-->

01 Ekim 2015

anne'ne sütlaç yaptırıp sevdiğin kişiye götürmek -3 (mutsuz son)

Bu post şurdan devam edip geldi: http://hayaterkegi.blogspot.com.tr/2015/09/annene-sutlac-yaptrp-sevdigin-kisiye_34.html

...Sürmeli gece saat 4 gibi geldiğinde, şans eseri bende uykum kaçmış olduğu için, mutfakta su içmekle meşguldum ve o ise sarhoş bir şekilde içeri girerken yanında da birini getirmişti..
Onlara salondaki kanepede yatabileceklerini söyleyip, su içtikten sonra kendi odama gidip uyudum.
Sabah uyandığımda onlar hâlâ uyuyorlardı ve ben de işe gitmek zorunda olduğum için, onları öyle bırakıp gittim.
Gün içinde beni aradığında evi toplayıp çıktıklarını ve eve benden izinsiz birini getirdiği içinde özür dilediği uzun bir konuşma yaptık.
"önemli değil, takma kafaya" diye diye dilimde tüy bitmişken, en sonunda "çıkarken anahtarı televizyonun önüne bırak. kapıyı çekip kapatman yeterli, sıkıntı olmaz" dedim ve telefon konuşmamız orada bitti.

O gün yazdığı hiçbir şeye cevap vermedim, sonraki gün de ve sonraki günlerde de.
Onunla karşılaştığımız mekânlarda ise hep sanki işim varmış gibi bir anda çıkıp mekânı terkettim.
Çünkü muhabbeti bir yerden sonra tekrara bağlanıyordu ve selamlaştığı, konuştuğu tipler de temiz tipler değillerdi. İğrenç tipler ve hepsinin gözünün altı mor, kolları yara bereydi.
Haftalar sonra ise, artık onunla karşılaşmamak için bu bok gibi mekânları terketmekten vazgeçtiğim bir anda onun tekrar özür dilemeye başlamasıyla "bu konudan sıkıldım. arkadaşım olarak kalmak istiyorsan bir daha bu konu hakkında konuşma" dedim ve o da "tamam" dedi ve yine yanağıma uzanıp öptü, sağdan soldan salakça şeyler hakkında konuştuk, hayatımızı normal gibiye döndürdüm.

Bu normal gibiye dönen muhabbetimizden sonraki günler de, bir kaç gece bar çıkışı bana gelmek istediğini söylediğinde evde misafirlerim olduğunu veya evde olmadığımı söyledim ve o da böylece artık bana gelmek istediğini belirten cümleler kurmaktan vazgeçti.
Yazdığı şeylere uzun aralıklarla cevap verince, yazışmalarımız da gittikçe azaldı, hemen sonrasında ise yok oldu. Telefonlarına da cevap vermeye vermeye beni aramasının gereksizliğine inandı ve işte sağda solda karşılaştıkça sadece kuru kuru merhabalaşmaya devam ettik o kadar.

Ama her merhabamızda onun da benim gibi yalnızlıkla boğuştuğunu görebiliyordum. Aslında "yalnızlıkla boğuşama-masını görebiliyordum" demem daha doğru olur. Çünkü yalnızlığının sonucu olarak, çevresindeki kayık tiplere nasılda bağlı olduğunu ve onların arasında kalıcı olarak yer almak için, kendinden ne kadar ödün verdiğini de fark edebiliyordum.
Bunu ben fark ediyordum, ama o bunu bilinçli olarak istediğini sanarak yaşadığı için, bazen ona yaptığım küçük uyarılarım sonrasında benimle dalga geçip "küçük bir çocuk" veya "korkak bir ibne" olduğum alt metinli cümleler kuruyordu.
Oysa bu beni üzüyordu. Çünkü onun da yolunu kaybeden her ibne gibi, yalnızlıkla boğuşurken bol bol yanlışlık yaptığını görüyordum, ne kadar da büyük bir  eziklik içinde olduğunun farkındaydım ve açıkçası hayatını artık neredeyse, o arkadaş çevresinde kendisi için kalıcı bir yer açmak ve onlardan birini elde etmek üzerine kurgulayarak geçirmeye başlamıştı.

Bunun kötü bir kişisel tercih olduğunu biliyordum. Çünkü bir arkadaş çevresine veya gruba ait olmaya çalışarak yaşamak demek; kendinden ödün vermek demekti. Hele bir de dik bir duruşunuz yok ve her halükârda karşınızdakilere ayak uydurmaya dünden razıysanız, ayaklarınızın yerden kesilmesi an meselesidir.
Bunlardan bahsediyorum ama belki de kendi yalnızlığımın nedenlerinden biri de budur. Çünkü bir gruba girdiğim zaman onlardan biri olmayı, onlar gibi davranmayı, onlar gibi eğlenmeyi kabullenemiyorum.
Bunun yerine daha kendim gibi olmaya devam ediyorum ve açıkçası böyle davranmam sonucunda ise; grup üyeleri tarafından biraz protest bir kişilikmişim gibi algılanıyorum.
Oysa aslında protest değilim, sadece "grupta var olacaksam kendim olarak var olmaya devam etmek istiyorum. Beni kabul edeceklerse bu şekilde, olduğum halimle kabul etmeliler" diye düşünerek yola devam ediyorum.

Bu durum sadece gruplar için geçerli değil, aşk-meşk şeylerinde de öyle oldu. Ama tabii çok da sert değilim. Daha çok ödün verdiğim şeyler karşımdakilerin benden başka ödünler vermemi isteyip istemeyeceğini görmem üzerine ilerliyor. Eğer hâlâ ödün vermemi istiyorsa, ondan bana yar olmaz deyip olayı noktalıyorum.
Çünkü ben, karşımdakini olduğu haliyle kabul ederken, karşımdaki beni bir dönüşüme zorluyorsa ve beni ben olmaktan uzaklaştırıyorsa, işte o zaman; onun samimiyetini sorgulamaya başlıyorum ve sorgulamam olumsuz olarak bittiğinde, ya onu hayatımdan çıkarmış oluyorum, ya da ona kendimi hayatından çıkartırtmış oluyorum. Bu hiç şaşmadı.
(Siz de sakın ola kendinizden ödün vererek birilerini yanınızda tutmayın, bir ortamda varlığınızı devam ettirmeyin ve sizden ödün vermenizi isteyenlere bağlanmayın. Siktir edin hepsini. Böyle durumlarda tek başınıza kalmanın güzel yanlarına odaklanın. Mesela kitap okuyun, dizi izleyin, imdb'de 7 üzeri puan almış tüm filmleri izlemeye başlayın :))

Ama Sürmeli böyle biri değildi. Onun zayıf olan yönü şuydu ki; ailesinin ona sağladığı imkânlardan dolayı, hayatın zor taraflarıyla pek karşılaşamamıştı ve belki de yüzden de; gerçek bir kişisel sorumluluk edinememişti. Edinemediği için de; çevresindeki insanları nasıl elemesi gerektiğini de sanırım pek bilmiyordu.
Bilmediği için olsa gerek; O da, bir çok eşcinsel gibi; özgürlüğünün sadece cinsel hayatıyla sınırlı olmasının yeterli olduğunu sanıyordu. Yani milyonlarca eşcinsel gibi; sanki istediği kişiyle yatınca, özgürlüğünü dibine kadar yaşamış sayıyordu kendini.
Oysa 27 yaşında olmasına rağmen daha bireyselliğinin farkında bile değildi. Şu sikindirik dünya'da bireysel olarak var olması gerektiği bilinci henüz tam olarak kendisinde oluşmamıştı.
Dediğim gibi; bireyselliğinin, sadece cinselliğini yaşarken lazım olduğunu düşünen bir kafa yapısı vardı ve açıkçası belki de böyle düşünerek yaşadığının bile farkında değildi..
Oysa bireysellik sadece yatakta lazım değil, sokakta da lazımdı, bar'a yalnız girip, sana yılışan onlarca tipi tip'e rağmen istediğin zaman yalnız çıkabilmek için de lazımdı vb.

Ama dediğim gibi, o bunun farkında değildi. Bunların aksine, ondan edindiğim izlenim şuydu ki; bildiği tek şey; ne olursa olsun bir gruba ait olmalı ve hayatına böyle devam etmeliydi. Tabii bu grup tarafından kabul edilmiş olması gerektiğine olan sağlam inancını sarsmak da çok zor gibi görünüyordu.
Oysa, tek başına ayakta durabilmeyi öğrenmiş olsaydı, bir gruba gerek olmadan da yaşanabileceğini görmüş olacaktı. Ama o, tek başına duramıyordu. İlla 2-3 kişilik gruplarla takılıyordu ve takıldığı müddetçe de, grubun isteklerine hayır diyebilecek biri değil, bunun aksine ona uzatılan her şeye razı bir bostan korkuluğu gibiydi.
Güçlü durmasını gerektirecek şey, aslında kendi içindeydi. ama o gücün dışardan alınabileceğini düşünen tiplerdendi. Oysa insanı ayakta tutan tek şey kendisidir.
Bedenimiz kalemizdir. Onu düşürmemeliyiz. Yoksa yaşıyor olmanın ne anlamı kalır ki..

O arkadaş grubu dediğim salaklar ise; spor salonu bağımlılarından oluşmuş beyinsizler takımıydı. Alkol ve birbirinden tamamen farklı çeşitlerde uyuşturuculardan kafalarının yanmış olması yetmezmiş gibi, bir de vücutları bir an önce şişsin diye türlü türlü şeyler kullanıyorlardı.
Bizim Sürmeli'de onlara uyduğu için, onların kayıtlı oldukları spor salonuna yazılmıştı ve gittikçe vucudu seksileşiyordu.
Bir iki defa onun o çıplak halini düşünüp osbir çekmeye kalkıştığım bile olmuştu, ama sonra osbir çekmek istemediğimi farkedip bırakmıştım.

Onu düşünerek osbir çekmiyordum ama aradan aylar geçtikçe onun vucudu değişiyor, o da gelişen kaslarını onu izleyen herkesin gözüne rahatlıkla sokabileceği dar badiler, askılı atletler ve bunlar gibi obsesif sporcu kıyafetleri giymeye başlamıştı.
Evet, vücudu gittikçe daha iyi oluyordu ve yanında artık ona sarmaş dolaş halde gezinen tipler daha fazlaydı. Hani tipi de kötü değildi, ama yine de bu hareketleri bana itici geliyordu.
Bana itici gelen hareketlerine rağmen yanındaki yakışıklı adamları görünce içim eriyordu.
İçim erimeye devam ederken aylar geçti ve onun vucudu gelişirken ben de artık bir yerlere takılmaktan sıkılıp bir kaç ay hiçbir yere gitmedim. Bu süre zarfı içerisinde evde oturup "niye kimse beni sikmiyor" adlı yazılar yazıp blogda yayınlarken, geçen bir kaç ay sonrasında tekrar barlara takılmaya başladım ve aradan 3-4 ay daha geçti.

Barlara takılmaya başlamıştım ama bu süre zarfı içinde Sürmeli ile hiç karşılaşmadık. Gözlerimin benden izinsiz bir kaç defa özellikle onu aradığı oldu, ama göremeyince "belki de bar ortamlarını bıraktı" diye düşündüler ve bende zaten bir kaç zaman sonra onu unuttum.
Unutmam ise normaldi. Normalliğinin sebebi ise; bizim bok çukurumuz, diğer bok çukurlarına nazaran kendi kendine daha hızlı bir insan sirkülasyonu yaşıyordu. Yani; aramıza katılan yeni yetme gay'lere karşılık, bu ortamlardan elini eteğini çekenler oluyordu.
Çünkü hepimiz masallarla büyüdük ve beyaz atlı prenslerin gerçek olduğuna kendimizi inandırdık. Oysa beyaz atlı prensler yoktu, bunu anladığımızda sağlığımıza kavuşuyor, daha gerçekçi yaşamaya başlıyorduk. Gerçekçiliği fazla abartan gay'ler bu ortamdan kaçıp, dışarıda onları eleştirmek için dünyaya gelmiş olduğunu sanan eziklerin arasında mutsuz bir şekilde yaşamaya razı oluyorlardı. Oysa abartmaya gerek yoktu; nerede, nasıl yaşarsan yaşa kendini kaybetmeden; bir şeyleri farkında olarak, farkında kalarak yaşamaya devam etmek yeterdi. Yediğin boku neden yediğini bildiğin sürece, sana zarar vermezdi. Ama çoğumuz neden yediğimizi bilmiyorduk, sadece alışkanlıktan bok yiyorduk. Bu ise midemizi alt üst ediyordu..
 
Sürmeli'nin yokluğunu kabullenme sürecinin 2-3 ay sonrasında bir gün, facebook'da açılmış olan saçma sapan gay profillerden birine bakarken, Sürmeli'nin fotoğrafını ve hemen altında yazdığı "yerin cennet olsun" cümlesini gördüm.
Sürmeli ölmüştü.

Küçük bi şok geçirdim, onunla olan tanışmamız ve sonrasındaki muhabbetlerimiz aklıma geldi. Yüzümü bir "offf beee yazık oldu" bakışı kapladı.
Üzüldüm, elimi açıp bi fatiha okudum, bir kaç gün kafamda onun o saftirik bakışları, yalnızlıktan dolayı yaptığı saçma sapan arayışları gezindi durdu. Her aklıma geldiğinde bir Fatiha daha okudum. Şu an bile, o Sürmeli gözleriyle öylece bakıyor bana.
Allahım yerini cennet etsin Sürmeli..
-----

İlerleyen günlerde Sürmeli'yi tanıyan bir kaç kişiyle, neden ve nasıl öldüğü konusunu konuştuk. Meğer sürekli olarak birbirinden çok farklı uyuşturucular kullanıyormuş.
ki aslında ondan uzak durma nedenlerimden biri de buydu. Sürekli cebinde bir şeyler vardı, sürekli birilerine "şunu tattım, bunu yaptım" diye diye anlatıyordu ve bu beni rahatsız ediyordu.
Sonra işte bir de spora da başlayıp, kontrolsüz bir şekilde farklı iğneler, farklı ek besinleri dozajından fazla fazla alınca da, tüm bu yaptıkları sonucunda karaciğer veya böbrekleri iflas etmiş. Bunun üzerine ailesi onu bi kaç haftalığına hastane de yatırmışlar, ama günler sonra vefat etmiş...
Keşke o bokları kullanmasaydı ve hayatı da esmer teni gibi kararmasaydı, sağlıklı bir adam olarak 60yaşında falan ölseydi. Allahım yerini cennet etsin. amin.

Şimdi bunları yazıyorum ya;
Ben mesela hiç etrafımdaki kişilerden birini, öldüğü için kaybetmedim. Çünkü etrafımda yakınlık duyduğum kadar kimse yanımda olmadı.
Yakınlık duyduğum kimse olmadığı için de ölen kimse olmuyor. Ama işte böyle arada bir tanıştığım insanların ölmüş olduğunu bir şekilde öğrenince üzülüyorum.
Bu çok garip geliyor. Dünya'larımız çok hassas. Sağlığınıza dikkat edin.

4 yorum:

düşüncelerini kendine saklama, benimle de paylaş.