. Bu yüzden de utanmıştım, utanıyordum.

Oysa utanacak bir şey de yok, yani sonuçta bi "hoş geldin" diyecektim o kadar. Ama onu bile diyememiştim ve yalancıktan yere attığım kalemi eğilip kaptığım gibi de mutfağa koşmuş, işte şimdi de önümdeki demlik, bardak, tabakları sağa sola bilerek çarpıp meşgul olduğum için içeriye koştuğumu ima ediyordum..

Ben böyle gürültü çıkararak çay hazırlığı yaparken, o da içeri girip yanıma gelmiş ve şimdi de mutfağın penceresinden, karşı tepedeki gecekondulara bakarak sessizce nefes alıp veriyordu.
Bir ara göz ucuyla ne yaptığına baktığımda, onun da göz ucuyla beni izlediğini duruşundan anladım. Güya dışarı bakıyordu ama aslında dışarıya dönük olsada ilerdeki gecekondular sikinde bile değildi. İkimizde sessizce oyalanıp, ilk konuşmayı başlatanı bekliyorduk.

Birimiz konuşmaya başlamalıydı ve ben "şeker ister misin" diyerek konuşmayı başlattım.
Sanki bir çocuğun "anne" deyişi gibi mucizevi bir etki yarattı. Sanki şimdi sadece bizim için değil, tüm insanlık için büyük bir adım atılmış gibi rahatladım.
Onun da rahatladığını anladığım o 2 saniye içerisinde, cevap olarak "yok almıyım" dedi ve ben küçük bi havluyu tepsinin içine koyup, altı bizim aksimize sımsıcak olan demlikleri alıp havlunun üzerine koyup bardakları da dizdikten sonra "çay hazır" deyip tepsiyi kaptığım gibi oturma odasına doğru yola çıktım.

Sanki yüzyıllardır yürüyormuşum gibi uzun gelen o bir kaç adım ve sanki ağırlığı altında eziliyormuşum gibi hissettiğim çay tepsisiyle oturma odasına girdiğimde, tepsiyi sakince ikimize de oturacak yer ayırmaya dikkat ederek kanepenin ortasına koyup boş bıraktığım köşelerden birine oturup, bardaklara çay doldurmaya başladım.
Bu esnada o da çıktı geldi diğer köşeye oturdu ve çay dolduruşumu izledi. Çayı, öyle ağır, öyle sakin bi şekilde bardağa dolduruyordumki, adeta çok önemli bir karışımı hazırlıyormuşum gibi hareket ediyordum.
Sanki ölçülerden birini azcık fazla kaçırsam, bir patlama yaşanacak ve ikimizde geberip gidecektik gibi davranıyordum. Bu yüzden yavaşça çaylarımızı doldurdum, sonra da kendi çayımı alıp, arkama yaslandığım gibi karşımdaki duvara boş boş bakmaya başladım.
O yine beni izliyordu.

Sonra bi ara aldığı derin nefesi burnundan verip, çayını eline aldı ve ilk yudumunu gürültülü bir şekilde içti.
Çay, su veya diğer şeyleri de içişi hep böyle olurdu zaten. Hüüüüüüüüp diye içerdi ve ben kendimi tutamaz "apartmanın duyması yetemedi. istersen bir mikrofon tutayım, bütün mahalle duysun" diye espri yapardım, o da "abartma o kadar abartma" derdi.
Ama bu sefer demedim. Çünkü aramıza 1 yıllık mesafe girmişti ve henüz ruhlarımız birbirine yetişmemişlerdi.
Hem üstteki paragraflarda da dediğim gibi; henüz aynı metrekare içerisinde yeterince nefes alıp vermemiştik. Bu yüzden biraz beklemeli ve o anın kendiliğinden gerçekleşmesini izlemeliydik.

Aradan 30 saniye kadar zaman daha ömrümüz geçtiğinde o, kapılı olan televizyona bakıp "kanal güncellemesini hâlâ yaptırmadın mı" diye soruverdi, ben de "yok. bilgisayardan izliyorum her şeyi" deyiverdim.
Cevabımın ardından dudağının kenarı azıcık yukarı doğru kalktı.
Hani gülümsemen gelir de, kendini tutarsın ya, işte öyle bir gülümseme emaresi gibi yıkarı doğru kalktı, ben de o kalkışa daldım.
Ne de güzel saklıyordu gülüşünü, bi uzanıp öpsem mi acaba?
Ama tutum kendimi, hem aramıza bir yıllık reklam girmişti ve reklam henüz yeni bitmişken, biraz yavaş olmak ikimiz için de sağlıklı olabilirdi.
Böyle düşününce elimdeki çaydan sessizce bi yudum aldım ve tam bu anda, onun çay içerkenki höpürdetmesi aklıma gelince, dudaklarım gülümsemek üzere harekete geçtiler. Ben onlara yetişeyim diye acele edip ağzımdaki çayı tamamen yutmaya çalışırken, dudaklarım her iki uçtan yanaklarıma doğru çoktan yol aldıkları için gülümsemem yüzümde çoktan yerini almıştı bile.

Offf şu ağzıma konuşurken sahip çıkamıyorum tamam da, en azından gülümserken sahip çıksam iyi olurdu diye düşünmeye başladım ve Öküz Herif tam bu sırada "ne oldu, niye gülüyorsun" diye soruverdi.
Lan ben şimdi buna ne diyeyim. Ne desem ki "çay höpürdetmene güldüm" desem salakça gelir, hatta malca gelir, hatta ne bileyim tuhaf olur. "Lan ne diyeyim ben buna" derken bi anda "hiiç, öylesine" deyiverdim ve o "hiiç olmaz, söyle neden güldün" die üsteleyince, ben "ya yok, öylesine aklıma bir şey geldi, ondan şey oldum" dedim, ama piç ısrar etti..

Devamı; http://hayaterkegi.blogspot.com/2016/03/dunyay-ibneler-kurtaracak-ve-bir-okuzu.html

22 Şubat 2016

Öküz Herif'le Yazışmaca

Daha önce de dediğim gibi; geçtiğimiz bir kaç ay öncesine kadar, aslında çok da sakin geçen sıradan hayatımı, dipten yavaşça gelip sertçe koyan psikolojik yıkıcı bi dalga sonrasında şaşaladığım için hepten boka sardırdım ve bir kaç hafta sonraki gözümü açışımda, kendimi bataklığın tam ortasında çırpındıkça dibe batarken gördüm.
O sırada batıyordum, her tarafım boka bulanmıştı ama yine de insanlara gülümsemeye devam ediyordum. Kimseye batmakta olduğumu söyleyemiyordum. Söylediğim kişiler ise zaten arkalarına bakmadan kaçmaya başlıyorlardı benden ve bunun üzerine, çevremde kalmış olan bir iki kişi de kaçmasın diye söylememeye karar verip öylesine sanki hiçbir kötü şey olmuyormuş gibi yaşamaya, onlarla beraber siktiri boktan esprilere çok komikmiş gibi gülmeye devam ettim.

O günlerde bazen, her şeyin, o anki halinden daha da kötüye gideceğini düşündüğümde, kalabalık içerisinde oturup ağladığım da oldu, ama "kendimiz" dışımızdakilerin ağlayanı pek siklemediklerini biliyorsunuz.
Çünkü hepimiz gülümsemek ve mutlu olmak üzerine bir hayat kurmaya koşullandırıldık ve bu esnada farkında olmadan gerçeklikten koparılıp bir kenara atıldık..
Oysa mutsuzluktan ağlamamız da lazım, çünkü zaten mutluluk çok da ciddiye alınması gereken bir duygu durumu değil. O sadece anlık gelip giden sıkıcı bir şey. Onun aksine kalıcı olan ise; mutsuzluğun ta kendisi. Bu yüzden bence hayatımızı mutlu olmak, mutlu etmek üzerine kurmak yerine, mutsuzluk üzerine kurmalı ve onunla ne zaman, nasıl baş edilmesi gerektiğini birbirimize öğretmeliyiz, öğrenmeliyiz. Hatta tüm yaşamımızı, mutsuzlukla yaşamak üzerine yeniden kurgulayarak düzenlemeliyiz.
Çünkü, yaşamın kendisi mutsuzluk üzerine kurulu ve bu yüzden olsa gerek; kahkahalarla örülü bir hayat yaşama gayesi edinmek, artık bana delice gelmeye başladı.
Bence; hep mutlu olmak da; insanı delirmeye götüren araçlardan sadece biri olabilir. Gülmek ise; delirmişliğin en güzel, en açık işareti. Sadece akıllanmışların anladığı ama anlatamadığı büyük bir işaret.

Her neyse, işte o kötü geçen aylarda; arkadaşlardan biri halimden anlayıp yardım eder diye; yağmur altında ıslanmış sahipsiz köpek yavrusu ifademi takınıp onlar arasında da öylece gidip geldiğim nerdeyse her gün, aslında kimsenin sikinde olmadığımı bir daha hatırladığım günlerden oldu çıktı.

Normal arkadaşlar ve bu normal arkadaşların bir tık üstünde olan, yani; gözlerimin doluluğunu saklamaya gerek duymadığım arkadaşlarımdan da yardım istediğim oldu, ama  onlardan da bi sik çıkmadı. Herkes "başının çaresine bak orospuçocuğu" dercesine olabildiğince uzak durdu benden :))

Zaten insan düşmeye görsün. Düştüğün yerden kaldıracak kimsende kalmıyor ve bir külçeye dönüşmüşken uyanıyorsun. Sonra da kendi kendine kalkıp silkelenirken, yanaklarındaki ıslaklığı silip derin bi nefes aldıktan sonra "ananızı sikeyim" diye söylene söylene yalpalayarrakta olsa yürümeye başlıyorsun.

Öyle yani, durum bundan ibaret. Hem aslında siz de biliyorsunuz "gerçek dostlar" denilen bir şey yok, sadece yalnızlığımızı yok etmek için sarıldığımız veya yakın durduğumuz bedenler var. Bir de şımarmaya ihtiyacımız olduğunda gidip sırnaştıklarımız. Ya da başımızı okşasınlar diye sakso çektiklerimiz ile yakınımızda bulunsunlar diye; bize sakso çekmelerine izin verdiklerimiz..

Tüm bu duygu durumlarını, yoğun bir yokluk içinde yaşayınca, bir elin parmak sayısını da geçmeyen dost dediğim tanıdık yüzleri de siktir ettim ve kendime sıfırdan bir hayat kurmaya karar verdim.
Zaten sıfırı tüketmek ve sonrasında hiçbir şey olmamış gibi tekrar hayata başlamak konusunda deneyimli biri olduğum için, yeni bir yola girdiğimde en fazla 1 hafta canım yanıyor, sonrasında ise acıya alışmış olduğum için, çabucak kendime geliyorum ve tüm gücümle yürümeye başlıyorum.

Yürümeye başladığımda, dönüp geçmişimi gözden geçirmeden edemiyorum. Çünkü yaşadığım acı veya tatlı şeylerin tümü geçmiş de kalsa bile, geçmişimin içinde değerli olduğuna inandığım 1-2 şeyciği tamamen atmaya kıyamıyorum. Çünkü ben onları atacak kadar cani, duygusuz biri değilim, o kadar da insanlıktan çıktığıma inanmıyorum. İçimde hala bi yerlerde iyiliğe dair zerre kadar da olsa küçüçük bir et parçası var, karanlığa teslim olsamda, içimdeki fırtınalara karşı inadına sönmeyen cılız bir mum ışığı içimi aydınlatmaya devam ediyor. Ben geçmişimi sikip attım, ama her sikiş hesapta olmayan küçük bir ihtimalin sahip olduğu olası doğumun da habercisidir. biliyorsunuz bunu.

Evet çok iyi bir geçmişim, temiz bir hayatım yok, ama sonuç olarak geçmişime dönüp baktığımda onlara küfür de etsem, bir kaç temiz kalmış insan ve onlarla yaşadığım iyi anılarım da var. Bazıları kocaman yaralar açmış olsalar da, o yaraları açmalarına ben izin verdim, ben izin vermesem o yara açılmazdı.
Yaralarımdan biri de Öküz Herif'di. Hani önceki ay sıkıştığımda (ilgili link; https://www.instagram.com/p/_U6U_2SofL/  ) mesaj atıp para dilendiğim ve "olumsuz da olsa" küçük bir cevap vermek yerine, beni bloklayan eski sevgilim var ya, hah işte o Öküz Herif.

Piç herif, o günlerde Allah'tan umut kesip ondan yardım istediğimde, beni; o küçük sikine bile takmadan bloklamıştı ve ben de zaten çok umursamamıştım.

Ya tamam yalan söyledim. Aslında umursadım. Yani en azından evet veya hayır diyeceğini bekliyordum. Ama piç öyle de demeyince, bi şaşaladım, bi sendeledim, bi kal geldi, oturduğum yerde donup öyle kalakaldım.
Ama sonra düşündüm de adam haklı. Yani sonuçta aylardır görüşmüyoruz, en son geçen yaz  onu evimden  kovarak kapı önüne atmıştım ve kapıyı kitlemiştim. Ben kapıyı kitledikten sonra o defalarca çalmasına rağmen de hiç oralı olmamıştım ve sonra o da mecburen kalkıp gitmişti..

İşte son görüşmemizde bunları yaşamıştık ve ben şimdi attığım bu mesaj sonrasında, daha önceki olanları düşününce bana cevap vermemesi konusunda bayaa da hak verdim.
Ama sonra düşündüm de, ya tamam insan kavga edebilir, her boku yiyebilir ama sonuç olarak bakıldığında; benim şu an ondan başka yardım isteyecek kimsem yoktu ve bunu da o benden daha iyi biliyordu.

Devamı: http://hayaterkegi.blogspot.com.tr/2016/02/cay-hopurdeterek-icen-okuz.html

05 Şubat 2016

Gülen Suratlı Ağlayan Palyaço

Geçen aya kadar dibi boylamış halde yaşamayı seçtiğim için 3-4 ay öyle yaşadım ve zaten bozuk olan siktiri boktan psikolojimin 3-4 ay içinde hepten alt üst olmasıyla, bilinçli olarak boylamış olduğum dipten tekrar yüzeye doğru tüm gücümle çıkmaya başladım.

Suyun üstüne çıktığımda, yaşadığım için şükrettim. Yaşadıklarım için de şükrettim. Tanıdığım ve tanıştığım insanlar için de şükrettim. Şükür için bahanelerim bittiğinde, tüm bunların farkında olarak yaşadığım için de ayrıca şükrettim ve bahanelerim tükendi.

Dipte yaşlanınca terkedilmiş ve terk edildikten sonra da bakımsızlıktan batmış yaşlı gemiler, elden iyice geçirildikten sonra değersizleştirilerek denize itilmiş ne idüğü belirsiz genç metaryeller de var veya değerinin bilinmediği şeyler de. 
Ama biliyorum ki; çıkarıp temizledikten sonra kenara bıraksan, o yine dibe doğru gidecek kadar da öyle bir yaşamın doğruluğuna inanarak da umudunu kaybetmiş. 
Tabii bunu içlerindeyken fark etmek imkansız. Çünkü gittikçe onlara benziyorsun, benzedikçe kafanda "bende böyleyim" cümlesi yerini alıp büyümeye başlıyor ve geri kalan tüm cümleleri dışarı atıyor.

Kendini o kadar çok onlara benzetiyor ve gün geçtikçe benzemeye başlıyorsun ki; nasıl olduğunu ve nasıl davrandığını, davranmaya başladığını bile bilmiyorsun. Bunu fark etmek için bazen çaba harcasan da yalnızlığa yenik düşüp tekrar diptekilere benzeme çabasına giriyorsun. 

Üstelik bu çaba içerisinde tepinirken, onlara benzemeye hakkın olduğu haklılığına da inanmaya başlıyorsun. "Evet Ben Böyleyim" ve "İnsanlar Beni Böyle Görmeli" ve "Kabul Edileceksem Kabulüm Bu Şekilde Olmalı"ya dönüşen düşüncelerin, zihnini tamamen ele geçirdiğinde asık suratlı geçimsizin teki olup çıkıyorsun..

Öte yandan dipte olmak kötü değil, dipte olmanın bir tercih olmadığının farkında olmak kötü. Öyle bi dünyaya gözünü açmış olduğun için, ölünceye kadar yerinin de orası olduğuna inanıyor olman kötü. Oradan başka bir yerde yaşayamayacağını düşünmen kötü, oradaki boşluğun sana mutluluk vermesi kötü, dibin dip olduğunun farkında olmaman kötü, kendini görememen ve görmeyi red etmen kötü.

Tüm bunlara, kişisellik penceresinden bakıldığında, kötülüklerin tercih meselesi olması kötü değil. Yani bu onun hayatı ve o kişi de kötü yaşamayı seçmiş. Bu yüzden sen; onun o kötülükle yaşamasını desteklemekten başka bir şey yapamazsın, yapmaya da hakkın yok. 
Tabii desteklemek zorunda da değilsin, onun o kötülükle yaşamasına tarafsız da kalabilirsin, bu da senin tercihin. Ama şunu tekrarlamak gerekir ki; onu, o istemediği müddetçe; içinde olduğu o kötülük halinden kurtarmaya hakkın yok. 
Böyle bir hakkın olduğunu düşünüyorsan, bu düşüncen yüzünden sana şunu söyleyebilirim ki; sen de kötüsün. Hatta kötü olarak gördüğün kişiden daha da kötüsün.
Çünkü kötülüğün salt olarak; bir başkasını, istemediği halde; bulunduğu durumdan, başka bir hale geçirmektir.

Zaten birini istemiyor olmasına rağmen, var olduğu halden, sırf sizin ona yakıştırdığınız hale geçirerek kurtarmaya çalışmayı, kurtaranın; allahlık iddiasında bulunmasıyla eşdeğer görüyorum. Oysa biz insanız, allah değiliz. Ki allah bile, yaşamı bizim tercihlerimize bırakmıştır ve öyle yaşıyoruz. Bunun hep farkında olarak yaşamalıyız ve haddimizi aşmamalıyız..

Kötü görünmenin, kötü olmanın ve kötü yaşamanın ve kendine kötülük yapmanın bir tercih olması, tuhaf olsada saygı duyulmayı da hak ediyor. Ama kötülüğü istemiyor olmasına rağmen, bir başkasına yapılmasının normalleştiği-normal görüldüğü-normal kabul edildiği yerde, saygı biter.

Yani kendinize istediğiniz kadar kötülük yapabilirsiniz ve bu normaldir. Bunun desteklenmesi de normaldir. Ama başkasına kötülük yapmaya hakkı olduğunu düşünerek eyleme geçme aşaması, kötülüğün normallikten çıkması demektir. Burada kötülüğün her türlüsüne karşı DURulmalıdır.

Tüm bu cümlelerden sonra konuya dönecek olursam; Dipte beni rahatsız eden şey, sanırım kötülük etmenin bir hak sayılması ve bunun aksine; kötülüğe karşı durulmasının yanlış olduğunun savunulması idi.

Yani siz bir başkasına kötülük yapmayı kendinizde bir hak olarak görüyorsunuz ve kötülük yapmaya başlıyorsunuz. Ama yapmakta olduğunuz kötülüğe karşı koyulmasını istemiyor ve bunu kötülük olarak görüp, yaygarayı koparıyorsunuz.
Kendi yapmakta olduğunuz kötülüğün farkında olmamanız ve size karşı konulunca bunun kötü olduğu yaygarasını koparmanız bambaşka bir deli ruh haline geçiş yapılmış olduğunun en büyük göstergesi. 
Bu, deliliğin henüz tanımlanamamış alanları olduğunun da göstergesi. Ya da benim bilmediğim, öğrenmediğim bir alanı..

Öte yandan kendini kaybetmiş bir kişilikle, diptekilerin arasında yerini aldığında, sen bile farkında olmadan sana yeni bir kişilik inşaa edilmeye başlanıyor.
İnşa edilmekte olan yeni kişilikle ortaya çıkıp görünmeye başladığında, sana gösterilen ilgi de bir öncekinden fazla oluyor. Bu durum ilgi sarhoşluğu yaşamana sebep olurken, kendinin gerçek kişiliğini bulmuş olman yanılgısına da düşürüp, senin bu yeni kişiliği daha hızlı kabullenmeni sağlıyor. 
Bu sayede, sen; artık kendin değil, onların istediği kişi oluyorsun ve bunun farkına bile varmıyorsun. Zaten bunun farkına varmadığın için de, dönüşümün daha hızlı oluyor ve sen artık, kurulup ortaya bırakılmış duygusuz bir robottan farksız oluyorsun.

Tüm bunlar gerçekleşirken, sen de zamanla; sana biçtikleri değeri, diktikleri elbiseyi biraz daha ilgi karşısında, kendine daha çok yakıştırıyorsun ve öyle yaşamayı normal kabul ediyorsun. 
Bilinçli kabulun bir zararı yok, bunu sen istiyorsan öyle yaşarsın ve öyle yaşadığın için desteklenmelisin de. Ama bilinçsiz kabullerin ve kabul etmek zorunda bırakıldığın bir hayatın zararını, bir kaç yıl sonra intihar etmek istediğinde ölümden son anda kurtarılmışsan anlıyorsun. Yoksa bok yoluna gitmiş oluyorsun.

Burda yaşadığın yanılgıların en büyüğü sanırım "herkesin olduğu gibi" ve "sana olduğun gibi" yaklaşıyor olduklarını sanman. Kendine karşı birazcık da olsa dürüstsen, kimsenin sana olduğu gibi yaklaşmadığını anlamakta geç kalmazsın. Ama kendine karşı dürüst değilsen işte o zaman yandın. Çünkü burada krallar çıplak değil, burda herkes giyinik ama çıplakmış gibi davranarak seni soyunmaya ikna ediyorlar. Sakın onlara inanma..

03 Şubat 2016

Bunu yayınlamalısın

Şu yazı ( http://hayaterkegi.blogspot.com.tr/2016/01/yok-artk-cidden-biseksuel-misin_26.html ) sonrasında canımcım Aslısın'la yazışırken, onun "ee sen blog yazmışsın" demesiyle yazıyı buraya aldım:
Not: gerçi mesajlaşmayı yazıya dökecektim ama bu ara bi üşengeçlik var üzerimde atamadım ://

Cok guzel yazmissin yine. Birbirimizi otekilestirmekten olecegiz ama olmuuoruz da. Ben bunu yine okurum.
ölmeyelim de, insan olduğumuzu hep hatırlayarak, hiç unutmayarak yaşamaya devam edelim.
Aslısın
Agzini yerim. Ama gercekten cok cok iyi demissin, otekilestirilenin de digerini otekilestirmesi insanin kalbine dokunuyor be.
Kalbe dokunması doğru, hem de çok dokunuyor. Ama sonuçta bu da bir insanlık hali. Bunu da normal görüyorum, görmeye çalışıyorum. Şunu da unutmamak lazım galiba: İnsan ötekileştirilince daha anlayışlı, daha iyi, daha güzel bir insana doğru gitmiyor. Ötekileştirilmek eğer kişinin içindekini kabullenmediği bir durum ise nefrete dönüşüyor. Yani ötekileştirenlerin, kendisi gibi olmayanı ötekileştirmeye devam etmelerinin nedeni aslında kendilerinin olduğu hali henüz içselleştirmemiş olmaları. İçselleştirseler rahatlayacaklar. içselleştirmek, bir anlamda insan olduğunu hatırlamaktır, bunu uiç unutmamak ve her yapılanı insani duygulara bağlamaktır. Diye düşünüyorum. Tabii burda yine "bir kişiyi öteki olduğu için değil, insan olduğu için sevmek, saymak, korumak, hakkını savunmak durumları devreye giriyor. Birini insan olduğu için savunmak lazım, her yaptığının arkadında durmak lazım. (Tabii cinayet ve birine zarar verme durumları hariç. Ki kendine zarar veriyorsa bile bu onun hakkıdır, çünkü onun yaşamı onun kararıdır)
Kafam bi milyon. Ne alırsan 1TL
İnsanları bizden olmayınca, bizim gibi olmayınca sevmiyoruz. Bu şeytani bir çıkarcılıktır. Ben bir müslüman olarak bunu şeytani buluyorum.
Ki bu yüzden "biz" kelimesini sevmiyorum. Daha çok ben'i kullanıyorum ve ben olarak hareket etmeyi seviyorum
Sorunlarımızı aşmak için ben olarak hareket etmeyi öğrenmeliyiz diye düşünüyorum
Yaşamak için bir topluluğa ait olma çabasını geride bırakmamız lazım
Bir topluluğa ait olarak yaşama çabasını ilkelce buluyorum ://
Bu yüzden olsa gerek hayatımı bir türlü yoluna sokamıyorum.
Neyse ben konuyu kapatıyım, çok yazdım.
E sen blog yazmissin. Bunu yayinlamalisin. Ciddiyim ve sonuna kadar katiliyorum.