-->

27 Aralık 2014

2014'de gelip geçti.......

Ve işte geldik bir yıl sonu yazısına daha. Doğrusunu söylemek gerekirse 2014 yılını geçen yıllardan daha çok sevdim. Benim için iyi bir yıl gibi bir şey oldu. İstediğim bazı şeyler oldu, bazıları ise ne yazıkki tam tersi oldu.

Neyse henüz geç kalmış sayılmam. İnşallah 2015'de daha iyi olurum da rahatlarım. Üff tamam uzattım. en iyisi 2014 nasıl geçti ona geçeyim:

-2014'de bir çok hastalığa yakalandım ve çok şükür hepsini alt ettim. ama bu yaz yakalandığım bir hastalık dehşetti. Resmen beni yataklarda 3 hafta süründürdü.
Farklı hastanelere defalarca gitmeme rağmen bir şey yapamıyorlardı. Her defasında başka bir teşhis ve bi poşet farklı ilaçla eve yolluyorlardı.
Hastalığımın 3üncü haftasının sonunda Öküz Herif'i arayarak çok kötü hasta olduğumu uzun uzun anlattım. Buraya kadar olan bölüm güzel ama işin şey tarafı şu ki; biz Öküz Herif'le haftalar önce ayrılmış ve artık bir daha hiçbir şekilde görüşmeme kararı almıştık. ama ben hastalanınca ve hastalandığımda arayacak kimim kimsem olmayınca, gecenin bi yarısında onu aramak zorunda kaldım ve o da kalkıp hemen geldi. Üstelik telefonda ona hastalığımı da anlattığım için bir poşet ilaçla beraber çıkagelmişti. Çünkü ben şikayetlerimi anlatınca, onun aklına direk annesi gelmiş. Önceki haftalarda annesi de aynı şikayetlerle 15 gün boyunca doktora gidip gelmiş ve bir türlü iyileşememişti, ama en sonunda gittikleri özel bir hastane'de doktorlardan birinin teşhisi koymasıyla beraber, yazılan ilaçların oral yolla alınıp yutulmasından bir saat sonra hastalıkdan eser kalmamıştı. Bende hemen o ilaçları kullandım ve gerçekten de 1 saat sonra bir şeyim kalmadı, üstelik 15 saatlik de miss gibi bir uykuya daldım. Ertesi gün sağlıklı bir şekilde uyandığımda Öküz Herif'le barışmıştık ve sevişiyorduk.

-Bu yıl biraz para biriktirebildim ve kendime uzun zamandır almayı planladığım cicilerimden bazılarını aldım. Birde sanırım; Para mutluluk kaynağının ta kendisidir. Birilerinin sizi "parasız ama mutlu" gibi yalanlarla kandırmasına izin vermeyin. Ama para için her şeyi yapacak o terbiyesiz insanlardan da olmayın. Sadece alınterinizle kazanacağınız paranın maddi ihtiyaçlarınıza ulaşmanız için yaratılmış bir şey olduğunu aklınızda hep tutun.
Paranın sizi çirkinleştirmesine, ruhunuzu kirletmesine izin vermeyin.

-Geçen aylarda sesimi kaydedip dinledim. Sanırım en son yıllar önce sesimi kaydedip dinlemiştim ve nasıl olduğunu tamamen unutmuşum.
Şunu söyleyebilirim ki; eskisine nazaran şimdi biraz daha iyi bir ses tonum var. Çünkü insan yaşlandıkça sesi de kartlaşıyor ve benimki kartlaşınca ehh biraz daha idare eder'e yakın olmuş. Ama yine de; ahlak masasında çalışan ahlaksız polisler tarafından tecavüze uğramamak için canını dişine takıp koşan travestiler gibi bir sesim olduğununda hep farkında olacağım.
Ayrıca ses tonumun bana biraz özgüvensizlik verdiğini de anladım. Belki bu konuda 2015 yılı içerisinde birşeyler yaparım, ya da sizin öneriniz varsa alabilirim. Çünkü sesimi dinlerken farkettimki; bazen kalabalıkta konuşmamamın tek nedeni ses tonumdan utanmamdı. Bunun kökeni teee çocukluğuma dayanıyor. bir kaç yıl önce o çocukluğumdaki ses tonum hakkında şöyle bir yazı yazmıştım yazıyı okumak için tıkla

-2014 seçimleri sanırım benim içinde bir dönüm noktası oldu. Çünkü hayatımda ilk defa oy kullandım ve bu oy'u da AKP'ye verdim. Çünkü cemaat'den nefret ediyorum ve AKP ise cemaati yokedecek tek oluşum diye düşünüyorum. Bunun dışındaki konulara değdirmiycem.

-Mayıs ayında falan artık blogu vs her şeyi bırakıp bir daha yazmamaya karar vermiştim, ama sonra vazgeçip tekrar dönmüştüm. Çünkü; aptalca da olsa yazmak bana çok iyi geliyor, beni iyileştiriyor.

-Bu yıl eskisine nazaran daha çok kişiyle tanışmama rağmen daha az seks yaptım. Sanırım en fazla 4-5 kişiyle yaptım. Ama bu dediğim seks ciddi anlamda penetrasyonun gerçekleştiği seksler oluyor. Diğer sevişmeler ve oralları seks olarak görmüyorum. Gerçi sevişmeleri ve oralları da sayarsam sanırım toplamda 10 kişiyle yatıp kalktım veya yatmadan kalkık olarak yakınlaştık.
Özetle artık eskisi gibi sik-göt peşinde pek koşamıyorum. Sanırım buna yaşlanmak diyorlar.
Doğrusu eski heyecanları özlemedim de değil. O her flörtöz günler ahhhhh ahhh.
Birde insan yaşlandıkça toplumsallaşıyor mu ne? bu konu hakkında bir fikriniz var mı........



-Ev değiştirmek bende resmen bir hobi olup çıktığı için, her yıl bir sebepten dolayı mecburen ev değiştirmek zorunda kalıyorum ve bu yılda değiştirdim. Aslında bu yıl değiştirmem iyi oldu; en azından eskisine nazaran daha ucuz bir eve taşındım ve kira farkıyla kendi ihtiyaçlarımı daha rahat alabildim.Tüm bunlara rağmen sanki dünyaya kira ödemek için gelmişim gibi hissediyorum. Ciddi anlamda annemin beni; kira ödeyecek olan biri olarak doğurduğunu düşünmeye başladım.
Yalnız her şeye rağmen ev değiştirmeyi bırakıp, artık yıllarca tek bir evde yaşamam lazım. Çünkü ev taşımak falan bildiğin baş ağrıtıyor, bir sürü şey kırılıp döküldüğü için çöpe atılıyor.

-2014 yılında bazı arkadaşlarımın aslında çok fena şekilde dedikoducu, yalancı ve şerefsiz olduklarını,  arkamdan fena şekilde laf taşıdıklarını öğrendim.
2014 yılından sağ salim çıkmışken, onların da dedikodusuz bir yıl geçirmelerini diliyorum.
Dedikodu yapan insanları sevememek gibi bir problemim olduğu gibi dedikodu da yapamayangillerdenim ve o arkadaşlarımdan da gittikçe uzaklaşmaktayım. Umarım bir gün çevirdiği bokların hepsi ağzına ağzına girer.
hem zaten: Şüphesizki; insana, düşman olarak dostu yeter.


-Sinir krizleri geçirdiğim 2014 yılının bitmesine seviniyorum. ama sinir krizlerimin bitmiş olmasına daha çok seviniyorum. Çünkü krizlerimin sebebi Öküz'dü ve krizlerimin sebebi olduğunu, artık o da kabul ediyor. O kabul edince bende sinir minir kalmıyor, bulut gibi hafifliyor gevşiyor ve rahatlıyorum.
Bazen yine piç piç oyunlar yapıp beni kızdırdığı oluyor ama ağzına hemen sıçıyorum. Doğrusu şu ki; ağzına sıçmadığım zaman yine sinir ediyor ve kriz geçiriyorum. Sinir krizi geçirdiğimde ise etrafda kırılacak bir şeylerin olmaması lazım, yoksa her şey bir anda tuzla buz olabilir.
Bu halimi bende sevmiyorum; ama Öküz Herif başka dilden de anlamıyor. Yani sorun bende değil, onda.

-Yılın bi bölümünde sigaraya başlar gibi oldum. Aslında bir kaç paket içtim desem daha doğru olur. Ama sonra sigaradan pek keyif almadığımı farkedince bıraktım. İçmek istiyorum ama keyif vermediği için içemeyengillerdenim. bunun dışında ise sigaranın değişik bir tahrik ediciliği var, sanırım en çok da bunun için içmek istiyorum ://
Ama bi yandan sigaraya vermediğim paramın cebimde kalmasına da çok memnunum.
Bir de son olarak; sigara içmeye çalışmak çok aptalca ve ben koca bi aptal olduğumu biliyorum.

-Bir çok yanlış yaptığım şu 2014 yılında sanırım en büyük yanlışlarımın da en büyük öğretmenlerim olduğunu tekrar tekrar öğrendim. Hem biliyor musunuz; yanlış yapmak sorun değil, sorun o yanlışı kabullenmemek. Oysa yanlış yaptığınızı ve bundan sonra da yanlışlar yapabileceğinizi kabullenmemiz bizi çok rahatlatacak. Ama işte kendimizi kusursuz görüp yediğimiz tüm bokların aslında iyi olduğunu savunmaktan kendimizi alamıyoruz. Bunun aslında egolarımızla içli dışlı bir yanı var, ama işte kimse kabullenmiyor.
Kendim için konuşacak olursam: yanlışlarım da benim, doğrularım da. Tüm bokları da ben yedim ve ömrüm yeterse  yemeye de devam edeceğim.

-Bir de ben bu yıl (daha doğrusu geçen ay) Öküz'ümle götten sikişmeyi denedim. Ama ııhh ııhhh bu durum bana göre değil. Hiç ama hiç zevk alamadım. Zaten o küçük siki azcık götüme girmiştiki ciyak ciyak  bağırdım ve işi yarıda kestik. Anladımki; bu göt siktirme şeysi bana göre değil.
Üstelik zevk falan verdiği de yok. Ben yine sürtünmeler ve saxolarla yoluma devam edeceğim. Yani bu yıl postu deldirdim ama bir daha deneyeceğimi sanmıyorum. Zaten bir şeyi meraktan yapmak çok saçma, onu istemek lazımmış, bundan da emin oldum.

-Bu yıl eskiye nazaran ailemle biraz iletişmek zorunda kaldık ve gördümki ailemden hâlâ nefret ediyorum ve sanırım ölünceye kadar da nefret edeceğim...
Aile çok tuhaf bir şey ya;  herkes seni bir eşya gibi görüp o tarafa bu tarafa çevirmeye, sana kendi kafalarındaki güzellikte bir şekil vermeye çalışıyorlar. Oysa beni bana bıraksalar ve beni olduğum gibi kabullenseler eminim onlarla aram çok iyi olur. ama bunun dışında pek anlaşamıyorum, anlaşmayacağım da.

-2014 yılı benim için;  asker arkadaşlarımın ne yaptığını merak ettiğim dolu dolu bir yıldı. Bu yüzden hemen isimlerini hatırladıklarımı Facebook'da yazıp arattım ve o bulduklarımdan da diğerlerinin profillerine ulaştım. ama keşke bakmaz olaydım. Çünkü bazı asker arkadaşlarım resmen esrarkeş olup çıkmışlar, askerdeyken esrarkeş olanlar ise tam aile babası olup çıkmışlar. Yani bence de bu işte bir yanlışlık var ama ne bileyim işte gerçek önümde duruyordu.
En çok şaşırdığım ise; bir esrarkeş asker arkadaşımın paçalı güvercin sevdasıyla yanıp tutuşması sonucu, profil fotoğrafını bile "en sevdiğim" diye yazdığı güvercininin fotoğrafını profil fotoğrafı yapmış olmasıydı. Üstelik çocuk baya zayıflamış ve bıyıkları da çıkmış (kendisiyle askerde sakalsız olduğu için dalga geçerdik de :((

-Bu yıl Öküz Herif'den en çok ayrılıp tekrar barıştığım yıl oldu. Resmen onunla ayrılmak ve tekrar barışmak gibi bir sorunumuz var. Sanki ilişkimize renk katmak için ayrılıyor ve sonra yine heyecanlanalım diye de barışıyoruz. Bi tuhaftık ve hala tuhafız.

 -Başka çok şey var da aklıma gelmiyor :(
Sizin yılınız nasıl geçti?

24 Aralık 2014

Cahil Chaplin

Cahil cühela bir adam olduğumu hep biliyordum ve zaten bu konuda saklayacak bir şeyim yok.
Aslında sadece cahil değilim, cahilliğim kadar kalın kafalıyım da ve ayrıca kalın kafalılığımdan bağımsız olarak; aklım da bir şeye kolay kolay yatamıyor.
Bir tek yattığı şey aşna fişne olayları.
Tabii keşke bu konuda doğru dürüst çalışsa. Ama ne yazıkki bunda da doğru düzgün çalışmıyor.
Zaten çalışsa bile erken boşalma sorunum olduğu için pek bir boka yarayacak değil.

İşte bu yüzden ne yazıkki şu götünekoduğumun hayatında bir bok değilim ve olamadım da.
Zaten benim gibi salaklar şu sikindirik yaşamda bir bok olamazlarda.
Ama buna rağmen yeni tanıştığım ikili ilişkilerimde kendimi insanlara satarken; sanki çok akıllı, görgülü-bilgili ve dehşetengiz derecede zeki ve entelektüel olduğum imajını vermeden edemiyorum. Çünkü eğer bunu yapmazsam ertesi ay faturalar götümde patlar.

Bu durumdan çoğunlukla şikayet ettiğim olsa da, aslında benden istedikleri karşılığında ücret ödedikleri için çok kafaya takmıyorum. Sonuçta tüm bu yaşadığım saçmalıklara bir iş anlaşması olarak bakıyorum ve ücretini aldığım sürece onların beni görmek istedikleri gibi davranmaya devam ediyorum. Ama dediğim gibi; ne yazıkki her zaman için bi bok olmadığımın ve olamayacağımın farkında olduğum için, yaşarken çok kasmadım, kasmıyorum da. Doğru olanın ne olduğuna inanıyorsam öyle yaptım ve doğrularımdan tüm yalnız kalmalarıma rağmen hiçbir zaman vazgeçmedim, vazgeçmeyeceğim de. Çünkü tüm kalabalıkların gelip geçici olduğunu hep biliyorum.



20 Aralık 2014

Yalnızlık seni bir şair yapabilir, ama toplum içinde yaşamk seni iyi bir yalancı yapar. Herksle geçinen, geçinmeyi bilen bir kaltak yapr, bir piç yapar, bir hiç yapar.



19 Aralık 2014

Size bir sır vereceğim

Mutsuzken, mutluymuşum gibi yapmaktan nefret ediyorum. Üstelik "mutsuz değil mişim" gibi yaptığım her gün biraz daha kendimden nefret ediyorum. Mutsuz olmasına rağmen, mutlu gibi görünmeyi; insan olmanın dışında ve hatta çok ötesinde mekanik bir davranış olarak görüyorum. Duygusuz ve fazla hissiz.
Önceki çağları bilmiyorum ama şu an yaşamakta olduğumuz çağ, bizi, sadece mutluluğumuzu göstermeye mecbur kılmış durumda. Herkes birbirine "yıkılmadım ayaktayım" bakışı atıp duruyor.
Ağlamak, üzülmek, sızlamak yokmuş gibi yaşayıp gidiyoruz.
Tüm bunların aksine ise, herkes patlatabildiği kadar yüksek bir kahkaha patlatıyor sokakta ve ağızları kulaklarında, mutluluktan sarhoş bir şekilde bi o tarafa bi bu tarafa yalpalayıp duruyor.
Oysa hayır hiç de öyle göründükleri gibi mutlu değiller. Herkesin birbirinden özene bezene saklamakta olduğu mutsuz yanları, bitmez tükenmez hüzünleri var.
Gözyaşlarını lavaboya akıttıktan sonra, akan makyajlarını tuvalet kağıdıyla silip, bi yandan da çektikleri sifonla hıçkırıklarını gizliyorlar.

Kimse mutlu değil. İnanın herkes en az benim kadar mutsuz. Ama aramızdaki fark ben mutsuzluğumu saklama gereği duymuyorum ve utanmadan, güçsüz göründüğümü umursamadan rahat rahat "mutsuzum" diyebiliyorum.
evet, size bir sır vereceğim; herkes mutsuz.

08 Aralık 2014

öylemesine

çok boş bir insanım.
sanki daha az önce farkıma varmışım gibi bildiğin bomboş bir insanım. hiçbi sike yaramadığımı düşünüyorum. belki siz de bi sike yaramıyorsunuzdur. ama ben sizi bilmiyorum ve bu yüzden hakkınızda yorum yapmayı kendime yakıştırmıyorum şimdilik.
yaşama amacımı aramadım değil, evet aradım. ama bi sik bulamadım. 
ah pardon sik buldum aslında ve bulduğum sikin üstüne oturdum. çünkü kahrolası bir eşcinselim.

bunun dışında dediğim gibi boş bir insanım. sanki ibne de olmasam ottan farkım olmayacakmış gibi olduğumu düşünmeye başladım. ki aslında ottan boktan hiçbir farkım da yok.
(zaten çoğunuz da öyle değil misiniz.)

ölümü sık düşündüğüm mevsimdeyim. bunun gerçekten mevsimle alakası var mı yoksa benim kendi beyinsizliğim mi? bilmiyorum ve mevsimi suçlama tembelliğine çok fazla bulaşmaya da niyetim yok.

tamam hadi kendime bu kadar acımasız olmayayım. ama sorun ne onu da bilmiyorum ve işte her sonbahar da olduğu gibi, bu sonbaharda da ölümü çok sık düşünüyorum.
yazın güneşten kaçıp bir gölgede "nem var abi nem olmasa bu şehirde sonsuza kadar yaşanılır" muhabbetlerimle akşamı ederim de, sonbahabarın benim gibi kararsız duruşu, ondan nefret etmeme yetiyor.
yani ne güneşi güneş gibi, ne yağmuru yağmur gibi, ne de soğuğu soğuk gibi.  yapraklar desen yarısı yerlerde sürünüyor, yarısı ise hâlâ tüm dirilikleriyle dallardan bize el sallıyorlar.
çiçekler desen hakeza. onların bazıları açıyor, bazıları kapanıyor, bazıları dökülüp gidiyor.

off zaten gereksiz şeyler yazan ben iyice gereksiz şeyler yazdım. gerçi zaten gerekli veya gereksize kim karar veriyorki; kime göre, neye göre gerekli veya gereksiz değil mi........

şu an tv açık ve ve ona sırtımı döndüm. öylesine içeriyi aydınlatsın diye bir kalabalıklık yapıyor. bunu niye anlattığım hakkında bir fikrim yok ve az önce bunu anlatmaya başlarken aslında bir yere bağlayacağımdan o kadar emindimki.
ama şimdi hiçbir sik yok kafamda. içim boş dışım boş, ben boş her şey boş
niye yaşıyoruz bu ucuz hayatı, niye böyle çarçabuk mutsuz oluyoruzki.

yoruldum biliyor musun. çok yorgunum. böyle sanki üstümde 10 torba çimento varmış gibi hissediyorum. öyle bir yorgunluk hali. yani tatlı falan değil. bildiğin ölme duygusuyla yanıp tutuşan bir yorgunluk hali.
sanki öldürsem kendimi, sanki yukardan bir yerden aşağı doğru süzülsem özgürleşecek mişim gibi bir his var içimde. tek çare buymuş gibi geliyor.

(yarım saat sonra)
az önce içimde bir yerlere yaşama hevesi pompalamak için kalktım castara castara şarkılardan birini açtım, dans adı altında bir kaç saçma hareket yaptım. en çok da yerimde durup zıp zıp zıpladım. şarkı sonrasında zıplamanın etkisinden olsa gerek, yere uzanıp biraz mekik çektim ve mekik çekerken "amaaan koy götüne gitsin ya. içinde yaşama hevesi dolsa ne olacak mal" dedim ve kendimi koy verdim. halının üzerinde ne kadar kaldığımı bilmiyorum. ama halının bir kaç aydır yıkanmadığını farkedince kalktım ve etrafa bakındım. ev pis. leş gibi bir evim var.

sanki şehirlerarası yoldaki dinlenme tesisi gibi bir ev olmuş çıkmış. her tarafı bok götürüyo ve ben her çıkardığımı etrafa bi yere bırakmışım. odalarda küçük küçük çamaşır tepecikleri oluşmuş. çoraplarımı en temiz görünenden başlayarak giydiğim için hiç temiz çorabım kalmayalı sanırım 5 haftadan fazla oldu. üstelik etrafım; teki olmayan çoraplarla da dolu.
çamaşır konusuna geri döneyim mi? yoksa pis çoraplardan mı devam edeyim?.....
 
az önceki soruya cevap verdin mi?

Doğrusu cevap verdiysen bile sikimde değil. ben can sıkıntımı atmak için boxer'ıma gircem.

bir de geçen aylarda boxer giyinmeye başladım ve bu da ayrı bir can sıkıcı konu oldu. can sıkıcı değil de "sik sıkıcı" desek daha doğru. çünkü çamaşır giyinmeyen ben iyice çamaşıra alıştım kaldım. şimdi giyinmeyince kendimi tuhaf hissediyorum. oysa çamaşırsız, kilotsuz gezindiğin zamanlarımı özledim. en çokda rüzgar estiğinde hava alan taşşaklarımın, kıçım başımın o tatlı tatlı ürperen anlarını hissetmeyi özledim.
aslında havalar soğuk olmasa boxer'ları fora ederim de, işte havalar soğumaya başladı ve ben bacak aramın şu sıcaklığına alıştım ya ondan fora edemiyorum. birde sanırım yaşlandım; en büyük sebep de bu.

oysa ben şubat'ın 15'inde bile bi kot bi tişörtle istiklal'de salına salına gezdiğimi bilirim. şimdi ise kat kat kazaklar, badiler, kotlar montler bereler. offf resmen lahana topu oldum çıktım yeminederim. oysa ben cihangir topuydum pöfff.

Sahi yaşlanıyoruz değil mi. düşünsece bu blog bile 5 yaşına girecek bu yıl. koskoca 5 yıl. hey gidi hey. ne sikim anladık bu hayat'tan ben de bilmiyorum.

03 Aralık 2014

Sevgiye inanan biri değilim, aşk dediğin şey birini sikmek veya kendini siktirmek için uydurulmuş bir yalan yumağı. Her şey; birinin sırtımıza bindiğinde ondan şikayet etmemizi engelleyen bir sistem üzerine kurulu.




30 Kasım 2014

iki küçük kahve kupası (devamı)

hikâye şurda başlamıştı: ŞURDA'ya TIKLA

...O gece nasıl uyuya kaldığımı çok hatırlamak istemiyorum. Zaten sonraki günlerde de ben yine "amaaan boş ver gitsin" minvalinde yaşamaya başladım.
Neyse işte; öyle böyle derken, o bana hiç yazmadı, ben de ona kızdım hiç ama hiç yazmadım. Çünkü ona fazlasıyla açık olduğumu, ona tüm içtenliğimle  sevgimi belli ettiğimi biliyordum, o da biliyordu. Bir umut diye sürekli whatsapp'ini kontrol ettim, onu çevrimiçi her yakaladığımda, içimden "bana da birazdan yazacak" diye bekledim. Ama hiç yazmadı.

Ben de tuttum kendimi, telefonunu silmedim ama tüm yazışmalarımızı sildim. Her gördüğüm yerde blokladım. Çünkü ona her yönümle bu kadar açılmışken, o gelip sadece çalıntı iki küçük kahve kupasını bıraktıktan sonra, bi anda hiçbir şey söylemeden siktir olup gitmişti.
Ve eğer bir şey söylenecekse, ilk konuşmaya başlaması gereken orospuçocuğu oydu, ben değildim.

Üstelik arkadaşlık app'lerinde bulunan profillerindeki hakkında kısmına "aşk" aradığını yazmaya devam ediyordu. "al sana aşk, bi yerine sokarsın" diye defalarca yazıp yazıp ona göndermeden sildim. Kendimi anca böyle rahatlattım. Sonra tabii mecburen farklı bedenlere sarıla sarıla onu da unuttum gitti..

Sadece bazen aklıma geldi, ama "benim öküzlüğümden kaçtı" dedim kendime.
Çünkü birinden hoşlanınca kendimi ağırdan satmayı beceremiyorum. Kendimi değerli bir parçaymışım gibi pazarlayamıyorum. Tüm bunların aksine; sırf ayak basılsın diye yere serilmiş ayı postuymuşum gibi, bütün içtenliğimle olduğum gibi seriliyorum karşımdakinin önüne, o an hissettiğim ne ise öyle davranıyorum herkese ve "o da bu yüzden kaçtı benden" diyerek kızdım kendime..

Öyle böyle derken aradan 1 yıl geçti ve işte geçen hafta durduk yere bir anda whatsapp'den bana "selam, ben Kahve Kupası, napiyosun?" deyiverdi. önce bir şaşaladım, profil resmine tekrar tekrar baktım. hayır zaten numarası kayıtlıydı, hiç silmemiştim ama yine de şaşırmıştım. hemen cevap vermedim. biraz durdum, sonra tüm sakinliğimle "iyidir, sağol Kahve Kupası seni sormalı" diye yazıp gönderiverdim.

Anında yazmaya başladı "iyiyim" dedi ve durdu. uzun gelen bir kaç saniye sonra tekrar yazmaya başladığında "geçen gün aklıma geldin öyle otururken. çay içerkene. yolunda mı her şey" diye sordu. "şükür yolunda. senin nasıl gidiyor. var mı bir yaramazlık" diye cevapladım. Ama o, ben bu yazdıklarımı gönderinceye kadar "benim aklıma gelince biri, bi bok oluyor DA genelde. Meraklandım" yazdı ve benim yazdığım cümleler de aynı anda gidince "iyi :) yok benim durumlar iyi" diye cevapladı. ben de "yoo bir şey yok allaha şükür :))" diye yanıt yazdım.
O bu arada yine bir şeyler yazmaya başlamıştı ve bu sefer de "Pazar günü bir kahve içsek azcık o zaman" diye yazdı. Ben de hemen bu yazdığını okur okumaz kapattım whatsapp'i ve bir kaç dakika bir şey yazmadım.

Hayır yani kendini ne bok sanıyorsun veya ne boksunki böyle dondan çıkan şey gibi kahve içmeye davet ediyorsun.
Üstelik bu ne demek ya, sen o kadar güzel bir kaç günlük şeyden sonra kalk bir anda ortadan kaybol, ses seda çıkarma ve aradan onca zaman geçip insanlar eski mutsuzluklarına tekrar alışıp mutlu olduklarını sanarak yaşamaya başlamışken, tekrar hiçbir şey söylemeden çıkıp "kahve içelim" teklifinde bulunabiliyorsun ki? Nasıl bir yüzsüzlük bu, nasıl bir ahlaksızlık ki bu..
 diye düşünceler aklımdan geçip durdu. Sinir oldum, kapattım telefonu ve bir müddet cevap vermedim.

Sonra gittim tuvaletteki klozetin tepesine tüneyip, sıçarken düşündüm "olabilir aslında, yani insan şu iki günlük dünyada neler neler yaşıyor. Belki de bana anlatamayacağı bir şey olmuştur. Hemen kötüye yormamak lazım" dedim kendi kendime ve sıçmam bitmişken sakinleşmiştim bile.
Tuvaletten çıktıktan sonra da whatsapp'i açıp "önceki defterleri açmayı sevmiyorum ama en son kahve içmeye sözlendiğimizde, senden bir daha haber alamamıştım" diye yazıp gönderdim. Bunun sadece kızgınlık olmadığını belli etmek için de "üzülmüştüm." diye de ekledim.

Bir kaç saniye sonra yazmaya başladı "telafiye davet ediyorum zaten. sana güzel haber vercem olum. üstelik bi özür borcum var, ödeyeyim :)" dedi ve ben hemen 10 kilo Yumoş'u tek yudumda içmiş gibi yumuşayıp "tamam. içelim" diye cevap verdim.

Sonrada yazdıklarını tek tek harfi harfine kekeleyerek okumaya başladım. "GÜZEL HABER VERCEM OLUM" kısmı aklımdan gitmiyordu.
Gece boyunca yüzlerce defa açıp açıp okudum yazışmamızı. Evet her defasında gördüğüm tek cümle "GÜZEL HABER VERCEM OLUM" oluyordu.

Sanırım Kahve Kupası'nın aklı yerine gelmişti. Tabii gitti bol bol milletle yiyişti ve baktıki ömür dediğin sadece yiyişerek geçecek gibi değil, bana dönmeye karar verdi. Üstelik benden daha iyisini bulacak değil ya. Hahayt işte böyle yola gelmişti nihayet.
Hem filmlerde de zaten hep böyle olmuyor muydu? Kötüler film boyunca kazanmaya devam ederler, iyiler ise film boyunca cefa çekerler, finale yakın ise tabiki iyiler kazanırlardı.
Bu filmin iyi'si ben olduğuma göre kazanan tabiki ben olcaktım.

Bu düşünceler arasında Pazar günü gelip çattı. Ben akşam için traş oldum, bayramlık elbiselerimi çıkardım giydim. Botlarımı boyadım, dişlerimi fırçaladım, bi paket nane şekerini ard arda yuttum ve sokakta karşılaştığım herkese "bugün evlilik teklifi alacağımı belli edercesine" havalı havalı bakıp durdum. Ama kahrolası saatler o gün 1 saat geri alınmıştı ve üstelik zaman da geçmek bilmiyordu, o da yine bir şey yazmıyordu.

Geçen yıl sözleşip gidemediğimiz cafe'de buluşuruz diye düşünüp gittim o cafe'nin çevresinde bir yerlere konuşlandım. Hani kendimce; onunla kaldığımız yerden devam edeceğiz, sanki bir yıl önce değil de, daha dün gece bu cafe'de buluşmak için sözleşmişiz mesajını evren'e vermeye çalışıyordum. Böylece evren göt, kazanan ben olacaktım.

Ama bir türlü öğleden sonra olmak bilmedi. Sanki o gün bir yıl gibi uzun gelmeye başladı. Bekledim bekledim bekledim.

Nihayet saat 16:00 olmuştu ama ondan hâlâ ses seda yoktu. Bayram günü, bayramlıkları giydirilip hiç bilmediği bir yere terkedilmiş küçük bir çocuk gibi gezindim sokaklarda.

Gün boyunca o bir şey yazmamıştı diye bende yazmamalı ve cool'luğumdan ödün vermemeliyim diye yazmadım. Öylece başıboş bırakılmış evcil sokak kedileri gibi Cihangir'i turladım durdum. Sonra "ehhh sıçarım cool'luğuna" dedim ve whatsapp'den "selam, ben akşam saatlerine kadar Cihangir taraflarında olacağım, bilgine" diye yazdım.
Yazdıklarımı görmesine rağmen cevap yazmadı. Büyük bir inatla, belki gelir diye ben de Cihangir'de dolanmaya devam ettim. Ama aradan bir kaç saat geçmesine rağmen hiçbir şey yazmadı, aramadı. Bayramlıklarımı giyinmiş halde öylece kaldım sokakta, boyalı botlarım çamura bulanmıştı iyice, eski parlaklıklarından eser kalmamıştı. Yediğim nane şekerleri de yanıma kâr kalmıştı.

Yavaşça evin yolunu tuttum, ayaklarımı sürüye sürüye eve yürüdüm, karşıma çıkan herkese düşmanımmışlar gibi büyük bir sinirle baktım. Eve girdiğimde ":( ben anestezi aldım. yarın ya da Salı günü çıkıcam ve arıycam seni. Haber veremediğim için özür dilerim. dün gece aniden oldu.." diye yazdı ve ardından bir de hasta yatağında, hastane giysileriyle çekildiği bir fotoğraf attı.  Cidden fena görünüyordu, korkmuştum. ama bi yandan da şeytan sürekli "belki de rol yapıyor. seni kandırdı. çünkü sen gerizekalısın ve kandırılmayı hakediyorsun" deyip duruyordu.

Şeytan'ımı boşverip "geçmiş olsun, neyin var? geleyim mi? yardıma ihtiyacın vardır" diye yazdım ama cevap vermedi. İnternetten de neden anestezi alınır vs diye bakınıp durdum. Bazı önemli durumlarda anestezi alınabiliyormuş, ama bunun ne olduğu ile ilgili bir şey bulamadım. Hemen "kötü şeyler düşünmeye gerek yok" diyerek konuyu araştırmamaya karar verip çıktım netten.

Gece yarısı uyanıp tekrar telefona baktım ama ondan da ses seda yoktu, ben de bu sefer "umarım önemli bir şey yoktur. her neyin var ise de allahım şifa versin." diye yazıp gönderdim. 
Yine cevap vermedi. Bir kaç saat sonra cevap verdiğinde şöyle yazmıştı "selam. şimdi verdiler telefonu. annem yanımda. Çok sağol :) :) :) Beyinde bir damar tıkanıklığı var. Ama çok önemli olan bir şey değil. Şiddetli bir baş ağrısı nöbeti geçirince hastaneye kaldırdılar ve beyin/kalp vs hepsine bakmak zorunda kaldılar.. Şu an temiz görünüyor, bakalım yarın tekrar.."
Bunun üzerine ben de "çok geçmiş olsun. dikkat et kendine, sevgiler." diye yazdım ve onu çok meşgul etmemek adına herhangi bir şey yazmamaya karar verdim.

Ertesi gün kendisi yazdı "bir şey çıkmadı, sağ ol. duaların işe yaradı sanırım :)" diyordu. ben ise dualarımı siktir edip "olum seni o hâlde görünce korktum lan. bir daha hiç hasta olma inşallah" diye yazdım. sonra da "çalışıyor musun?" diye sordu, o anda çalışmadığım için "yok, beşiktaş'dayım. öyle oturmaca. bir şey çıkmadığına sevindim" diye yanıt yazdım. O ise "akşam gelebilirim. ya da bir saate falan" diyordu ve o bunları dediği an da, ben yine evlilik teklifi hayallerine yelken açmıştım bile.
 Güya o beşiktaş'a gelecek, biz meydan da buluşacağız ve o bi anda  kafam kadar bir yüzüğü bana uzatırken önümde diz çöküp evlilik teklifi edecekti. ben biraz naz'a çekecektim, ama basit ve ucuz biri olduğum için en fazla iki saniye sonra "evet evet evet" diye bağırarak kabul etmiş olacaktım.

Ama tabii tüm bunları şimdilik bana sürpriz yapacağını düşündüğüm için, onun sürprizini de bozmamak adına hiç konuşmamalıydık ve bu yüzden onun "akşam gelebilirim. ya da bir saate falan" cümlesine cevap vermeliydim.
ben de cool bir şekilde sürprizden haberim yokmuş gibi "olur, gel" diye yazdım.
Sonra da yine tatlı hayallerime daldım. O gelecek, bana evlilik teklifi edecek, sonra biz evlenip hayatımızın sonuna kadar mutlu mesut bir şekilde yaşayacaktık.

Öyle hayallerime dalıp gitmişken o da bir kaç saat sonra çıkıp geldi, piç arabasıyla geldiği için ışıklara kadar ben gitmek zorunda kaldım. Yani bu demektiki evlilik teklifini meydan da kalabalığın içinde değil, arabada biz baş başayken yapacaktı. Olsun sonuçta herkes görmese de biz evlenecektik ya, bu yeterdi.

Arabaya binmeden önce bir yandan da "acaba onu gördüğüm de eskisi gibi hissedecek miyim? o ne hissedecek. yoksa "amaaaan boş ver gitsin" mi diyeceğim? belki de o benim için "boş ver gitsin"  diyecekti" adında pis düşünceler aklımdan flaş flaş flaş olarak geçip gidiyordu.
Ama arabaya bindiğim an her şeyi unuttum, kapıyı açıp onu gördüğüm an aklımdaki her olumsuz şey uçtu gitti. Bir anda ışıklarda bir kaç saniyeliğine öpüştük ve sonrada yola devam ettik.

"Nereye gidelim" falan filan derken, aç olduğum için "Karaköy'e gidelim" dedim ve gidip bir yerde yemek yedik. Bu arada ben 10 defa kadar "ee sürprizin ne" diye sorup durdum. O da her defasında "bir sabırlı ol, burdan çıkalım sonra" deyip durdu. Ben de içimden "hımmmm demek evlenince evlatlık çocuk da büyütcez" adından yeni yeni düşünceler geçirmekle meşguldüm.

Yemekten sonra "cezalısın, hesabı sen öde" dedim ve hesabı ona ödettim, sonra Karaköy'ün yeni açılan cafe'lerinden birine girip birbirimize sırnaşa sırnaşa bir şeyler içtik ve o arada artık o sürprizini yapmaya karar vermiş olmalıydı ki, boğazını hafif hafif temizlemeye başladı.
Ben de kalbim durmasın diye, çaktırmadan derin derin nefes alıp veriyordum. ama kahrolası burun deliklerim şişmeden edemiyorlardı ve tam da bu anda "çalıştığım şirketin Amsterdam ofisinden, yani genel merkezinden iş teklifi aldım, hayatım boyunca beklediğim iş fırsatı nihayet geldi beni buldu. artık ceo'luğa sadece iki oda uzağım" dedi.

Evet ilk tanıştığımızda da işinden gücünden, kariyer hedeflerinden falan hep bahsetmişti. Nasıl yükseleceğini, neler yapacağını falan. Ben de kendimce onun için bunu önemsediğimden dolayı cidden çok dikkatli bir şekilde dinlemiştim ve hatta onun, şirket içindeki bir kaç kişiyle olan sürtüşmesini nasıl iyileştirebileceği konusunda fikirler vermiştim. Fikirlerimden birini harfi harfine yaptığında, sürtüştüğü kişiyle arası düzelmişti ve o da diğer fikirleri de hayata geçireceğinden bahsedip, ofis içerisinde anlaşamadığı kişilerle olan ilişkilerini düzelteceğini söyleyip durmuştu..

Ama tüm onları unutmuştum bile. Üstelik teee 1 yıl önce konuşmuşuz. Aklıma iş güç nerden gelsindi ki? Bu yüzden olsa gerek o "çalıştığım şirketin Amsterdam ofisinden, yani genel merkezinden iş teklifi aldım, hayatım boyunca beklediğim iş fırsatı nihayet geldi beni buldu. artık ceo'luğa sadece iki oda uzağım" cümlesini bitirirken gözlerim doldu.

Ben evlilik teklifi beklerken güzel haber dediği şey meğer bir kaç yıldır beklediği iş teklifiydi. "git anana ver bu haberi orospu çocuğu" dedim içimden.
Fena halde sinir oldum, ama bi yandan da "aaaa çok sevindim, harika" demekten kendimi alamadım. Yüzümdeki gülümseme o kadar içtendiki bi an içimdeki hayalkırıklığını bile unuttum. O anlatmaya devam etti, hayallerinden, amaçlarından, ilerde kendini nerede görmek istediğinden falan filan.
Hayallerinin hiçbirinde ben yoktum. Kendini görmek istediği yer yanım değildi. Benden çok uzakta, teee ebesinin yanında görüyordu kendini.
dinledim sessizce. gözlerimin doluluğunu geri çekmeye çalışırken bir yandan da "çok sevindim" demekten kendimi alamıyordum. İçim kan ağlıyordu, ama sanki gerçekten sevinmişim ve kalkıp göbek atmamak için kendimi zor tutuyormuşum gibi bir halim vardı.
Koca penceredeki yansımamızda bizi yan yana görünce, onun mutluluğunun yüzüne yansımış hali ile benim mutsuzluğumun yüzüme yansımış halini ayırt edebiliyordum.
güya dışardan bakılınca mutluymuşum sanıyordum ama aslında kendi yansımama bakınca mutsuzluğum çok net görülüyordu.
Bu yüzden onun konuşmasını kesip "ya aslında biliyor musun. şu hayallerin falan filan sikimde değil. bana ne ya senin nerden ne iş teklifi alıp nereye gideceğin. eben yanına kadar da yolun var" deyiverdim ve bu cümleden sonrada hemen sustum.

Çünkü eğer konuşmaya devam edersem ağlayacaktım ve ağlayınca çok çirkin olduğum için birilerinin yanında ağlamamalıydım. Hele bu kalabalık da hiç ağlamamalıydım. Hele onun yanında hiç ama hiç ağlamamalıydım. Hele böyle bir konuda susmalı ve hiç konuşmayıp, az önceki hiçbir şeyi sikine takmayan, sebepli sebebsiz mutlu olmayı becerebilen adam rolüme devam etmeliydim.

ben susunca onun da yüzünün asıldığını farkettim, sonra bir şey söylemedik. camın yansımasından bize bakıyordum ve o da artık camdan beni izliyordu.
sonra bir kaç saniye daha sessiz sessiz durduk. öylece sadece nefes alıp veriyorduk. üstelik burnumda akmaya başlamıştı. hayır yani duygusal anlarda insanın burnu niye akarki, o na ne oluyo. üstelik yanımda peçete falan da yoktu. sümüğüm akarsa ne yapacaktım. şimdi bu entel dantel cafe de sümüğümü elimle alıp koltuğun orasına burasına silsem hiç olur mu? hayır olmazdı. o yüzden burnum akmamalıydı.

aklımda burnum varken o "yine bok ettim her şeyi. değil mi?" deyiverdi. ben de "yooo ne bileyim ya ben daha başka şeyler düşünmüştüm" diye cevap verdim, ama o "yok aslında yine bombok ettim" dedi. ben de bunun üzerine kendimi tutamayıp "ettin tabi. bana ne senin işinden ya. hem bunun bana haber verilecek tarafı ne ki? sen bir anda ortadan kaybol, sonra tekrar dön gel ve sana güzel bir haberim var de, ama verdiğin haber de aldığın iş teklifin olsun. yani bana ne abi senin iş teklifinden. zaten konuşmuyoruz, etmiyoruz. bana niye bunu söylüyorsunki. ben haber olarak senin artık milletle yiyişmekten bıktığını ve benimle artık aynı evde yaşamak istediğini bekliyorum, ben haber olarak "beni sevdiğini" duymak istiyorum. ama sen bana haber olarak iş teklifinden bahsediyorsun. ya bana ne senin iş teklifinden. bana ne ya." dedim ve sustuk. hiçbir şey söylemedik. sonra da ben yine konuşmaya başladım. ama bu sefer içimde bir şey kalmadığı için "aslında haklısın. belki de bu da bir haber. ama ne bileyim, işte ben aptal şapşal şeyler düşündüğüm için başka haberler bekliyordum" dedim.

Sonra bir müddet sustuk kaldık öylece. Bayaa bir zaman sonra birbirimize bakışmalarımız sıklaşmaya başlamıştı. Üstelik burnumda akmayacak gibiydi. Kendimi zorlayıp güldüm, o da güldü. ellerimiz bir ağacın saçma sapan dalları gibi kendiliğinden birbirine karıştı ve sonrada dudaklarımız birbirini çektiği için öpüştük bir kaç saniyeliğine.
Dudaklarımız birbirinden ayrılırken o "şu an tam bir film sahnesi gibi oldu her şey" dedi ve ikimizde gülmeye başladık.

Gerizekalı ya, beni güldürdü ve ben üzüntümü falan filan her şeyimi unuttum. Sonra yavaş yavaş o pis hava kayboldu. "İçimden geçenleri bil diye söyledim. Artık tutmak istemiyorum, yanlış da anlamanı istemiyorum. ama içimden bunlar geçiyordu ben de söyledim" deyiverdim.
"İyi yaptın söylemekle" dedi ve "sen de gelsene" diye ekleyip güldü. Ben de güldüm "heee tabi hemen geleyim. Gelemeyeceğimi sen de biliyorsun" diye ekledim. Sonra bunu gülerek bir kaç defa daha tekrarladı. Ama hani öylesine espri mahiyetinde söylediğini ikimizde gayet iyi biliyorduk. Bu yüzden sürekli komik cevaplarla geçiştirmeye çalıştım.

Sonra da işte bir şeyler daha zıkkımlandık, hesap az geldiği için ben ödedim ve çıkıp sokakta bir kaç selfie çekerek yürümeye devam ettik. "Ne zaman gidiyorsun?" diye sormak aklımda gelince, o "şu an toparlanıyorum aslında. zaten 4 Kasım'da uçağım kalkıyor. Bugünlerde Türkiye'deki resmi işlerimi falan ayarlıyorum" dedi. "Hımm iyi o zaman" dedim ve öpüşe koklaşa oto parka gelip arabayı aldık.

Arabada baktım bana sıcak davranıyor, canı seks yapmak istiyor, ee ben de zaten adamdan hoşlanıyorum ve bedenlerimiz zaten birbirine fazla tanıdık oldukları için tenler fazlasıyla birbirini arzuluyor "bu gece bende kalmak ister misin?" dedim hemen atlayıp "evet" dedi hayvan ve bana gelip sabaha kadar ara ara uyanıp yiyişip durduk. Sabah duşa beraber girdik, evden beraber çıktık, yolda öpüşe koklaşa gideceğimiz yere gittik ve sonra da sakince ayrıldık..

23 Kasım 2014

nerde kalmıştık?

bu yazı, şu yazının devamıdır: ŞU YAZI

...kendi kendime içimden söylediğim "acı yok rocky, acı yok" cümlesiyle, askeriyenin kapısından içeri girdiğimde saçma sapan bir yere geldiğimi zaten biliyordum.
Çünkü burası bambaşkaydı ve biliyordumki gelenlerin yüzlerindeki o tuhaf mutluluk ifadesi, bilinçli olmaktan çok farkında olmadıkları bir kölelikten kaynaklı olarak suratlarındaydı.
İşte bu beyinsizler topluluğunun, amcamın 2-3 litre süt sağmak için beslediği ineklerinden tek farkı, otobüse binmek için bilet almak gerektiği bilincine sahip olmalarıydı.

Bu durum bana hep tuhaf gelmişti ve bugün de o tuhaflık devam ediyordu. Çünkü onların aileleriyle gelmelerinin aksine ben; hazır işsizken askerliği de aradan çıkarmak, orda burda yatmaktan kurtulmak, bi kaç yıldır dağılan kafamı toplamak, düzenli olarak sıcak yemek yiyerek midemi rahata erdirmek ve evsizliğimden dolayı orospulaşmamak için askere gelmiştim ve benim zorunluluğumun yanında bir çok kişi halaylar eşliğinde kapıdan giriş yapıyordu.

Üstelik henüz 19undan gün saymaya başlayan körpe bedenime dokunmak için, çizgileri henüz iyice belirginleşmemiş olan avuçiçime para saymaya hazır bir top lumun var olduğunu keşfetmişken, eğer askere gelmezsem kesin bir kaç yıla kalmaz ameliyatla sikimi kökünden kestirip, elimde kelebek bıçakla volta atarken müşteri arayan travestiler arasında yerimi alacaktım. Ben böyleydim ve insan kendinin ne bok olduğunu gayet iyi bilirdi. Ben de kendimi biliyordum.

Para, bazen günlerce sıcak yemek yiyemeyen sokakta yatıp kalkmaktan bıkmış kişi için iyi bir araçtır. Üstelik bu kişilik, sırf hatr gönül ilişkisiyle tanıdığı arkadaşlarına çok fazla yük olmayı sevmeyen biri ise; kendi ayakları üzerinde durmak için, az önce tanıştığı adamın kasıkları önünde poposunu dönüp diz çökmeye dünden razı olup götünü siktirmekten geri kalmayacaktı.

Hazır yeri gelmişken şuna da değdirmek istiyorum; doğrusu götünü para karşılığı siktirmek iyi mi, kötü mü bunu hiç tartışmadım. Tartışmayı da ahlaksızca buluyorum. Sonuçta götünü ne için siktirdiğin sadece seni ilgilendirirdi ve giren çıkan sanaydı. Hiç kimseyi ilgilendirmeyen bir konuyu tartışmak sadece zaman öldürmekti ve ben zamanımı başkalarının hayatlarını nasıl yaşadıkları konusunda konuşarak geçirmektense, kapkaranlık bir sokakta gökyüzüne bakıp aptal aptal yıldızları saymayı daha doğru bulurdum. Bu benim zamanımdı ve onu nasıl öldüreceğim benim nasıl bir katil olduğumla ilgiliydi.

Konudan çok fazla uzaklaşmadan tekrar dönecek olursam: O yaşlarda para karşılığı götümü siktirmeye alışmaktan çok korkuyordum ve askerlik yapmayacağım söylemlerim çoktan balon olmuştu. Belki kalacak bir yerim olsa, belki bir iş bulsam vicdani redci olabilirdim. Ya da götümü siktirdiğim için askerlikten yırtmaya çalışabilirdim. Ama ne yazıkki düzenli bir yerleşik hayatım yoktu ve askerlik bu hayatı nasıl yapacağım konusunda gereken kafayı bana sağlayabilirdi.
Çünkü kafam çok dağınıktı ve toparlamam belki de 15 ay'dan daha uzun sürecekti. Hem bu 15 ay içerisinde belkide aşkımı da bulacaktım. Çünkü insanın ruh ikiziyle nerede karşılaşacağı hiç belli olmuyordu ve benim inandığım allahım sürpriz yapmayı çok seviyordu.

Allahımın sürprizlerine daha çok vardı ve ben işte daha ilk günümdeydim. ama yine de her şey çok tuhaftı. düşünsene sen başka bir çaren olmadığı için, bazen sırf sıcak bir yatakta uyumak uğruna biriyle yatmak zorunda kalmamak için burdayken, diğerleri tamamen bir eğlence ortamına düşmüş gibi davranıyor ve ailelerine bol bol gülücük dağıtıyorlardı.

Tüm bu hengameye bakıp dalga geçerek, kendi kendime tebessüm ederken "lan geri zekalılar hayatınızdan 15 ay çalınacak, sevdiklerinizden 15 ay uzakta kalacaksınız, yediğiniz içtiğiniz ve bunun sonrasındaki sıçışlarınızı bile komutlara bağlı olarak yapacaksınız ve 15 ay boyunca bu kamuflaj içinde kıvranacaksınız. Tüm bu ve sayamadığım daha bir çok insanlık dışı muamele karşılığında ise elinize kendi yarrağınız geçecek, ama hâlâ mutlusunuz, hâlâ gülüp oynuyorsunuz. Tuhaf değil de nedir bu haliniz. beyinsiz gerizekalılar" diyordum.

Doğrusu bu söylediklerim herkes için geçerli değildi. Bazıları ağlıyordu da ve bu ağlamaların nedeni sanırım dışardaki hayatlarında uzak kalmalarından kaynaklıydı. Yoksa gözyaşlarının dökülme nedeni; askerlik yapmak veya yapmamak konusuyla uzaktan yakından alakası yoktu.
Onlar sadece 15 ay boyunca dışarıda harcamaları gereken baba parasını, burada yiyememek zorunda kalacakları için ağlıyorlardı.
Böyle insanları tanırdım, herkes tanır ve tanıyacakdır da. Bu tipler; o az önce askere geldiği için sevinçten ailece göbek atan cahillerden daha ot insanlardı. Bunların annesi babası; oğullarının askere gelişlerinin daha ilk saatinde ülkenin dört bir yanında tanıdıkları binbaşı, yüzbaşı, general meneral ne kadar büyükbaş varsa arayıp oğullarına yardım etmeleri için torpil peşine düşerlerdi. Bu tiplerden, askerliğim süresince bol bol görecektim ve mide bulandıran vatan kurtarma nutuklarının en havalılarını da bunlar atacaklardı.
Öff hatırladıkça midem bulanıyor. O yüzden bu bölümü geçeceğim. Zaten bunlar üzerinde durmaya değmez, bunlar sadece binbaşının postası olur ve binbaşının karısının köpeğini gezdirmek için askere gelmişlerdi. 

Neyse ben konu'ma geçeyim; sonra baktım bu gibi konular kafama çok takılıyor "aman koy götüne gitsin" dedim kendi kendime ve o sırada "buraya geç" diye bağıran askerin itiş kakışlarıyla beni yönlendirdiği sıraya girdim.

Az sonra sıra bana geldiğinde bi masanın önündeydim ve masanın diğer tarafındaki asker elimdeki kağıtları alıp kontrol ettikten sonra bir kaç yer doldurup kağıtları bana verirken de "seni pilot yapıyorum" dedi.
Durup yüzüne baktım "bu gerçek miydi? yani şimdi ben havacı olarak askere geldiğim için pilot mu olacaktım. ama ben daha önce hiç uçağa bile binmedim ki nasıl pilot olcam?" diye korkudan altıma sıçmış halde düşünürken, bi anda o asker anıra anıra gülmeye başladı.

Şerefsiz piç dalga geçmişti benle ve ben bi anda her şeyin ciddi olduğuna inandığım bu amına koduğumun yerinde bunun da gerçek olduğuna inanmıştım. Sonra sırasıyla diğer masalardaki bir kaç işlemden daha geçtim, hepsi bir bir "ferhat bunu pilot yapmış" diyerek birbirlerine göstere göstere dalga geçtiler ve en sonunda da yönlendirildiğim sıralardan birine girdim.

Diğer sıralarda da olduğu gibi bu sıranın sonunda da ne olduğunu bilmiyordum. Kesin yine ülkeyi kurtaracak bir şeyin sırasıydı ve ben de en sondaydım. ama çok geçmeden arkama onlarca kişi geldi, bu arada da bulunduğum sıra ilerliyordu ve ben başımı biraz daha uzatınca teee sıranın en ucunda birinin elindeki traş makinesiyle, yeni gelenleri traş ettiğini gördüm.

Bulunduğum sıra ve diğer onlarca sırada olduğu gibi saç traşı vardı ve herkes elini istemsizce özene bezene uzattığı saçlarına götürüyordu. Yüzümde bir piçlik oluştu ve saçlarım kaşınmaya başladı. Çünkü bir kaç haftadır doğru dürüst temizlenmediğim için sanırım bitlenmiştim ve bu durum bende utangaçlıktan çok bir rahatlama hissi verdi.

Onlarca dakikadan sonra sıra  bana gelince "birazdan ananı sikecem" dercesine bana bakan askerin kaş göz işaretiyle gösterdiği kırık dökük sandalyeye oturdum ve asker eşşek traş edermiş gibi  saçlarımı kazımaya başladı. Birazını kazımıştı ki, diğer arkadaşını da yanına çağırdı ve başımda sağa sola kaçışan bitleri göstererek bana ettiği küfürleri isimsiz bir halde kulağıma söyleyip durdu. Gülmemek için dudaklarımı içerden dişliyor ve dilimi ısırmaktan geri kalamıyordum. Çünkü ağzımı serbest bıraksam bile gülüp gülemeyeceğimden emin değildim, çünkü her hallerinden buranın eskilerinden oldukları belli olan diğer askerler, biz yeni gelenlere "birazdan ananız 15 ay boyunca sikilmeye başlanacak" bakışıyla bakıyorlardı.

Küfürler arasında biten eşşek traşı seansımdan sonra beni de diğerlerinin peşinden başka bir bölüme yönlendirdiler ve orada kamuflajlarımı verdiler. Elimde hiçbir şey olmadan girdiğim bu amınakoduğumun yerinde şimdi benden daha ağır bir çantayla oyana buyana sallanarak önümdeki sırayı takip ediyordum. Üstelik bitlerim bedenimin her yerine dağılmışlardı ve kaşınmalarım sıklaşmıştı.

öylesine yönlendirilen hayvanlar gibi gösterilen sırada ilerlerken, önce ne sırası olduğunu merak ettim ve başımı hafifçe uzatmamla, enseme bir şaplak inmesi aynı anda oldu. "sıraya geç lan" bağrışı arasında yediğim ense şaplağı tüm koridorda duyulmuştu ve şimdi yüzlerce kişi bana bakıyordu, bende taban da yerin dibine girip kaybolmak için küçük bir delik arıyordum. ama delik melik bulamadım, üstelik az önceki o kalabalığın mırıltısı da kesilmişti. adeta mezarlık kadar sessiz bir an oluşmuştu ve herkese güzel bir ders olmuştum.

yediğim şaplaktan sonra, sıranın ne sırası olduğunu boşverdim ve içimden "gösterileni yap ve 15 ay boyunca sakın bir daha dikkat çekme. yoksa ananı herkesin önünde sikerler, bir şey de yapamazsın" dedim.

Artık kararımı vermiştim. Adeta bir hayalet olacaktım ve asla görünmeyecektim. Ama beni gördüklerinde ne derlerse de hemen yapacaktım. Hatta "amuda kalk, osbir çek" deseler, ikiletmeden kalkacak ve hemen osbir çekmeye başlayacak, boşalıncaya kadar da durmayacaktım. gerçi zaten erken boşalıyorum :( en fazla amuda kalkışımın 6ıncı saniyesinde boşalmış olurdum.

Şaplaktan sona aldığım bu "hayalet olmak" kararı, 15 ay boyunca rahat etmeme yetti. Ama şimdi henüz daha ilk günümdeydim ve sizin 15 ayımı öğrenmenize daha çok var.

Artık önüme dönmüş ve yerden hafifçe sürüyerek çektiğim koca çantamla bütünleşmiştim. Zaten çantadan sadece bir metre daha uzundum ve çok da önemli bir ayrıntı değildi bu. Sadece kısa boylu olmanın verdiği aşağılık kompleksinden kurtulamadığım için değinmeden geçemedim.
Hem ben iyice sessiz olmuştum ve sıra baya ilerlemişti.  Sıranın bana gelmesine bir kaç kişi kala farkettimki meğer bu bulunduğumuz sıra iğne sırasıymış ve az ilerimde "uff off" sesleri arasında iğne yapılıyordu.

İğne korkum hemen baş gösterdi ve kendime daha önce yediğim yarrakları hatırlatıp sakin ol deyip sırada ilerlemeye başladım. İğne yapan beyaz önlüklü altı kamuflajlı askerlerden biri "kolunu sıyır" dedi ve ben de ışık hızıyla kolumu açıp başımı başka yöne çevirirken gözlerimi de sıkıca kapatıp dudaklarımı dişlemeye başladım. "Tamam korkma bir şey olmayacak" cümlesi eşliğinde kolumda bir çimdik hissettim ve sonrasında iğne yapıldı. İğneden sonra çantamı sürüye sürüye yine diğer sıralara dahil olmak için yürüdüm gittim.

Artık saatler baya ilerlemişti ve bu sefer de kalacağımız bölükler belirleniyordu. ama yoğunluktan dolayı nerede kalacağımız belli olmayınca kafa hesabıyla siz şu binaya, siz şu binaya diyerek bizi sıra sıra ayırıp başımıza da eski askerlerden birini koyup binalara götürdüler.
Önüme çıkan ilk yerde yatmaya razıyken, gayette temiz bir bina içinde temiz bir yatağa düşmüştüm. Sanırım aylar sonra ilk defa biriyle yatmak zorunda kalmadan temiz bir yatak yüzü görecektim. Üstelik bu beyaz çarşaflarda sadece ben yatacaktım. Temiz bir yatakta tek başıma yatmayı o kadar çok özlemiştimki...

Çantamı kalabalık sesler eşliğinde bana gösterilen ranzanın önüne bırakırken, kendimi yatağa attım ve o anda bir bağrış çağrış koptu. Onbaşılardan biri "emredersiniz komutanım diyeceksiniz ulan" diye milleti ite kaka ağzından tükürükler saçarak bizim olduğumuz koğuşa doğru geliyordu. O anda ne yapacağımı bilmeden öylece uzanmış sesin gittikçe bizim bulunduğumuz koğuşa yaklaşmasına kulaklarımla şahit olurken, bi yandan koğuş hepsi ayağa kalkmış ve biribirine bakıyordu. Ben de ayağa kalkayım bir şey olmasın diye hareket ettiğim anda kapıdan azrailin biri girdi ve ne dediğini anlamadığım bir dilde (ki aslında türkçe konuştuğundan emindim) küfürler edip yayılmış olduğumuzu konu ettiği uzun bir nutuk çekti. O bağrış çağrışlarından anladığım kadarıyla burası askeriyeymiş ve yan gelip yatma yeri değilmiş. O cümlesini bitirirken bende içinden "o zaman bu yatakları niye koydunuz buraya" diye kendi kendime espri yapıp gülüyordum.

Sanki beni duymuş gibi bir anda yanımda bitince adeta buz kestim. Yüzünü bir kurdun az sonra avını parçalamadan önceki hali gibi iyice yüzüme yaklaştırdı ve bağırmaya başladı. O bağırmaya başladığı anda çocukluğuma gittim; ve işte henüz 10lu yaşlarımda abimin karşısındaydım; nedenini bilmediğim bir şey için bağırıp çağırıyordu. ya eve geç geldiğim içindi, ya da ilerde bir gün ibne olacağımı bildiğinden dolayı depreşen homofobik duygularını tatmin için kendine bir bahane bulmuş yine sövüyordu. Öylece durdum. Hareketsiz bir şekilde. Sanki orda değilmişim gibi. O konuşurken söylediklerini anlamamayı seçerdim. Böylece beni kızdıracak bir şey söylese bile, onu anlamadığım için tepkisiz kalacaktım. Tepkisiz kalınca çok çaresiz görünürdüm ve çaresiz görününce abimin dayaklarından kurtulma şansım daha fazla olurdu.

İşte şimdi o piç onbaşı abim olmuştu ve bağırıp çağırıyordu. Ama onca tepkisizliğime rağmen, sesi daha bir yükseliyordu ve adeta tükürükleriyle yüzümü ıslatmayı geç, sanki duş başlığının altında yıkanıyor gibiydim. En son küçük bir hareketinde vurur gibi yaptı ve ben iyice tepkisiz olunca, o da bağırmaktan vazgeçip gözlerimin içine bakıp söylene söylene kapıya doğru gitti.
Tam çıkacakken "ne söylersem söyleyeyim "emredersiniz komutanım" diye cevap vereceksiniz" dedi ve biz hep bi ağızdan "emredersiniz komutanım" dedik onbaşı'ya ve o sivil hayatında kimsenin siklemediği sünepe, bütün koğuşlara girip bunu tekrarlaya tekrarlaya ebesinin ammına doğru gitti...

 Kendi kendime aldığım hayalet olma kararımı unutmuştum ve işte az önce azrail ile gözgöze gelmiştik. Bu sefer kararımı gerçekten verdim ve olabildiğince dikkat çekmeyen bir tip olmaya yemin ettim. Çünkü hem malın tekiydim, hem de bir ibneydim. Mal olmamı farkederlerse beni her işe koşturup üzerimden diğer bir bütün askerleri yönlendirmek için prim yapacaklardı. Bu primleri ise beni her gördükleri yerde itip kakmaları ve bağırıp çağırmaları demekti, böylece diğer askerler benim düştüğüm zavallı durum karşılığında kendilerine çek düzen verip bu sünepe onbaşıların her dediğini yapacak, fazla da dikkat çekmemeye çalışacaklardı.
Eğer ibne olduğumu farkederler ise; malum götüm zoraki bir bayram yerine dönerdi ve bu durum hiç de hoş değildi. Evet götümü elletmek hoşuma giden bir durumdu, ama bu hoşluk götümü isteyenin ellemesi ile değil, benim hoşlandığım kişilere götümü elletmem ile alakalıydı. Bunu kimse farketmemeli ve mümkünse şimdilik kimseyle gözgöze bile gelmemeliydim.

Çünkü eğer gözgöze gelsem ibne olduğum hemen farkedilirdi.
Çünkü ben bu kadar erkeği daha önce hiç bir arada görmemiştim ve bunca erkeğin arasında ruh ikizimi bulabileceğime çoktan inanmıştım bile.

....tu biy kontinyud...... (ingilizce bilmeyen cahiller için cümlenin çevirisi: ....devam edecek...)

20 Kasım 2014

ya bi'şi diyim mi, biz öküz herif'le yine barıştık.

Bazı insanlar hayatınıza bir defa girer ve artık çıkmazlar, çıkamazlar, çıkarmazsınız, çıkaramazsınız, çıka...
bu cümleyi son kelimenin yüzlerce benzeriyle, sonsuza kadar devam ettirebilirim.
Oysa özetle; Olmuyor işte. çıkaramıyorsunuz amk.

Bazen çıkarsanız da, tekrar hayatınızın ta içine gelip yerleşmeleri için gidip yalvarırsınız ve bu olay farklı zamanlar da, tıpkı "gece ile gündüz"ün o can sıkıcılığından farksız bir şekilde tekrar edip durur..

Biz de Öküz Herif'le böyleyiz işte. Yani ben onu siktir edip ayrılsak da en fazla bir kaç hafta sonra, köpek gibi kapısına gitmiş bir halde kendimi ona "tekrar devam edelim" diye yalvarırken, ya da onu; bana özür dilerken buluyorum.

Bunun nedeni ne? ben de anlamadım.
Zaten saçma sapanlığıma ben bile tahammül edemezken o niye bana böyle tahammül ediyor, bir iki önemsiz yalvarmamdan sonra niye bana geri dönüyor, ya da küçük bir özründen sonra ben niye ona tekrar dönüyorum anlamıyorum.

Üstelik bu birbirimize dönüşlerimiz; bundan önceki boktan olan her şeyi silip süpürmüş halde oluyor.
Sanki o kavgaları biz yapmamışız gibi, sanki o günlerdeki kızgınlığımdan dolayı onu delik deşik etmek isteyen ben değilmişim gibi, sanki her siktirimde "anan ammına kadar yolun var, hadi git" dercesine gözlerimin içine nefretle bakan o değilmiş gibi oluyor, sanki o ayrılık öncesindeki nefretimiz hiç yaşanmamış gibi, sanki birbirimize hiç siktir çekmemiş gibi davranıyoruz.

Her ayrılığımız sonrası tekrar eden kavuşmalarımızdaki birbirimize davranışlarımız, birbirimizi alttan almalarımız vesaire'ye dair ne varsa işte bunların tümü de değişiyor.
Hatta sikişmelerimiz bile değişiyor. Her seferinde daha bir şehvetli olduğu kadar daha bir şefkatli de öpüşüyoruz.
Ahh o barışmalarımızdaki ilk iki gece yok mu o ilk iki gece. Sanki dersin yeni tanışmış ve ilk buluşmamız gerçekleşiyor gibi kibarca yaklaşıyoruz birbirimize, tamamen yabancıymışız gibi yavaş yavaş dokunuyor, tane tane konuşuyoruz. Ama sonrasındaki saatler için aynı şeyi söyleyemem. Çünkü yatakta sırılsıklam kalmış vaziyette yanyana düşünceye kadarki geçen o süre içinde, sanırım üstümüze bomba düşse şehvetimizden dolayı bombaları hissetmeyiz bile.

Şimdi yazarken aklıma geldi de; belki de bir daha, bir daha şehvetli ve şefkatli sevişmek için ayrılıyoruzdur. Belki de sırf öyle sevişmek için ayrılıp ayrılıp, tekrar barışıyoruz. Sahi niye böyle yapıyor, yapıyorum, yapıyoruz ki..

Yani şu anda hayatımda kalmasını istediğimden emin olduğum gibi, ayrılırken de hayatımdan siktir olup gitmesinden o kadar emin oluyorum ki anlatamam.
Hatta bazen ondan kurtulmak için kimseye söylemeden  sakin bir şekilde buralardan çekip gitmek, hatta sessizce ölmek de geliyor veya olmadı onu öldürmek.
İnancıma göre; ölmek veya öldürmek kendini ilah ilan etmek olduğundan dolayı bu düşünceleri kafamdan def ediyorum. Ama ister istemez yine de düşündüğüm olmuyor değil.
Bu gibi zamanlarda sırf ölmek veya öldürmektense, dönüşümün hiç olmayacağı bir yere siktir olup gidesim daha ağır basıyor.
Mesela pılımpırtımla beraber dilini bilmediğim bir yere taşınıp orda sessizce yaşamak ne güzel olurdu..
Bunu bir kaç defa düşünmüşlüğüm ve hatta bir ara kendimi böyle planlar yaparken yakalamışlığım da var. Ama sonra işte böyle düşüne düşüne bir bok yapamıyor ve sonra bi bakıyorumki yine kapısında bitmişim, yine onunla aşna fişna olmuşum.

Zaten onunla görüşmeyi kestikten sonra, aradan biraz zaman geçince bi bakıyorumki onu özlemeye başlamışım, aslında ben onunla olmak, onunla zaman geçirmek, onunla salak salak yaşamak istemeye başlamışım.
Hayır yani onunla saçma sapan bir yere gidip çay içmenin ne harikalığı olabilir ki? ama işte ben tutup illa onunla bi yerde çay içmek istiyorum.
onunla tutup bir sokakta aptal aptal muhabbet etmek istiyorum ve hatta onunla kavgalarımızı bile özlüyorum. "Keşke" diyorum "şu anda burda olsa da saçma sapan bir muhabbetin içine girip kavga etsek"

Yani aslında ayrıldığım o ilk iki gün falan mutlu olmuyor değilim. Baya mutlu oluyorum. Hatta sanki artık tüm dünyaya meydan okuyabilirmişim gibi, kendimi böyle bir bok sanmaya bile başlıyorum ve yine hatta; ayrıldığım zamanların ilk günleri adeta bir bayram havası oluyor bedenimde. Ayrıldığım günlerde sanki üstümden tonlarca ağırlık kalkmış gibi rahatlıyorum (hayır onun 115 kilo olmasının bu ağırlıkla alakası yok)
ama aradan bir kaç ay geçince hop bi bakıyorum gözlerim her yerde onu arıyor. sürekli yeni tanıştığım insanları onunla karşılaştırıyorum. Bi bakıyorumki ben herkes de onun eksikliklerini, fazlalıklarını, güzelliklerini olduğu gibi rezilliklerini de arıyorum.

Hayır yani, mesela adamın iğrenç bi şekilde burnunu silmesi niye aklıma gelsinki. Üstelik bu burun silmesi olayı her hava birazcık bozduğunda aklıma geliyor: hava biraz bozulunca hemen içimden, öküz şimdi üşütmüştür ve cebinde onlarca peçete biriktirip sürekli o koca burnunu sümkürüp duruyordur" diyorum kendi kendime ve onu pis pis sümkürken düşünüyorum.

evet evet resmen hava soğuduğunda veya ben üşüttüğümde bile o iğrenç burun silmesi aklıma geliyor. ayy iğrencim.
bazen banyoya girdiğimde de aklıma geliyor. mesela geçen yine köpüklenmiş bıcı bıcı yaparken  aklıma aniden düştü ve içimden "şimdi burda olsa dur başını sabunluyum, dur sırtını ovalıyım" diye diye beni çileden çıkartarak banyo yapacaktık. Böyle böyle düşünürken tuttum osbir çektim ve osbir çekerken de onu siktiğimi düşünerek boşaldım. Bunların hepsini de ondan nefret ederken yapıyorum. Üstelik o kadar nefret ediyorumki; böyle karşıma çıksa tutup imüğünü sıkar bi kenara atarım.

ama işte dediğim gibi, ayrılsak bile onu bi kaç gün içinde hemen özlüyorum ve ne bileyim işte; sanırım onu tüm pislikleriyle seviyorum. Yalnız bu ayrılıp ayrılıp barışmalarımıza da bir son vermeliyiz artık. Çünkü iki yetişkin ibneyiz ve bu ayrılmalar bize hiç yakışmıyor. Hazır barışmışken bir daha hiç ayrılmamayı diliyorum. Çünkü ayrıldığım zaman ben bile kendimi çekemiyorum. öğğğk resmen hepten iğrenç bir ibne olup çıkıyorum.

16 Kasım 2014

şiyir




küçük ampullerle süslenmiş sokağın ortasında öptün beni
sakalların battı dudağıma.
bakışların battı gözlerime.
ellerin ısıttı ellerimi.
ama keşke vedalaşmak için gelmemiş olsaydın.
keşke ben seni, hep o vefasız olarak bilseydim.




13 Kasım 2014

hiç sevmediğim ama neden beraber olduğumu anlamadığım bir adamla yaşıyorum.
üstelik bir zorunluluk yok aramızda. yani bir borçlu durumu değil bizimki. bundan eminim yoksa bol bol siktir çekip arkamızı anında dönemezdik birbirimize.

aşk denilen şey hep belirli bir oyun değil. ebe kim, sobelenen kim hiç belli değil. iki kör de yok bu oyunda. herkes her şeyi görüyor. birbirini sobeliyor, ama yine de işte..

ne yazsam anlatamıyorum. kendimi ve yaşadığım şeyi.
sahi bana aşkı neden işte biri sevince, diğeri de sever ve sonra herkes mutlu olur diye öğrettiler ki.
hayır hiçkimse mutlu değil, mutsuzum ve hatta o da mutsuz.

bize aşkı yanlış öğrettiler. mutlu oluruz dediler, ama biz ikimiz ayrı da yaşarken mutusuzuz, beraber yaşarken de mutsuzuz. şk neydi. bu mu şimd.

biliyor musun. bazen ölmek istediğim oluyor. kaçıp uzak bir yerde sessizce ölmek isteği baş gösteriyor.
etrafımız bu kadar iletişim  içindeyken bu kadaryalnız kalmak, yalnızlık çekmek başedilecek gibi değil.

11 Kasım 2014

ben böyleyim ya, işte iyice dengesiz oldum çıktım. sen nasılsın?

aaahhh keskin nişancı biri, beni en iyi silahıyla vursun lütfen. Yani yaralamak için değil de, direkt öldürmek için olsa daha iyi olur. Hatta direkt kalbime nişan alsın, tek seferde ve acısızca öleyim. Hem zaten bütün suç kalbiminken ondan vurulmak en güzeli olur. Hak yerini bulur.
Hem öleyim de bunca saçma sapan şeyle uğraşmayayım. Zaten ölümün de nasıl bir şey olduğunu merak ediyorken, gönüllü olarak öldürülmek de güzel bir tercih olabilir.

Aslında düşününce yaralamak için de vurabilir. En azından ibo'nun Asena'yı topuklarından vurdurttuğu gibi beni de topuklarımdan vurun. Hareket edemeyeyim, yerimden kıpırdayamamayıyım.
Ama tabii vururken canımı da fazla yakmayın. Sadece bir süreliğine yürüyemesem yeterli.

Hatta bir süreliğine sadece yatağa mahkum kalayım da bir yere gitmeyeyim. Çünkü gidince kalkıp Öküz Herif'e gidiyorum.
Evet dün gece yine kalkıp ona gittim. Kapısına dayandım çaldım açmadı, yalvardım açmadı. "Komşular rahatsız oluyor" diyerek kovdu beni. Binanın kapısında bir arkadaşımı bekliyormuşum gibi onun aşağı inmesini bekledim inmedi.
Öyle bekle bekle bekledim. Ama iplemedi.
Havada soğuktu biraz üşüdüm. Burnum sık sık akmaya başlayınca ğııık diye yere sümkürdüm ve oradan geçen biri bana tesr ters  baktı. Ben de tesr ters ona baktım ve bakışlarımla korkutup, onu yendim. Adam gitti, ben üşümeye devam ettim.

Öküz de inmedi aşağı. Mesaj attım bir kaç tane, cevap vermedi. Whatsapp'den gelemem falan gibilerinden bir şeyler yazdı. Siklemedim, bekledim. Ben bekledim ama o inatla gelmedi. Beklerken baktım az ilerde arabası duruyordu, gittim arabasının yanına ve "camını kırayım da insin aşağı" diye düşündüm. Elime bir taş alıp cama küçük küçük vurmaya başladım. Ama sonra bir sürü masraf çıkacak diye vazgeçtim. Keşke araba camları ucuz olsaydı da rahatça kırabilseydim. Ahh fakirlik ne pis bir şey. İnsan öfkesini bile doğru dürüst yaşayamıyor. Oysa zengin olsam böyle olur muydu. Peh tek seferde indirirdim arabanın camlarını ve o aşağı inecek, böylece biz de kavuşmuş olacaktık. Ama araba camına ayıracak param yok bu ara ve bu yüzden cam sağlam kalmalı, biz ayrı olmaya devam etmeliydik.

Bir ara elimdeki taşın sivri tarafıyla arabaya "hayat erkeği burdaydı" diye yazmayı düşündüm, ama bu sefer de araba boyasının da pahalı olduğu aklıma geldi. Yine fakirlik beni alt etti ve öylece burnumu çekip arabaya bakakaldım.

Bu süre zarfı içerisinde üşümeye devam ettim, penceresine bakmaya devam ettim ama o hiç çıkmadı. Piç orospuçocuğu göt. İbne ya. Ya sen kimsin nesin yani. Ben kalkıp teee eben ammından çıkıp kapına kadar gelmişim ve sen beni iplemiyor, dışarı bile çıkmıyorsun. Hayır yani ne boksun sen ya. Bi kendine gel. Bana bak, ben tee nerelerden geldim, sen nasıl dışarı çıkmazsın ya? şerefsiz maymun.

Ama çıkmadı işte. Ben kendi kendime sinir olup, orda öylece mal mal durdum düşündüm;
niye burdaydım ki; yani adamı zaten sevmiyorum, ondan nefret ediyorum, hatta öldürmek de istediğim zamanlar oldu. Ama işte bunlara rağmen burdaydım. Yani burda ne işim var. daha geçen akşam yurtdışına kaçak gitmenin yollarını arıyordum, ama şimdi bu öküz'ün evinin önünde onu görmek için can atıyordum. Hayır yani ne oluyor, ne yapıyorum. Valla sağımı solumu iyice şaşırdım. iyice dengesiz oldum çıktım.
ne yapıyorum ben böyle ya. Valla kendimden bi bok anlamadım.

Allahım beni niye böyle karışık kuruşuk, yarattın. Niye böyle herkes gibi düz yaratmadın.Ne olurdu yani benim de "evet"im evet, hayır'ım hayır olsaydı. Olmaz mıydı ha?
Keşke öyle yaratsaydın. En azından şu küçüçük aklımla bu kadar karışık kuruşuk şeylerle hayatımı geçirmiyor olurdum. Kafam allak bullak olmazdı.

Üstelik hayatıma onca piç girip çıkmışken ve hayatım artık dikiş tutmayacak şekilde yalama olmuşken ben bu öküz'e niye takıldım. Üstelik aylarca hiç aklıma gelmediği bir anda kalkıp bu saatte buraya gelmekde ne oluyor?
allahım cevap verir misin? Sana soruyorum. bu işleri başıma sen sardın ve cevabı verecek olan da sensin.cevap ver allahım. niye  burdayım, niye buraya gelmeme izin verdin. Bu saatte ne yapıyorum ben burda?

Ondan bu kadar nefret ederken kapısında ne işim var. Onu görmek için bu kadar hevesle koşa koşa gelmek de ne oluyor. Üstelik hava soğuk burnum akıyor. bilmem farkında mısın?

Hayır allahım bana  cevap vereceksin, öyle susamazsın. Konuş benimle, gönder meleklelerinden birini, söylesinler niye böyle oluyor.

Üstelik alkol alan biri olsam "sarhoşum ne yaptığımı bilmiyorum" der yırtarım, ot mot kullanan keş olsam "kendimi kaybettim, burda buldum" derim ama biliyorsun hayatım boyunca iki üç fırt dışında hiç almadım ve alanlardan da hep uzak durdum. Ama tüm bunlara rağmen sanki hep almışım gibi şu an burdayım ve neden burda olduğum konusunda da bir fikrim bile yok. Üstelik dün gece de kalkıp gelmiştim ama son anda kendimi kandırıp "şimdi gece vakti rahatsız etme insanları" diyerek geri dönmüştüm eve. Onun haberi de olmamıştı. ama şimdi artık onun da haberi var ve ben bu boku neden yediğimi de bilmiyorum.

Hadi allahım bana kafayı yedirtmeden, bunu neden yaptığını söyle. Niye beni buralara getirtiyorsun, neden gelmeme izin veriyorsun. konuş benimle. Susma öyle!"

dedim ama olmadı. Gece vakti öyle orda kapısında dikildim kaldım. Piç inmedi de aşağı. Sonra döndüm eve geldim, tek başıma uyudum.

10 Kasım 2014

hikâyenin devamı

iki küçük kahve kupası'nın devamını yazdım ve değişiklik yapıp bu sefer Gzone'da yayınlandım. Hani eğer içinizde "bu çocuk yine ne bok yedi, ne haltlar karıştırdı" diye merak edenler varsa, şuraya tıklayabilir mi lütfen :) http://gzone.com.tr/g-zone-kasim-sayisi-yine-dolu-dolu/

31 Ekim 2014

iki küçük kahve kupası

Geçen yıl Eylül ayında tanışmıştık onunla. Yaprakların sokakları sarıya boğduğu, yağmurun caddeleri her gün bıkmadan usanmadan yıkadığı bir hafta içiydi. Tanışma anımızın detaylarını çok iyi hatırlamıyorum doğrusu. Ama o aralar mevsime fena taktığımı çok iyi biliyorum. Çünkü sonbaharı oldum olası sevmemiştim ve her sonbahar da dökülmek zorunda kalan yapraklar gibi mutsuz bir şekilde etrafta gezinip duruyordum.
Aklımda "acaba bu sonbaharda önceki yılların sonbaharı gibi mi olacak?" soruları ardı ardına sorulup dururken, onunla da app'lerden birinde yazışmaya başlamıştık..

Yazışırken de ota boka espri yapan biri olduğum için o beni; sebepsizce mutlu olan ve hiçbir şeyi kafaya takmayan malın teki olarak tanımıştı.
Doğrusu hakkımda böyle düşündüğü için onu suçlayamam. Çünkü böyle düşünmemesi için hiçbir şey yapmamıştım ve her yazdığına da komik olsun ya da olmasın "ahahaha" diye anıra anıra gülüyordum..

Yazışmamızın konularından biri de evimde hiç kahve kupası olmamasıydı. Çünkü son kupaları da önceki hafta arkadaşlarımla evde yaptığımız parti sırasında mutfakta tepsiyi düşürünce kırmıştık ve 3ü1 arada kahvelerimizi bile ince belli çaybardaklarında 3e bölerek içiyorduk.
En komiği de, sanırım sonraki günlerde arkadaşlarımdan birinin annesinin çeyizinden çalıp eve getirdiği eski tarz viski bardaklarında çabuk çorba yapıp içmemizdi.

Ben işte bu aptal şapşal ev hallerimizi konu etmiş onunla anıra anıra bana gülerken, o "öyleyse bu akşam sana gelirken kupa getireyim, özlemişsindir kupada kahve içmeyi" diyerek kendi kendini davet ettirdi. Ben de nazlanmaya gerek duymadan "tamam, getir valla. yoksa sende geldiğinde viski bardağında 3ü1 arada içmek zorunda kalırsın" demiştim.

Sonra akşam iş çıkışında 2 küçük kahve kupasıyla beraber çıkıp gelmişti bana. Fotoğrafındakinden daha tatlı bir hali vardı. Ama çirkinliği aynıydı. Bir iki santim farkla boyu boyuma denkdi, sadece bir kaç kilo fazlamdı.
Daha önce spor yapan biri olduğu için atletik bir vücudu vardı ve en çok da omuzlarının Konya Ovası gibi uçsuz bucaksız genişliği dikkatimi çekmişti. İnsan o geniş verimli omuzlara başını koydumu, anında kendinden geçip bir ömür boyu huzur içinde uyuyabilirdi.
Bir de tabii onun da benimkilerden farksız at gibi dişleri vardı. Ağzımızı açsak kıtlama şeker veya yem torbasını uzatırlardı.

Ben kahvelerimizi bardaklarımıza bocalarken o anlatmaya başlamıştı "aslında biliyor musun bu kupalara para vermedim. Çünkü geçen yıl ikea'dan eve bir şey alırken fiyatlar gözüme çok pahalı gelmişti ve ben de almak zorunda olduğum şeyleri aldıktan sonra, ikea ile ödeşelim diye bu kupaları çantalardan birine sıkıştırıp çalmıştım"
O, kahve kupalarını ikea'dan nasıl çaldığını anlatırken biz 3üncü 3ü1arada'larımızı yudumluyorduk ve artık aynı kanepedeydik.

Sonra bir ara ellerimiz birbirine karışınca "artık bu kadar kahve yeter, başka şeyler konuşalım" demiştik ve dudaklarına yumulmuştum.
Sonrasını pek hatırlamıyorum. İlk günkü buluşmamızdan tek aklımda kalan görüntü, içinde bir yerlerdeyken çıplak sırtını öptüğümdür.

Ertesi gün akşama kadar yazıştık ve akşam işten çıkınca koşa koşa bana geldi,  yarım saat sonra ise birbirimizin kucağında kaybolup gittik..
Geri geldiğimizde ise, dünyanın en önemsiz konularını, çok önemliymişler gibi konuşarak, aramızdaki çekimi normalleştirmeye çalışıyorduk, ama nerdee..

Sevişmelerimiz sonrasında, bütün ibneler gibi biz de güncel müzik albümlerinden konuşuyorduk. Gerçi benim pek konuştuğum söylenemezdi. Çünkü ben, genelde beğendiğim bir parçaya takılıp başka bir beğendiğim parça buluncaya kadar idare ederek yaşayanlardanım. Yani müzik albümleri falan sikimde değildi ve doğrusu tek taktığım şey kulaklığımdı.

Sohbetimiz o'nun yönlendirmesiyle benim müzik zevkim üzerine yoğunlaşınca, konu sevdiğim parçalara gelmişti. O günlerde Müslüm Gürses'e fena taktığım için sevdiğim parçalarını teker teker dinlettim. Bazı parçalarını sevdi, bazı parçalarını yarıda kapattırdı. Kapattırdığı parçalardan birinden sonra ise Mirkelam'ın o günlerde yeni çıkmış olan albümünü dinletti.

Sevdim o albümü ve bütün parçalarını bir kaç defa daha dinledik. O albümde en sevdiğim parça "evlenelim gel" oldu. İkimizde o parçaya fena taktık ve o gece parçayı üst üste defalarca dinleyip dinleyip seviştik.
Yani özetle; işte güzeldi onunla geçirdiğimiz o iki-üç gün ve gayet iyi eğleniyorduk.
Zaten gün içindeki sürekli yazışmalarımızdan dolayı da suratımda; gitmek bilmeyen, hiç kaybolmayan bir gülme efekti oluşmuştu ve ben bunu önleyemiyordum.
Özetle o günlerde biri beni arkamdan bıçaklasa bile, ona dönüp gülebilirdim. Çünkü çok mutluydum.

Sonraki gün ise Cihangir'de bir cafe'de buluşup bir şeyler yedirdik birbirimize. Kimseyi pek iplemedik, ama onun rahat tavırlarının yanında ben de hepten kendimden geçmiştim ve "Allahım" diyordum "bu an gerçek mi, ben gerçek miyim? şu anki mutluluğum gerçek mi? ya acaba bu da diğerleri gibi piçlik yapar mı? ya ne olur yapmasın. sapına kadar gerçek olsun. gerçek değilse bile gerçekleşsin ve ne olur allahım; eğer rüyadaysam uyandırma beni. bırak güzel bir rüya gören, çirkin olarak uyuya kalayım. çünkü uzun zamandır ilk defa her şeyiyle tam tamına uyuştuğum ve ağzımın gülmekten hiç kapanmadığı bir münasebet içerisindeyim. rabbim, duyuyorsan kabul et nooolur." diye içimden bağıra çağıra dualar ediyordum.

Ama sanırım allah beni duymadı. Ya da duydu ama iplemedi. Çünkü bir sonraki gün kahve içmek için dışarda sözleşmiştik ve üstelik arkadaşlarıyla beraber geleceğini söylemişti. Bunun üzerine ben hemen kafamın içinde "hımmm demek beni arkadaşlarıyla tanıştıracak. o zaman işler ciddiye biniyor, sanırım o da benim gibi düşünüyor. tamam ya, oldu bu iş. çocuk sadece fanfini finfon yapmak istediği birini aramıyor, beni buldu artık bırakmıyor." diye düşünmeye başlamıştım bile.

Ama dedim ya "allah galiba beni duymadı" ve akşam saatlerine doğru çocuğun sesi kesildi. Buluşma saatine kadar da ondan ses seda çıkmadı. Moralim bozuldu, canım sıkıldı. Bileklerimi gözlerimle kestim, her yanım acıdı.
Akşam buluşma saatine yakın iyice yüzsüz oldum çıktım. Gittim sözleştiğimiz cafe'nin etrafında turlayıp durdum. Hani belki bir umut arar ve "hadi biz geldik, sen nerdesin?" diyecekti ve ben de "öfff bi saattir sizi bekliyorum asıl siz nerdesiniz?" diye söylenerek üste çıkacaktım.
Ama olmadı, aramadı, yazmadı.  Döndüm eve geldim, ışıkları söndürdüm, battaniyeye iyice sarındım ve başımı yastığa gömüp kendime bağırdım..

Devamı şurada: Tık tık tıklasana

26 Ekim 2014

Karnım tok benim, az önce kafayı yedim.

Ah artık insanlarla çok fazla yüz göz olmamaya karar verdim. Öyle kendi hayatıma çekildim örümcek gibi yaşıyorum. Ne eskisi gibi çok fazla arayışım var artık, ne de arkadaşlarım dahil kimseye selamım sabahım.
Akşam olup işten çıkıncaki halimi görmelisiniz. Sanki okulu sevmeyen ve son ders zili çalınışında dörtnala eve koşturan ilkokul çocukları gibiyim.
Eve gelince hemen sırt çantamı bir kenara atıp, üstümü başımı çıkardığım gibi içerde dal taşak biraz koşturuyorum, götüm başım iyice nefes aldıktan sonra banyoya girip bıcı bıcı yaparken bir yandan da osbir çekip boşaldıktan sonra çıkıp, pijamalarımla odaya geçiyorum.

Oda'da da birşey yaptığım yok ha. Öylesine bir sürahi suyu yanıbaşıma koyup kanepenin üzerinde battaniyeye sarınıp uzanıyorum.
İnanır mısın televizyon bile izlemiyorum. Zaten uydular şu yeni frekanslara girdiğinden bu yana kanal manal bir şey kalmadı. Bende televizyonu o günden bu yana hiç açmadım, öylesine kapalı bir şekilde duruyor karşımda.
İnterneti de azalttım, zaten aynı dili konuşan ama kendi dilinden başka kimseyi anlamayan, kimseye saygısı olmayan, kimseyi anlamakta istemeyen bir topluluğu gözlemlemenin bir sike yarayacağını, bana artı bir şey katacağını sanmıyorum. 
 Bunların hepsini bir araya getirince ise, şöyle özet geçeyim; iyice mal olup çıktım yani.

Eskiden olsa milletten sıkılınca dizi mizilere sarardım. "İzlemem gereken filmler var" kafasında yaşayıp, siteden siteye sekip dururdum. Ama şimdi dedim ya; canım hiçbir şey yapmak istemiyor, öylesine mala bağladım kaldım.
İnanır mısın çok da rahatladım. Böyle deriiiiiiin bir nefes almış gibiyim.

Zaten koştura koştura yaşıyoruz. O diziyi izle, bunu oku, şunu yap blablabla.. Offf kes artık amınakoyim. Kafam şişti.
Modern hayat adı altında hep sikindirik şeyler yapıp sonra da "neden mutsuzuz" diye ağlayıp zırlıyoruz.

Oysa modern hayat dayatmaları da beraberinde getirdi. Bir şeyden geri kalınca kendini ezik hissediyorsun, ezik hissetmeyen biriysen ise; etrafı takmayan kendi kafasının dikine yaşayan dediğim dedik SİVRİ biri olup çıkıyorsun. Seni anında mimliyorlar, uyumsuz diye etiketliyorlar.

Hayır yani gerçekten  de öyle biri olup olmaman önemli değil. Mesela benim canım bilmem ne dizisini izlemek istemiyor, sevmiyorum da zaten. Adamla konuşurken "yaa ben o diziyi izlemedim" diyecek oluyorsun, adam hemen başlıyor saldırıya "vay sen televizyon tarihininn gelmiş geçmiş en iyi filmini nasıl izlemezsin" mesela bir kitap mevzusu açılıyor, adam hemen saldırıyor "ayy senin o kitabı okumadan konuşmaman lazım" bla bla bla.
Ya yartağım bi sakin ol. amına koduğumun altı üstü bir diziden bahsediyoruz, sikindirik bir kitaptan konuşuyoruz. İzlemedim veya okumadım diye nerdeyse beni recm edecek, nerdeyse beni diri diri toprağa gömecek. Ne var yani okumadıysam, izlemediysem. Yani ne var "he yaw siktir et izleme, koy götüne gitsin okuma" desen yani yarrağım.

Ama yok illa onu oku, bunu izle, şunu dinle, öyle yap dayatmaları arasında yaşayıp duruyoruz.
Ahhh sokiyim her yerine senin modern hayat gibi.

Neyse işte, ne diyordum nereye geldim yine.
Hah diyordum ki; iyice mal oldum çıktım. Mal olmam aslında normal. Hatta mal olmadım, zaten maldım. Çünkü öyle küçük bir akılla anca bu kadar yapabiliyorum, hayatın anca bu kadarını yaşayabiliyorum.

Evde "rahat ediyor muyum" diye soracak olursan etmiyorum valla. Çünkü insan duvara baka baka, onu insan yerine koymaya başlıyor. Bi bilsen geceleri neler neler konuşuyorum evin duvarlarıyla. Ahh her odanın duvarına farklı bir kişilik yükledim, her odada farklı biri varmış gibi davranmaya başladım.
Yattığım odanın duvarlarına bir pezevenkmiş gibi davranıyorum, salonun duvarları fakir bir han sahibi, tuvaletin duvarları sağır bir adammış gibi yapıyorum, banyo duvarlarına ise Hollandalı bir genelev işletmesinin sahibesi gibi davranıyorum. En romantik duvar ise mutfak duvarları. Çünkü şiir yazdım duvarlarına. Ona bir şairmiş gibi davranıyorum.

Mutfağın duvarlarında öyle romantik, öyle siktir dolu cümleler varki, bazen "umarım ev sahibim gelip görmez" diye dua ederken yakalıyorum kendimi. Gelip görse bile sikim de değil ya neyse.
Zaten o da en fazla iki nutuk çeker, bende kes sessini kadın, al paranı ve sus derim. Sikmişim nutuğunu falan filan. Martaval dinleyecek havada değilim bu ara.

İnsan yalnız kalınca çevresindeki eşyaları falan filan konuşturuyormuş. Bunu yeni öğrenmedim ama dedim ya; tam anlamıyla yeni deneyimliyorum.
İnanır mısın, pencereye bazen televizyonmuş gibi davranıyorum. Farklı kanala geçmek istersem ise; sandalyemi alıp farklı bir odaya gidiyorum.
İlk günler tuhaf gelmişti, alışamamıştım ama sonra eğlenceli gelmeye başladı. alıştım yani. Zaten insan dünyaya, saçma sapan şeylere alışmak için gelmiş. Başka bir sikim için geldiğimizi sanmıyorum.

Hem biliyorsun; ben fazla kasınca resmen strese giriyorum, seks bağımlılığım falanfilan allah ne verdiyse hepsi birden depreşiyor.
Adını aşk koyup altına girmediğim adam kalmadı istanbul'da. ama aşktan da hala ses seda yok. Nerde bulunduğunu, nerde olduğunu bilsem direkt gider alırım yanıma, ya da gider taşınırım yanına.
Ama nerde olduğunu bilmiyorum ki. İşte bilmediğim için de her karşıma çıkan için "belki de budur hayatımın aşkı, belki de budur ruh öküzüm" diye diye önüme gelene ağam, gidene paşam çeke çeke iyice yalama oldu her yerim.

Götüm zaten uzun zamandır dikiş tutmuyor, ama biliyor musun; kalbim de artık eskisi gibi atmıyor. En çok da buna üzülüyorum. Yani ne bileyim işte; yeni biriyle tanıştığımda o pır pır eden kalbimi özledim, o dum tıs-dumtıs yapan kalbimi özledim. Ama yok işte, tık yok. Öyle kendi halinde vücüduma kan pompalayıp duruyor. bu iş dışında hiç mesai yapmıyor. 
Oysa ne güzeldi biriyle tanıştığımda sanki göğsümden fırlayıp onun kucağına atlayacakmış gibi yaptığı zamanlar,  ne güzeldi o kişiyle yazışırken  "onu yazma, şunu yaz" demesi falan filan.
Şimdi ise ayak topuğum gibi hissiz olup çıktı iyice. Sadece beni ayakta tutuyor o kadar.
İşte bende durumlar böyle yani. Peki sen de ne var ne yok canımındışı..

22 Ekim 2014

Aptal şapşal bir filmin başrolünde kendimi oynuyorum

Eski saflığımı özledim. Ya da salaklığımı mı demeliyim..
Aslında kimine göre salaklık, kimine göre aptallık, beyinsizlik, gerizekâlılık ve kimine göre de işte saflık. Bana göre ise içimden geldiği gibi, hissettiğim gibi yaşadığım günleri özledim.

Özledim işte, o eski zamanlarımı özledim. Sadece içimden geldiği gibi yaşadığım günleri özledim. İçimden geldiği gibi konuştuğum, koşturduğum günleri özledim. Ama zaman değiştirdi beni, her şey değiştiği için ben de değiştim ve işte şimdi de değişimden önceki o aptal şapşal hallerimi özledim.

"Keşke değişmesek" diyeceğim ama işte insan sağdan soldan, alttan üstten kazık yerken değişmeden edemiyor. Elinde olmadan istemeye istemeye değişiyor.
Yani; sike sike değil de, sikile sikile değişiyor.
Zaten değişim iyidir. İnsanı geliştirir, hayatta kalmasını sağlar. Ama bazı konularda iyi değil. Keşke değişirken istediğimiz konularda değişebilsek, istemediklerimizde aynı kalsak.

Ben ise; en çokda duygusal dünyamda değişimler yaşadım. En çok da o salak zamanlarımı özledim.
Tanıştığım kişinin isminde, ismimden tek bi harf var diye uyuşacağımızı ve hayatımızın sonuna kadar mutlu mesut yaşayacağımızı sandığım günleri özledim.
İsmi benim baş harfim ile bitiyor diye, onu tamamlayacağımı düşündüğüm o aptalsı hisleri özledim.
 "Yanağında gamze var, benimkinde de var. o zaman biz mutlaka uyuşuruz" diye düşünüp üzerine üzerine gittiğim ve tanışmak için kırk takla attığım zamanlarımı özledim.
Aynı şarkıyı sevdiğimizi öğrendiğim zaman "ya biz bununla çıkarsak kesin ölünce ayrılırız, yoksa öteki türlü yaşayamayız" diye düşünüp hadi duygusal ilişki yaşayalım ve mutlu olalım diye can attığım günleri özledim.
Aynı kitabın aynı satırında durup bir an düşündük diye aynı incelikde olduğumuzu ve eğer bir ilişki yaşarsak asla birbirimizi kırmayacağımızı düşündüğüm günleri özledim.
En çok da; sırf bir an bana baktığında güldü diye "hımmm demek benden hoşlandı. o zaman mutlaka tanışmalıyız ve sonrasında da hemen aynı eve taşınıp hayatımızın sonuna kadar mutlu bir çift olarak yaşamalıyız" diye düşündüğüm günleri özledim.

Özledim yani. Salaklıklarımı, aptallıklarımı ve bunun gibi saçma sapan olan her şeyimi özledim.

07 Ekim 2014

Elektirik alamadıysan trafoda sorun vardır

İlişkilerdeki, sikilen tarafın (yani yarrağı yiyecek olan kişinin) kendini "elde edilmesi gerekilen kişi" olarak görmesi veya sikecek olanın kendini "ulaşılmaz ve vazgeçilmez" olarak görmesi konusu midemi bulandırıyor.

Bu gibi ilişkilerde; sikilen taraf, her zaman için kendini hep bi elde edilen, peşinde koşulan, uğruna sürünülmesi gerekilen ve hatta gerekirse uğruna kan dökülmesi gerekilen kişi olarak görür. Onun için savaşlar bile çıkmalı, dünya yerle bir olmalı, bebekler boğazlanmaktan geri kalmamalı. (tarihte örnekleri çokdur) çok olmasına çok, ama yıl 2014 olmasına rağmen, bu ruh halindeki kezbanlarımızdan etrafda hâlâ var ve ne yazıkki bunların neslinin tükenmesi için tek çare; soykırım..

Tabii bu sadece sikilen taraf için geçerli değil. Siken taraf da sikeceği uğruna kan dökmekten geri kalmaz, kalmak da istemez. Sikeceği kişiyi elde etmek için dağları taşları aşmalı, karşısına dikilenleri bir bir yok etmeli, bedenlerini parça pinçik etmeli ve sikeceği kişiye geç de olsa, güç de olsa ulaşıp onu bi güzel sikmelidir..

İşte ilişkilerimizdeki bu durumları sevmiyorum. Çünkü kadın erkek ilişkilerinde olduğu gibi, erkek erkek ilişkilerinde de durum farklı değil ve farklı olmadığı için de bu durumdan nefret ediyorum. (Lezbiyen ilişkilerinden haberdar değilim, uzun zamandır lezbiyen ilişkilerini de gözlemlemiyorum. Lezbiyen arkadaşlarımla da pek bu tür konuları konuşmuyorum. İlişki konusunda kendi içime kapandım desem yeridir.)

Konu dağılmadan u dönüşü yapacak olursam; ilişkilerdeki, (kısaca)zevk verecek olan kişinin kendini üstün tutma durumları midemi bulandırıyor.
Ne bu abi, yani iki dakka zevk vereceksin diye tüm evrenin senin önünde diz çökmesini beklemen biraz abartı değil mi? Bence abartı. Zaten hepi topu iki girip çıkacaksın veya sana iki girip çıkacaklar diye olayı niye ölüm kalım savaşına kadar götürüyorsun ki. Bi bırak kendini bi rahat ol, bi elin ayağın yerinde dursun ve sakinleş. Sadece zevk almaya bak, karşındakini mutlu etmeye odaklanma, sadece kendi mutluluğuna bak, kendi rahatına bak amk..

Zaten cinsellikte kendi mutluluğunu bırakıp karşısındaki  mutlu etme çabasına, uğraşına girmeyi de anlamadım gitti. Hele bir de karşısındakinin "mutluluğundan mutlu olmak" çabası var ki, onu hiç anlamadım, inatla anlamayacağım da. Çünkü özellikle bu son söylediğim (cinselliği sayesinde karşısındakini mutlu etmekten dolayı mutlu olma hali) bana çok ilkel geliyor. Hatta çok dehşet verici bir şekilde cahilce geliyor.

Mesela ben, gayet seks yaparken kendi mutluluğuma odaklanıyorum ve iki dakka sonra pırt diye boşalıp altımdakinin üstüne yığılıveriyorum. Altımdaki de, bendeki kazma sapıyla onu saatlerce sikmemi beklediğinden olsa gerek, pörtlemiş gözlerle başını çevirip"ne oldu? boşaldın mı?" diye soruyor, ben de "evet" deyip geçiştiriyorum.

Ama o an altımdakinin hayal kırıklığını, beklentisinin büyüklüğünü falan bedeninin gevşemesinden hemen anlıyorum. Anlıyorum anlamasına da çok siklemiyorum ve "ya kusura bakma, benim erken boşalma sorunum var da" deyip geçiştiriyorum.
Bu cümlemden sonra ise karşımdakiler, sikilerek uzun uzun zevk verme hayallerinin suya düşmesini saklamayı umarak, tüm samimiyetsizlikleriyle "önemli değil ya" falan diyorlar. Ama onlar için ne kadar önemli olduğunu ne yazıkki bedenleri, yüz mimikleri, siklerinin hemen inmesi falan ele veriyor. Tabii ben bunu da siklemiyorum ve o arada çoktan yana uzanmış, kendi rahatlığıma odaklanmış oluyorum.

Genel olarak durumum böyle oluyor. Çünkü birini sikerek mutlu etmeye çalışmak bana göre değil abi. Ben o anda karşımdakini siktir edip, sadece kendi mutluluğuma bakarım. Bu durum hep böyle oldu. Zaten sanırım erken boşalma sorunum da bundan kaynaklı. Çünkü o an düşündüğüm tek şey bir an önce içine girip boşalmak. Durum böyle olunca da en fazla bir iki dakika sonra game over oluyorum.

Ama öte yandan; ciddi anlamda, erken boşalma sorunumun nedeni bu olabilir. Çünkü geçenlerde bir kaç defa geç boşalmayı denedim ve başardım da. Boşalmamak için ise pencereden dışardaki ağacın dalına konup duran kuşları izliyordum. Hani o an altımdaki her ne kadar "ah oh uh" dese de ben pek zevk almıyordum. Ama kendimi dışardaki ağacın dalındaki kuşlardan alıp, altımdaki göte verince bi anda zevk almaya başladım ve çok geçmeden de eyjafjaylakül gibi patlayıverdim.

Neyse işte demem o ki; seks yaparken karşımdakinin mutluluğu falan sikimde değil. Ben kendi mutluluğuma bakarım o kadar.

04 Ekim 2014

unutmak veya unutmamak. işte bütün mesele bu

Bu aralar kendimi yine okumaya verdim. Öyle belli başlı şeyler değil de karşıma ne çıkarsa alıp okuyorum. Sonuçta herkesin anlatacak bir hikayesi varken, bizim de kimden ne zaman ne öğreneceğimiz, nasıl öğreneceğimiz belli olmuyor. Bu yüzden kendimi "illaki şunu oku" gibi belli bir okuma sınıfına sokmuyorum, gelişi güzel karşıma çıkmış olan her hangi bir şeyi okumaya çalışıyorum.

Bu sabah da aynen böyle şeyler okurken bir gazete köşe yazısında Milan Kundura'dan alıntı olduğu belirtilen şu cümlelerle karşılaştım;
"Yavaşlık ile hatırlama, hız ile unutma arasında gizli bir ilişki vardır. Bir şeyi hatırlamak isteyen kimse yürüyüşünü yavaşlatır. Buna karşılık, az önce yaşadığı kötü  bir olayı unutmaya çalışan insan, elinde olmadan yürüyüşünü hızlandırır."
Bu cümleden sonra durdum düşündüm. Sanırım hayatı yaşayış şeklim ikinci cümlede özet geçilmişti. Onca yıl yaşamış olmam tek bir cümleye sıkıştırılmış ve bana sadece bir kaç defa daha okuma şansı veriyordu.
Çünkü hayatım aynen böyle olmuştu. Hep koşarak yaşadım, koşturarak ve bir şeylerden kaçarken başka bir şeye yetişmeye çalışma hissiyle geçmişti.
Bunların nedeni de sanırım unutmak istediğim çok fazla şeyin olduğuydu. Gerçekten de unutmak istediğim o kadar çok şey vardıki, bu yüzden hayatı nasıl yaşadığım ve hatta yaşadığım  şeylerin iyi veya kötü, güzel ya da çirkin olduğunu siklemedim bile. Öylesine hızlıca yaşadım geçtim.

Zihnim de yardım etti bana. Ben hayatı koşarak yaşarken o da yeni anılara yer açmak için eskileri sildi. Uunutamadıklarımı ise işte buralarda yazarak unutmaya çalıştım ve aslında doğrusunu söylemek gerekirse; unuttum da.

Bu arada iyi bayramlar efendim..

16 Eylül 2014

zaten'ler



iyi adamlar hep uzakta bir yerde
kötüler ise sokağın en başında bizi beklemekte.
güzel adamlar hep bir başkasının kolunda zaten
çirkinler ise kolumuza girmek için tetikte..

ah nasıl bir zaman bu böyle
dış görünüşü ve gerçek kişiliği birbirini tutuyor tüm insanların.
ve zaten herkes sadece sevdiğine iyi olmakta..

hem tutup birini sevsen ne olacak.
aldatılmak tüm aşıkların kaderinde var
zaten herkes bir yatımlık uzakta..

09 Eylül 2014

sonra anladımki; bizim ilişkimiz, ben onun beynini siktiğim için değil, götünü siktiğim için devam ediyordu.

aynı şeyleri düşünmüyorduk, aynı bakış açısına sahip değildik ve hiçbir zaman da olmayacaktık. Farklı dünyaların insanı olmanın dışında, gerçekten birimiz diğerine uzaylıydı. birbirimizi alttan aldığımız süre boyunca sürüp giden saçma sapan bir ilişkinin yapaylığı, o buram buram pislik kokan hal ve hareketlerimize dahi işlemişti.
ikimizden bir bok olmazdı. biz buyduk. ne aşkımız aşktı, ne de birimiz diğeri için elini taşın altına koyabilirdi. iki korkağın mecburi bir arkadaşlığının seks yapan haliydik ve seks yapmazsak arkadaşlığımızda bitecekti.
biten bitmişti aslında ve yalnızlığımız bizi birbirimize mecbur kılıyordu. yalnızlığımızdan dolayı birbirimize kaçıyorduk ve kaçtıkça birbirimizden bıkıyorduk. bu birbirimize kaçmalarımızın hiç kimseye zerre kadar yararı yoktu. ama zararı ruhlarımızın yorgun argın düşmesinden belliydi. her buluşmamızda birbirimizi yiyorduk ve beynimiz artık yüksek sesle konuşmaktan yorgun argın düşürüyordu bizi.

bazen o gittikten çok sonraları boğazımın ağrıdığını hissederdim. o bağırmaların yanıma kar kalmayacağını hep bilirdim, hep de söylerdim. ama hiçbir işe yaramadı. değiştiremediğim şeyleri kabullenme gücüm vardı ve onu böyle kabul etmiştim. ama artık dayanamıyordum ve bu yüzden o iğrenç travesti sesim, her buluşmamızda biraz daha yükseliyordu.
ben onu ruh halinin pisliğiyle kabul etmiştim ama o beni hiçbir halimle kabul etmemişti. cümle aralarına sıkıştırdığı aşağılamalarına öyle güzel bahaneler buluyorduki, içimden "öff siktir et, şimdi bir de bunun için kavga etme" deyip içime içime atıyordum. çünkü ondan ümidimi hiç kesmemiştim "bir gün elbet değişecek, yanlış yaptığını, bana kötü davrandığını kabul edecek ve düzelecek" diyordum kendi kendime.
böyle dedikçe de ilişkimiz uzuyordu. ama baktım ki olmuyor. çünkü o bana kötü davrandıkça, zamanla bende ona kötü davrandım. davranmak zorundaydım da. çünkü alttan ala ala, artık gücüm kalmamıştı. hem alttan almak zorunda da değildim. özellikle o böyle acımasızken ve benim üzülebileceğimi düşünmeden konuşurken.
bunu kendi içimde netleştirince; bende cümlelerimi iyice bileyledim ve yüreğine yüreğine konuştum. canının her yanışında mutlu oldum. mutsuzluğuyla mutlu oldum. sikimde değildi canının yanması ve hiçbir zaman da siklemeyecektim. çünkü o başlatmıştı ve ben ona çok sabretmiştim. artık "sikerim sabrını" deme zamanıydı ve ben işte bir canavara dönüşmüştüm. siklemedim. kırdım, paramparça oluncaya kadar sözlerimin en sert haliyle vurmaya devam ettim. gözleri doldukça daha bir sert vurdum. sert vurdukça başka bir şey oldu.

meğer sadece numara yapıyormuş. çünkü daha önce gözleri dolduğunda durmuştum ve aslında onun gözleri her dolduğunda durmuştum. bunu hiç farketmemiştim ve o yalandan gözlerini doldurup gözlerime bakarak beni susturuyordu.
ama şimdi susmamıştım. devam etmiştim ve o da gözlerindeki yaşları geri çekmek zorunda kalmıştı. yüzü eski ukala ve aşağılayıcı haline dönmüştü. mimikleri, el kol hareketleri, gözlerinin etrafındaki o çizgiler, dudaklarının sağa sola hareket etmesi, gözlerini arada bir devirmesi, işte o üstten bakan adam geri gelmişti ve söylediklerimin hiçbirini duymadığını, tavrıyla edasıyla gösteriyordu.
bunu öğrenmek daha güzel olmuştu. bunu görmek beni rahatlatmıştı. çünkü onu daha önce bu kadar net gördüğümü hiç hatırlamıyorum. ilk defa onu bu kadar çıplak, ilk defa gerçek haliyle görmüştüm ve çoook rahatlamıştım. haklı çıktığıma, bunca süredir haklı olduğuma o kadar sevindim ki anlatamam.
işte o an anladımki; bizim ilişkimiz, ben onun beynini siktiğim için değil, götünü siktiğim için devam ediyordu. ve ben onun götünü sikmeyi bırakıp beynini sikince bitecekti. bu yüzden farkında olmadan; artık her fırsatta durmadan beynini sikmeye başlamıştım ve ilişki denilen sikindirik şeyin sonuna gelmiştik. çok şükür, çook.